Raziye Çakır

Tarih: 10 Mayıs 2017

Konu: Direnişlerimizin patladığı o günler

Bulgaristan Türklerinin 1989 Mayıs Ayaklanmasının suya sabuna dokunmayan adı “Mayıs Yürüyüşleri” oldu gitti. Kalemi kalın yazanlar, Bulgaristanlı Müslümanların bir Hıristiyan ülkede gerçekleştirdiği bu büyük isyanı bir “yürüyüşe” indirgemeye üşenmediler, usanmadılar, emekli olduktan sonra da yazmaya devam ettiler. Yaza yaza yazar olanlar “ne olmuş canım” zihniyetiyle halkımıza zulüm eden polislerin kendi elleriyle hazırladığı ve yine kendi elleriyle dosyalayıp arşivlediği tutanaklardan farklı bir şeyler okumadan, dibe inip yüzmeden,  hatta kelle koltukta direnen, yaralanan, sakatlanmış kardeşlerimizden bazılarıyla kahve köşelerinde sohbet ederek, dövüşlü yılların ruh halini öğrenmeye bile çalışmadılar. Anlatması gerekenler de başlarından geçeni, çekilerini bir mücevher gibi sakladı. Pazara çıkarsa fiyatı düşer diye korktular. Bu susmada bir kasıt da olabilirdi. Bazı gerçeklerin bilinmesini istemeyenler de vardı. Oysa çok gezen, çok gören, çok bilir deyenler haklıydı da, dolu olmayı köpüğü taşmak üzere olan bir bira bardağıyla karşılaştırdığımızda, içilmeden dibe çöküş sanki üzücü oldu.

1980’lerde insanlarımızda “anlatsam, sözüm nereye gider” kuşkusu belirdi. Bu, yıllarca devam eden suskunluğun gerekçesiydi. Zaten sabırlı insanlardık, dilini yutmuş bir halk olduk.

Çünkü 1972–73 Pomak faciasından sonraki yıllarda zulüm topu çığı gibi Türklerin üzerine geliyordu. Korkunun dikenli topu yaklaştıkça insanlarımız kendi içlerine büzülüyordu. Birbirine sımsıkı kenetlenmişler, aralarından su sızmıyordu. Türk kitleye gözdağı vermek için sebep uyduran değirmen kayası döndükçe dönüyordu. Seçkin Türk gençler tutuklanıyor ve sürülüyorlardı. Derme çatma iddialarla kurulan mahkemelerde uydurma gerekçeli kararlar alınıyor eli kalem tutanlarla azı laf yapanlar kürek cezasına çarptırılıyordu. Sofya kenarındaki “Kremikovtsi” Demir Döküm Fabrikasında depolar kazma kürek dolu onları bekliyordu.  Maden ocaklarında da parasız yapılacak çok işler vardı. Rodop bayırlarından koparılan ve Dobruca’ya sürülen Türk aileler orada da gıdasını tütünden çıkarmaya çalışıyordu. Okul müdürleri, muhtarlar hatta bazı parti sekreterleri çantayı kalemi rafa kaldırmış, elindeki tütün kazığını kin ve nefretle toprağa sokarken sanki rahatlıyor, başını kaldırıp terini silerken ofluyordu.

Klişeleşen “Mayış Yürüyüşleri” değimiyle,  birçok “Mayıs Dövüşü”, “Mayıs Kavgası”, “Mayıs tutuklamaları”, “Mayıs İnfazları” ve direnişlerimizin doruğu olan Mayıs İsyanımız anlatıldı. Dirilip direnmek, bilinçlenip başkaldırmak, her şeyi bir yana bırakıp protesto eylemlerine katılmak üzere yollara dökülmek hep şu yürüyüşün içine sıkıştırıldı. Şu da ilginç!

Bir halkın ayaklanmazdan önce kaç yıl ve kaç ay yerine mıhlanıp kaldığı, hangi anda ve neden depreşip hareketlenmeye başladığı, direniş potansiyelini nasıl elde ettiği, lideri, strateji ve taktiği, plan programı, ideolojik silahı, insan gücü, patlayan tüfeği olup olmadığı çok önemlidir. Bunlara da hiç değinilmedi. 1984 – 89 arası 6 Mayıs vardır. Bu Mayısların hepsi kendi özellikleriyle yaşayan dövüşlü, kavgalı, öfke ve kin şarj eden, parlayıp sönen ama ayaklanma ateşiyle yanmaya devam eden Mayıs aylarıydı. Yazılan yazı ve kitaplarda tam hangi Mayıstan söz edildiği özenle gizlenmiş gibi pek anlaşılmıyor. Tarafsız okuyanlar ya da zulüm gördüğümüzü ilk defa işitenler istemeye istemeye de olsa bu topraklarda insanlar baharla uyanıp depreşmeye başlıyor izlenimiyle kalabilir.

Okuduğum birçok eserde, hatta Bulgaristan konusunda bir klasik olarak kabul edilen Büyükelçi Bilal N. Şimşir’in kaleme aldığı, genişletilmiş 2.  baskısı 2008’de çıkan “Bulgaristan Türkleri” araştırmasında, Aralık 1984’te başlayan Bulgaristanlı Türklerin direnişlerini Mayıs 1989 “protesto gösterileri” doruğu ile noktalıyor. Yürüyüşler bölümünde, o direnişlerin temel gerekçesini şöyle açıklıyor:  “30 Mayıs 1989’da Paris’te başlayacak olan AGİT İnsani Boyut Konferansı Birinci Toplantısından önce dünya kamuoyunun dikkatini Türklere uygulanan baskılara çekmek için 14 ve 15 Mayıs 1989 tarihlerinde Silistre ve Şumnu’da çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu yüzlerce Türk barışçı gösteriler düzenlediler.” Sanki Fransa’da düğün olacak da biz Bulgaristan’da kılık kıyafet diktiriyoruz gibi bir şey. Sonra insanlar kendilerini büyük olaylar içinde göstermeyi severler. Bizde de o zaman her yemeğe maydanoz olma hevesi belirmiş ve o dönemin eserlerinin hepsinde birer ikişer AGİT kahramanı var. Bir yandan 1989 Viyana Destek Derneği Başkanı Avni Veliev ve İnsan Haklarının savunulması Demokratik Birliği lideri Mustafa Ömer gibi savaşçılar vatandan kovulduktan sonra Türkiye üzerinden Paris’e çıkıp haklarımızı AGİT kürsüsünden savunurken, birçok demokrat da devlet parasıyla alınan uçak biletleriyle Fransa başkentini gidip gördüler. Onlardan ikisi de,  eski Cumhurbaşkanı Jelü Jelev ile Cumhurbaşkanı Yardımcısı Blaga Dimitrova’dır. Demokratik Güçler Birliği kurulmazdan önceki demokrasi arayışı içindeki Bulgar aydın derneklerinin temsilcileri olarak, mazlum Türkleri desteklemek amacıyla Paris’e inen bu iki demokratik lider, AGİT kürsüsünden okumak ve davamızla dayanışma ifade etmek üzere beraberlerinde götürdükleri Bildiriyi okumamışlar, Sena nehri sularına salarak yükümlülük altına girmeden geri dönmüşlerdir. Aynı dönemde,  artık Bulgar istihbaratı Birinci Şubesi Beşinci Amerliği tarafından Pazarcık hapishanesinden çıkarılıp özel eğitime alınan Ahmet Doğan’da sözde AGİT’e göndermek üzere Bildiri kaleme almıştır. Ne ki, kimilerin anlattıklarına göre çifte kavanoz kapağı arasında, diğerlerine göre patates içinde, üçüncülerin anlattığına göre ise ekmek arasında ya da ayakkabı ökçesinde hapishaneden çıkarılan bu bildiri, bir TIR şoförüne verilmiş ve Paris’e giderken Çekoslovakya yollarında meydana gelen bir kazada kayıplara karışmıştır.

Anlatılan ve tekrar tekrar yazılan, alıntılar halinde çoğaltılan yazılar hep belirli bir amaçla kaleme alınmıştır. Bu amacın özünde her zaman Ahmet Doğan’ı öne çıkarmak, yapmadığı işleri ona mal ederek, aslında bütün zamanda pasif olan bu kişiyi liderleştirmek ve diğer direniş örgütlerini ve gerçek liderleri karalamak veya yok saymak hedefine hizmet etmiştir.

Hiç değinilmeyen olaysa şudur: Mazlumların ayaklanmalarının içsel nedenleri vardır. Belirleyici olan iç çelişkilerdir. Bulgaristan’da bu çelişki, tek uluslu devlet kurmak isteyen Bulgarların zor kullanarak Müslümanları Hıristiyanlaştırmasında ifade bulmuştur. Zorlamada devlet gücü kullanılmış Türkler ezilmiş ve kimsizleştirilmiştir. Bu zorlama, öz kimliklerini korutup yaşatmak ve geliştirmek isteyen Türk topluluğu Bulgar ulusundan ve devletinden koparmıştır. Daha önce isimleri, dil ve dinleri değiştirilen Çingene ve Pomak azınlıkları ile Türk azınlığı kader ortaklığında birleştirmiştir. Böylece Bulgar toplumu ikiye bölünmüş Bulgar ulusu ile etnikler birbirine düşman olmuş, ekonomik bunalım belirmiş, azınlıkları eriterek asimile etme siyaseti sanki çökmüş ve sosyal, siyasi ve kültürel ilerleme adına hayat durmuştur. Bu olayların derinleşmesinde motor olan iç çelişkilerdir. Bulgaristan koşullarında anlatmaya çalıştığım çelişki XX. yüzyıl boyunca bir siyasi çelişkidir ve Bulgaristan azınlıklarının kavgası da bir siyasi kavgadır.

Sosyal hayatta ayaklanmaya götüren temel çelişki üretim araçları ile üretim ilişkileri arasındaki tezattır. Osmanlıdan ayrılınca kapitalist üretim ilişkilerini hayata çağıran Bulgaristan’da, etniklerin kimliğini değiştirmek için açılan ve yüz yıl süren savaşım, zaman zaman toplumda temel çelişki olmuştur. Bu kavgada azınlıklar saldırgan değil savunma durumundaydı. Müslümanlar Müslüman olarak, Müslüman ahlak ve hukukuna göre yaşamak istiyorlardı. Bu üreten, tüketen bir kavga olmasa da, hayatı durduracak, toplumu frenleyerek çökertecek boyutlara büyüdü.

Bizdeki direnişlerin içinde 28 etkin gizli örgüt olduğu defalarca yazıldı. Bu örgütlerden her biri kökleri halkın bağrında olan halk önderleri tarafından yönetiliyordu. Kuruluş gerekçeleri araştırılmadan, önderlerinin kimlikleri sık eleyip sık dokunmadan ön plana çekilmeye başlanan Bulgaristan Türk Milli Kurtuluş Hareketi – bugünkü DPS, neredeyse bayrak edildi.

Bu hareketlenmenin lideri olan Ahmet Doğan, 1973’lerden sonra başlayan Bulgaristan Türklerini sıkıştırma ve ülkede Türk varlığını yok etme hareketinde her zaman zorbacının (diktatörün) yanında yer almıştır. Tutuklanmasından önce kaleme aldığı ve kimi zaman Bulgaristan Bilimler Akademisi (BAN) kılıfına sokulan Polis Akademisinde  savunduğu Doktora tezinde, Türk bütünlüğünü parçalama ve eritme sorunlarını işlese de, Büyükelçi Şimşir bilimsel gerçekçiliği olmayan kitaplardan aldığı alıntılarla anlattığı olaylarda  şu ana nokta öne çıkmıştır:

ANA HEDEF: Türk Azınlığını, Bulgar hükümetine karşı haklarını savunmak için teşkilatlandırmak.

SON HEDEF: Bulgar Hükümetini Türkiye Cumhuriyetiyle göç antlaşması imzalamaya çekmek ve bunu sağlamak.

İki hedefin ikisi de aldatıcıdır. Bulgaristan Türkleri daha 1984’te ülke çapında örgütlenmiş, fakat kitle içinde hainlik salgını alıp yürüdüğü için lider olarak HİÇ BİR kimseye güvenilememiştir. Burada, Ahmet Doğan lider fesini çalmak için yola çıktığını, HATTA HAPİSHANEDE YATTIĞINI  gizlememiştir.

İkinci olarak, bütün baskı ve teröre rağmen, vatan toprağından kolay kolay sökülmek istemeyen Bulgaristan Türklerini kışkırtma niyeti ortadadır.  O koşullarda, program yazan Türk direniş hareketlerinden hiç biri Türkleri göçe davet eden cümle kurmamıştır.

Şimdi 10 Mayıs 1984’yılında, o zaman Kırcaali iline bağlı Karamanlar (Karamantsi) köyünde bir ideolojik toplantıyı hatırlayalım. Köylüler Okuma Evi salonuna toplanmışlardı. Sözcü, onların komşu köyden hemşerisi sayılan, Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi (BKP MK) adına gelen Salif İlyazov’tur. O yıllarda S. İlyazov BKP MK Ajitasyon ve Propaganda Şubesinde görevlidir. O konuşmasında, Karamanlar köylülerine, Bulgaristan’da halka açık bir toplantıda ilk defa olmak üzere şöyle hitap etmiştir.Bulgaristan Türkleri arasından edebiyat Profesörü olarak yetişen,fakat tarih konularını da işlerken, “Anadolu’daki Bulgar Devletleri” adlı bir de eser yazarak Konya-Karaman yöresinde eskiden bir Bulgar Hanlığı olduğunu anlatan Prof. İbrahim Tatarlı’dan alıntılar vererek, Karamanlar köylülerine “siz Bulgar Hanlığından gelmişsiniz, hepiniz Bulgarsınız, adlarınızı, dininizi ve dilinizi değiştirme vakti geldi” deyince, oturdukları sandalyelerden fırlayan köylüler, “senin azından çıkanı kulağın duyuyor mu?” çığlıklarıyla konuşmacıya  çullanarak onu hırpalamışlar ve eşek sudan gelene kadar dövmüşlerdir. Daha önce böyle bir olay yaşanmadığına göre, Bulgaristan Türklerinin kimliklerini savunma davasında ilk Mayıs dövüşü bu olaydır. Bu olaydan birçok kişi hapiste yatmış başkaları da sürgün edilmiştir.

Ve bi<z bugün Mayıs İsyanı’nı anarken, şehitlerimizin anıtlarına çelenk ve çiçek götürürken bu ilk halk patlamasını asla unutmamalıyız.

Devam edecek.

Reklamlar