Bulgar okulundan aklımda kalan bir tek “Krali Makro” masalıdır. Bir dev adamın büyük elleri, kocaman gözleri, güçlü adaleleri, uzun kılıcı ve tepeden tepeye sıçrayışıyla işleri hal etmesi anlatılır bu masalda…. Avrupa’nın yoksullar dostu Roben Hut gibidir.
Olağanüstülükte yaşayan Krali Marko’ya güvenip zulümden kurtulmak, masalı dinleyene zor günde kurtarıcı olan birine umut bağlamayı aşılar. Ruha işleyen umut, gözleri oraya buraya çevirir. Ortaya çıkan sonuçta kurtuluş ezilenin kendi işi değildir. Ancak yabancı birinin yardımı gücüyle mümkün olabilir. Aşılanan budur ve sonunda alın yazgısı gibi inanç olur. Dıştan yardım geleceği hep hayal edilir. Bir yerlerden uzanacak “kurtarıcı el” özlenir. Bulgar’da bu, 1877 / 78’ Osmanlı Rus Savaşında yaşandı. “Kurtarıcı” Rus geldi. 1944’te Tuna ırmağını ikinci defa geçen Sovyet Ordusu Alman faşistlerine palayı pırtıyı toplattığında bu inanç güçlendi. Bağlılık doğdu. Birkaç gün önce Berlin’i ziyaret eden ve Başbakan Merkel ile görüşen yarının Bulgar Başbakanı Boyko Borissov ziyaret sonuçlarını açıklarken şöyle dedi. “Siz seçimleri kazanın biz size yardım edeceğiz!” Yani Bulgar Osmanlıdan ayrılalı 139 yıl oldu. Başkalarının bize yardım edeceği inancı artık bir hayal olmaktan başka politik program olmuş! Ne yazık değil mi?! Genelleştirirsek, dış güce güven Bulgar öykülerinde öz oldu.
Olağanüstüyü bekleyişte bir psikolojik kurtarıcı umudu vardır. Ormandaki kötü kurt Kırmızı Şapkalı Kız ile nenesi diri diri yutar. İyi yürekli avcı yetişir, onları kurdun karnından çıkarıp kurtarır. Bu kurgu, politik olarak harmanlandığında, insanın, devletlerin karanlıkta yürüme riskinden korkmama hissini doğurur. Bulgaristan 2007’de Avrupa Birliğine (AB) çağrıldığında üye olmaya tamamen hazır değildi. Üye olmakla büyük risk aldı. Bu risk ülkeyi iyice çökertti. Şimdi bocalıyoruz. Rusya hareketlendiğinde toplum her defasında ikiye bölünüyor. Yarımız Moskova’ya, yarımız Brüksel’e bakıyor. L. Mestan yönetimindeki Hak ve Özgürlükler Hareketi Rusya’nın Kırımı ilhakından korkarak bakışlarını Batıya çevirmesiyle Sofya hükümeti düştü. Dengeler çok ince ve hassadır. Sergey Stanişev ile Lütfü Mestan “Kartal Köprü”de öpüşürken, bu işin tuzu biberi olan bir şarkı söyleyen sanatçı Kıristina Dimitrova şimdi, Bulgaristan’da bir Türk olmasını istemeyen “Ulusalcı Cephe” den milletvekili adayı oldu. Bizse bunlar sarmaş dolaş şapır şupur öpüştüler demiştik. Nerde, gerdek gecesi ayrıldılar.
Bulgar’da, dolu da yağsa, kar da serpiştirse, bela kapı çaldığında Rusya bizi kurtarır havası canlıdır. Unutmayalım kurtarılanlar kurtarıcının isteklerine tabii olmak zorundadır. Kurtarılma anı bir doruktur. Aynı an yeni bağımlılık başlar. Bulgaristan “demokrasi” dediği an Rusya enerjimizi aldı. Kölelerin uyanmasını kimse istemiyor. Hakim olan mantık şudur: “Ne kadar daha kötü yaşamak zorunda kalırlarsa, bize olan bağımlılıkları o derece artar.” Bunu diyen şimdi yan yattı, bayılmamızı bekliyor. Ahmet Doğan gibi Moskova uşakları sem eletilerek bayıltılmamız rol aldı. Ödevleri halkımızın suyunu çıkarmaktı. Avcı avını öldürmek için avlar. A. Doğan çetesi şimdi anlatılan öyküde bizi hala öldürmüyor, hayvanat bahçesinde kafeslere kapatılmış durumdayız, aç susuz bırakıldık, hiçbir iş yapmadan iştahtan kesildik, hava parasız, nefes almaya çalışıyoruz, dayanamayıp ölmemizi bekliyor. Yazdığım canlı öykümüzdür. Avrupa Birliğine Bulgaristan emeklilerinin üçte birinin 130 ile 180 leva arasında emekli maaşıyla hayat sürdürdükleri yanlışlıkla rapor edilmiş olmalı, dünya işitmesin diye merkezin dış dünya ile iletişiminde birkaç gün arıza çıkmış. Bu da bir masal tabii de, içinde işler düzelir umudu var.
Bu bakıma biz Türkler içimizdeki ilk mayalanış açısından diğer insanlardan farklıyızdır. Bulgarların bizi anlayamamasının ana nedenlerinden birisi tam budur. Biz, kurtarıcı gücü içimizde ararız, insanı bir durumdan başka bir duruma dönüştürenin özsel olduğuna inanırız. Öz gücümüzün kaynağı bedenimiz ve ruhumuzdaki gizemdir. Karanlıktan çıkan ışık gibi, parladıkça güçlenir. “İşçi sınıfının kurtuluşu öz davasıdır” diyenler, bu sloganı bizden asırlar sonra yükseltti. Biz kendimize inanarak kök saldık, dallanıp yapraklandık, isyanlarımız açtığımız çiçeklerdir.
Büyük Goethe “Bin Bir Gece Masallarını” okumadan Batı dünyasına ışık saçamadı. Uyanmak için, dağı delen Ferhat’tı görmeliydi. “Hafız”ı okumalıydı. “Dede Korkut” masallarının kokusunu almalıydı.
İnsan doğasına, onun vicdan ve ruhuna, inancına, yaşam biçimine, baş kaldırmasına, ayaklanmasına, devrim yapmasına, mayalandıkça ışık arayan yolculuğuna ne adasak azdır! İslam’a inanan bir halk, alın yazısını örerken zaman gelir seçim yapmak zorunda kalır.
Birey ve kitle olarak hareketlenme, kader yolu çizme kullanıma açık kutsal bir haktır. Örneğin soydaşların yeni yol seçerken, 5 Ekim 2014 günü, mübarek Kurban Bayramı duasında bir sayfayı kapatıp yeni bir sayfa açmayı seçmeleri, nefes keser nitelikte bir seçimdir. Şunu da unutmayalım, masallardaki özün ateşinde hep iyilik ile hoşgörü vardır. İyilik ve hoşgörü Türklüğün Çoban Yıldızıdır.
Alman halkı İkinci Dünya Savaşından yaralı çıktı. Ülkesi yerle bir edilmişti. Alman ruhunun iyilikle uyanmasında Anadolu efsane, öyküleri ve insanlığı yaşatma mücadelesi büyük rol oynadı. 1945’te bu ülkede 12 cilt halinde Almanca olarak basılan “Anadolu Masalları” büyük ilgi gördü. Savaş yorgunu Almanlar insandan insana iyilik akışına susamıştı. Elleriyle gömdükleri hoşgörüye yaşam hakkı tanımaya yürekleri varmıyordu. İçlerindeki barbarlığı gömmekse hiç de kolay olmadı. Her şeyini yitiren bir halkı ayağa kaldıran iyiliği yaşatma hırsı Anadolu öyküleriyle ateşlendi. Yine eski kıtanın birincisi oldular. Türklerin iyi olanı bulup yaşatma tutkusu, klasik dünyanın ateşi bulmasından önemlidir, çünkü iyilik insanın içindeki ateştir. Çünkü iç dünyamız, inançlarımız, var oluş nedenlerimiz iç ateşimizle değişmeden, dış dünyayı değiştirme ve dönüştürme gücümüz harekete geçmez. Kendisi değişmeyen başkasını etkileyemez. Ufuktaki yükseliş içimizdeki özün derinliğindedir. Dış kurtarıcı bekleyen bugün de AB’de “yardım programı” ya da Moskova’dan “doğal gaz fiyatında indirim” hayal edip bekliyor. Kıyaslamalı bir ifadeyle, kendiliğinden kaynayan bir ayazma havuzuna berrak su dolmasına benzer. Dışardan yardım bekleyense boş bir kovadır ve birisi tarafından doldurulmayı bekler. Aradaki fark bu kadar büyüktür. Gerçek böyle olunca, Batı kurtarıcı masallarını kendisi için değil, sözüm ona kurtarmak istedikleri, yani himayesi altına almak istedikleri için uydurmuştur, desek abartmış olmayız…. Şu dönemde bizim bütün kalkınmamızı, tüm yatırımlarımızı AB programlarına bağlamamız anlamı aynı olan acı bir örneklemedir…
Kurtuluşumuzun, haklarımızın, özgürlüklerimizin başka birileri tarafında paketlenmiş hediye paketinde kalaylı bir tepside sunulacağını beklemek, bebelerin leyleklerin gagasındaki bohçada geldiğine inanmak gibi bir şeydir. Çünkü “armağanı getiren” ayağını bastığı yerden geri almaz. Bizdeki Rus egemenliği 100 yıl sürdü. Çanakkale şehitliği ve egemenliğimiz savaşla kazanılan edinimlerin hafızamıza kazınmış örneğidir. Ahmet Doğan “haklarınızı ve özgürlüklerinizi” garanti ediyorum dedi, kendisi saraya geçti, herkesi aç ve susuz karanlıkta bıraktı. Yani aldatıldık! Onun sayesinde bize tanıdığı özgürlük kümesteki tavuğun eşelenme özgürlüğüdür. Hak olan, insanın kendisi için mücadele ederek elde ettiğidir. Ak yüzümüzü dünyaya gösteren 1989 Mayıs Ayaklanmasıdır. Her halk ayaklanamaz. Bu iş yürek hem bilinç ister ve bizde bu yüceliğin olduğunu dünya gördü. Yıllar içinde vicdanımızda körleşme olduğu sezildi. 1990’da Ahmet Doğan’ı başa geçirmekle boş bulunduk ve tuzağa düşürüldük. Kuşkusuz son 100 yıl hepimizi çok etkiledi ve değiştirdi. 19. yüzyılda yabancı kalemlerce hakkımızda kaleme alınan öykülerinde cami, hamam ve çarşı arasında dolaşan hayaldik. Kara çarşaflı “öcü”lerse dişilerimizdi. İnsanın içi değişmeden dışı değişmez, zulüm gören halklarda dışsal yani şekilsel değişiklik izlenir. Bu bizde de izlendi. Rüzgâra kapılanlarımız, yön değiştirenlerimiz oldu. Bundan dolayı dıştan dayatılan değişim içsel dönüşümün önünde gittiğinde, yaşam kuralları terse döner. Bugün bunu yaşıyoruz, yabancı bir dili ana dilinden daha iyi konuşanların ruhu çarpılmıştır. Bir fidan dalındaki meyveden daha iyi bir meyve veremez. Erikten armut, elma ağıcından portakal toplayamayız. Meyveler özü yaşatan özlerdir. Buradaki umut doğal olanın her zaman üstün geleceğine inancımızdır.
Bir de işi bitti, artık düdüğü ötmez, hesabı görüldü dediklerimizin hayatımız üzerindeki etkisi, kokusu çekisi öyle halı silker gibi silk ilemez, yıkanıp paklandı desek bile kokmaya devam eder. Burnumuzdaki başımızdan geçenlerin kokusudur. Burnu koku almayanlarsa hainlerdir. İç dünya paklamakla paklanmaz. Korkmuş olan koktukça ürperir. Ürperdikçe sigaraya sarılır. Yataktaysa kalkar. Gezinir. Işık aramak için kafasını cama dayar. Dört duvar koğuşta cam yoktur. İçerdeki alnını cama dayamayı özler. Mahallenin öte ucunda kör bir lambanın loş ışığı kurtuluş simidi olur. Sıcağı hayal eden ısınmayı umut eder. Sevgi ile umut içsel yaşantıdır, mesafe tanımaz, insanın içinde hep yaşar ve yaşadıkça hayata su verir.
Komünizm sözde gitti, ama etkisi yaşıyor. Totalitarizm aşıldı, ama insanların hafızasında “Belene” ölüm adası, hapishane zulmü, işkenceler, sorgular, koğuş karanlığının tırnak izleri her hücremizde acıyor. Yaralı sinir dokularımızı pansuman edecek doktor hala doğmadı. Artık akademide en iyi öğrenci olsa bile yaralı ruhlar için pansumal bezleri henüz geliştirilemedi…
Şimdi size iyi yürekli güçsüzün kötülük yapan dev güçlüyü nasıl yendiğini anlatan bir masalım var. Bana hediye edilen bu kitabın içindeki bilgeliği bana akıtmak isteyen kalbin sıcaklığını hissederek birlikte okuyalım:
Serçe ile Fil
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde bir serçe varmış. Yol kenarına yuva yapmış, eşi kuluçka yatarken, yoldan geçen hantal fiil yuvaya basmış, eşini ve yumurtalarını ezmiş. Her şeyinin yok olduğuna, soyunun tükeneceğina yanan serçecik çok ağılamış, yanık yanık ötmüş ötmüş ve sonunda olan odluyu kabul etmiş.
Kendine geldiğinde kadere teslim olmayıp öç almaya karar vermiş.
Önce kargaya gitmiş, başına gelenleri anlattıktan sonra yardım istemiş.
– “Ben ne yapabilirim!” demiş karga.
– “Fiil uyurken gaganla gözlerini oyacaksın, kör olsun!” demiş serçe..
Bir gün fiili uyumuş, gözlerinin etrafı sinek kovanı olunca karga gagasıyla gözlerini oymuş ve onu kör etmiş.…
Kargaya teşekkür eden serçe uçup derede vaklayan kurbağanın yanına gitmiş ve ona da:
– “Kurbağa kardeş bana yardım et!” demiş ve başına gelenleri anlatmış.
– “Ben ne yapabilirim?” deyen kurbağaya
– “Karga kardeş fiilin gözlerini oydu, artık göremiyor. Senden istediğim,
Susayan Fiili kurumuş olan karşı dereye götürmeme yardım etmen. Yüksek kanonun altında vak vak yapman yererli olur. Fiil de senin sesine aldanıp su içmeye gelir!” demiş.
Kurbağa serçenin isteğine uymuş ve su arayan fiil etrafta dolaşırken kanondan gelen vak vaklara aldanmış ve susuz dereye devrilmiş ve serçe muradına ermiş.
Bu masal bize saraylarda bilgelik taslayanlardan güçlü olanın zekâ olduğunu öğretir. Zeki davranan her zaman kazanır. Masallardaki başarı ruhunu yaşatan zekâdır.
Filiz SOYTÜRK