Tarih: 10 Ekim 2018
Yazan: Rafet ULUTÜRK
Konu:  Bulgar aşırı milliyetçiliği öncelikle özgürlük düşmanıdır.

 

Roma imparatorluğunun yok olmasının milliyetçilikle ilgisi yoktur. O, monarşi, oligarşi, otokrasi, teokrasi, (ruhani devlet idaresi), tek adam idaresi vs denedikten sonra 476’da pes etmişti. Bin yıl sonra 1453’te İstanbul’un düşmesiyle Türkler tarafından defteri tamamen dürüldü.

Temel sebebi zekâsız yönetimlerin, bin yıllık milletlerden, egemenlik, devlet ve halklardan kurtulma hevesi olan bu süreç asırlarca sürmüştü. Koskoca imparatorluğun yıkılmasına neden olan ana nedenler savaşlar dışında şunlardır:

1)      İmparatorluğa kusursuz hizmet ederken Gotlara bir köle gibi davranıldı;
2)      Hak eşitliği isteyen Gotlar (03.08.378) ayaklandı ve Roma imparatorluğunun düşüşü başladı. Olayı tarihe döken Aziz Amros: “Tüm insanlığın sonu geldi” diye yazdı. Tarih olan Roma uygarlığıydı. Demokrasi, cumhuriyet, senato, şan ve şöhret gömüldü. Fakat Roma ruhu kalmıştı.

Bu tarihi yazanlar, çöküş nedenlerini farklı sıraladılar.

Kavimler göçü, adaletsizlik, rüşvetçilik, ağır vergiler, nüfusun azalması, tarımın durması, ticaretin gerilemesi ile otokrasinin zayıflaması vsy. art arda dizildi, kitap oldu, okutuldu.

Diyalektik tarih yazımızda uygarlıklar üretim ilişkileri ile üretim araçları arasındaki uzlaşmaz çelişkilere kurban olur.

Roma medeniyetinin yerine gelen İslam medeniyeti hiçbir kimseye köle dememiş, din, dil, millet, kültür vsy. ayrımı yapmamış, değişik kültürlerden insanları İslam uygarlığında eşitlik esasında birleştirmiştir. Köle ve köle sahipliğinin yerini alan yeni topluluğun adı ümmetti.

Felsefi bir konu olan bu olay, halka anlatılırken sıçanların kediyi yemesi örneğiyle açıklanır.

Batı’da Roma devrinden sonra gelen çağda kölelikten kurtulan ve kendini değil iş gücünü satmak isteyen işçilerdir. Fransız İhtilalinde (1795) sıçanlar işçiler ve burjuvalar, kedilerse toprak ağaları ve Krallardır. 1968’de Paris sokaklarına yeniden inen Victor Hügo “Gavroşları” bu defa işçileri yemek isteyen “beyaz yakalılardı”. Dünya yeni bir uygarlığa – Bilimsel Devrim Çağına – adımlıyordu.

Ne yazık ki, 1968’de Batı demokrasisi liberalizme dönüşürken eski kıta çatladı.

Çökmeye başladı. El kol emeğiyle çalışıp geçinenler, yeni teknolojik koşullarda, dünyaya ancak beyin gücüyle hâkim olmak isteyenler karşısında teslim olmak, gerilemek istemediler. İsyan hem Doğu’da, hem de Batı’da patlak verdi. Doğu’da, beyaz yakalıların çağın devinim gücü olması, işçi sınıfının misyon zamanının sona erdiği yani komünist partilerin iktidardan çekilmesi gerektiği anlamına geliyordu…

İlk kez değişim ateşi Batı’da ve Doğu’da birden parladı, kıvılcım saçtı.

Paris’ten sonra Prag ayaklandı. Paris devrimi tamamladı, Prag yaralı kaldı.  Bulgaristan da aralarında Varşova Paktı tankları “Prag Baharı” nı ezdi. Doğu Avrupa iç yara aldı. Kan aktı. Bilimsel teknik ve teknolojik devrime geçemedi. Bugün eski kıtanın Doğusu, Güney Doğu’su insansız kalıyor. Yaşam durakladı. En kötüsü cahillik, adaletsizlik, rüşvetçilik aldı yürüdü. Üstelik Afrika ve Asyalı kitleler de Batı Avrupa’ya akıyor.

Yani kuşak yeni uygarlık arıyor.

Ne yazık ki, Batı liberalizminden beklenen çiçekler açmayınca Fransız Fukuyama 1992’de “Tarihin Sonu ve Son İnsan” kitabını yazdı. Tarihe bakıp geleceği okuyanlar şimdiki medeniyete 50 yıl ömür tanıdı.

Bu yarım asrın içinde uluslararası alanda kayda değer olaylar oldu. Berlin Duvarı yıkıldı. Mastriyt Kriterleri duvarı dikildi. Kaypak ve sallanan kayalar üzerine kurulan bu yeni yapıdan, post modern kimlik, çok kültürlülük, uzay kardeşliği ve küresel kimlik yaratılmaya çalışırken, serbest piyasada umut satmaya başladılar. Vatandaşlar tüketici oldu. Piyasa dalgalanmasından atılım üretmeye başladılar. Tüm bu olayların içinde dün olduğu gibi bugün de memleketimiz Bulgaristan’ın da bir Avrupa Birliği, NATO ve Balkan ülkesi olarak aktif yer ve rol alması, eski kıtayla birlikte çökerken ayakta kalmaya yol arayışları, geleceğimiz için ilgi çekicidir.

Gelecek nedir?

Basit değerlere, tarihin başlıca merhalelerine, hepimizi besleyen toprağa, iyi komşuluk ilişkilerine, yardımlaşmaya, anlaşma ve hoşgörü ortamına, uzun vadeli yeni süreçlere dönüştür gelecek….

Bugün Batıda ekonomi neyse siyaset de odur düşüncesini savunanlar çoğaldı. Oysa siyasetin tam anlamı uygarlıktır. Çöken aslında ekonomi değil uygarlın kendisidir.

Günümüzde bütün yalanlar rakamla anlatılıyor. Her rakam bir yalan gizliyor.

  1. yüzyılda Doğu’da biten ve kaçıp Batıya sığınanlara “disident” dediler. Doğu Avrupa ülkelerinden Batıya kaçıp yerleşmeye çalışanlara bakıldığında asıl çöküşün Doğu’da olduğunu görebiliyoruz.

Disident olan kimdir?” dediğimizde, Kendi kafasıyla düşünen ve baskı ve kulluk kabul etmeyen bağımsız bir zekâ görüyoruz. Bu zekanın 20. yüzyıl boyunca diktatörlük, monarşi, totaliter düzen, baskı ve zulümle mücadele ettiğine tanık oluyoruz.

Verilen şehitleri unutmadık. Kültürel soykırım yaşadık, acısı dinmedi.

Türkiye Cumhuriyetinde ve Batı ülkelerinde yaşayan ve çalışanlar, bu tip bağımsız zekâlı, hürriyete susamış insanlarımız çoğaldılar. Ana değerimiz özgürlüğümüzdür.

Temel isteğimiz haklarımızdır. Bağımsız yaşamak ve mutlu olmaktır.

10 Kasım 1989’da diktatör Todor Jivkov devrildiği tarihtir. Bunu vesile bilerek bize karşı gelen komünist ve faşist milliyetçi tehlikeyi ve şiddeti kısaca bir özetleyelim;

Özünde Türk, azınlıklar ve İslam düşmanlığı olan komünist Bulgar milliyetçiliği 1956 yılında Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi Birinci Sekreterliğine Todor Jivkov’un geçmesiyle başladı.

Onun yöneldiği siyasetin 1941-1944’te Nazi Almanlarına kölece bağlılık hattının ve 1944’ten başlayarak  omurgasız ve onursuz Stalin’e dalkavukluk siyasetinin devamı olduğu hemen görülür.

Rus diplomat Valentin Terahov 1972’de çıkan “SSCB-BHC İlişkileri” kitabında, “Bu siyaseti gerçekleştiren güvendikleri adamın T. Jivkov olduğunu” yazdı. O yıllarda Yahudiler ve Çingeneler Toplama kamplarına gönderilmiş, 1951’de Türkler göçe zorlanmıştı. Etnik azınlıkların malı mülkü, okulları, ibadethaneleri, kültür evleri devletleştirilmiş, maddi ve manevi imkânları tamamen budanmıştı.

1962’de hem parti hem de devlet yönetimini avucunda toplayan Jivkov ortaokul mezunu cahil biriydi. Etrafına topladığı kişiler de cahildi. 1944-1989 yılları arasında Bulgaristan’ı yöneten Başbakanların hepsi ilkokul mezunu olup, sadece 1986’da Başbakan atanan Georgi Atanasov yükseköğrenimlidir.

Bulgaristan’ın 2. büyük şehri olan Filibe (Plovdiv) ili parti ve belediyesi aynı yıllarda 7 kişi tarafından idare edilmiş ve Bunlardan yalnızca birisi – Kosta Çakalarev – 4. Sınıf görmüş, diğerleri ancak 3. Sınıfa kadar okula girmiş ve yüksek görevlerde bulunmalarına sadece partizan olmaları yeterli olmuştur.

1956 yılından sonra, BKP MK Politik Bürosunda azınlıkların isim ve din değişikliğiyle Bulgarlaştırılması zulmünü yöneten 7 kişi arasında da yüksek tahsilli kişi yoktur.

Yazar Dimko Doçev’in kaleme aldığı “Bulgaristan Partizanları – Efsaneler ve Gerçekler” (2005) kitabında, partizanlardan % 42’sinin okuryazar olmadığını, 1944’ten sonra kurulan Bulgar hükümetlerinin “kunduracı” ve “terzi” idaresi olduğuna işaret etmiştir. Tarih bu insanlarla ne devrim ne de evrim olabileceğini her gün kanıtlıyor.

Bulgar milletinin ve kendilerini iktidarda ve iş gören sananlara, zalimlere, teröre karşı bu toprakların onurlu kitlesi olan Müslüman Türkler 1989 Mayısında ayaklandı. 72 bin kişinin başkaldırdığı bu direnişte 2 milyon Müslümanın ruhu birleşti.

Todor Jivkov cahillik ve adaletsizliğini deviren bizdik.

Bu memleketin kulluk ve kölelik kabul etmeyen, en omurgalı ve en onurlu kesimi devrimci dönüşümlerin perdesini ve bayrağını kaldırdık. Faşist ve komünist ruhlu Bulgarları karşımızda birleşmiş bulduk. Öyle kaynaştılar ki halen bugün de ayrılamıyorlar.

10 yıldan beri, 2016’dan başlayarak, bu işler böyle olursa yok olmamız elde bir kokusu olan Bulgar orta katmanın sosyolojik anketlerde BSP ve DPS’ye öncelik tanıdığını ve aşırı milliyetçileri çöpe atma fırsatı tanıdığını görüyoruz. Ağır bir mücadele içindeyiz ve 2019 yılında galip gelmek zorundayız….

Şu da var ki, bu kör cahil ama takım elbiseli, kravatlı, kunduraları cilalı ve siyah “Volga” araçlı gösterişli yönetimin yemini eksik etmediği bir Bulgar milliyetçiliği var. Bulgar milliyetçiliği dendiğinde her defasında vatanını ve Bulgar oluşunu seven, sayan, onunla gurur duyan, geleneklerine ve törelerine bağlı Bulgarlar anlaşılırken, bir de Osmanlı, Türk ve İslam düşmanlığından fışkırmış ideolojik Bulgar milliyetçiliği var. Bu ikincisinin dört elle sarıldığı ırkçılıktır, faşizmdir ve insan düşmanlığıdır. Biz Bulgaristanlı Türklerin bu 2 milliyetçiliğe bakış açımız, değerlendirmemiz ve münasebetimiz kökten farklıdır. Biz Bulgaristan Türkleri olarak ideolojik milliyetçiliğe, ırkçılığa, ötekileştirmeye ve faşizme kesin karşıyız.

Bu nedenle bizim – Bulgaristan Müslüman Türklerinin – hepimizin içinde monarşi faşizmine (1934 – 1944) ve komünist totaliter faşizmine (1973-1989) kesin bağdaşmaz, uzlaşmaz tepki ve düşmanlığımız olduğunu bir daha vurguluyorum.

Bu yüzden günümüz iktidar ortaklarına, güya “yurtsever cepheye” – VMRO, “Ataka” ve s.o. “Bulgaristan’ı Kurtarma Cephesine” (üçüne de) kesin düşmanız, iktidarda bulunmalarını tehlikeli buluyoruz ve Başbakan Yardımcısı V. Simyonov ile Başbakan Yardımcısı K. Karakaçanov’un tüm görevlerinden hemen istifa etmesini isteyen kitle hareketine biz de katılıyoruz.

Şu da var: İçimizde kaç Avrupa var. Biz Bulgaristan Müslüman Türkleri olarak VMRO, “Ataka” ve “Bulgaristan’ı Kurtarma Cephesine” – sözüm ona “Yurtsever Cephe” (faşist gruplaşma) tarafından savunulan Avrupa Birliği’ni, aşırı milliyetçilerin, faşistlerin savunduğu Müslüman ve İslam karşıtı, sığınmacı düşmanı değerlere katılamayız.  Bu bizim dünyamız değildir ve olamaz.

Biz, soydaşlar ve Bulgaristanlı Müslüman Türkler olarak,  ideolojik ve siyasi milliyetçiliği (nasyonalizmi) bir Avrupa değeri olarak kabul etmiyoruz ve kınıyoruz. Bizler Faşizan partilerin kapatılması, faşist milletvekillerinin Sofya ve AB parlamentosundan kovulması uğruna mücadele veriyoruz. Faşizan ideoloji ve siyasetin ucunda hürriyet düşmanlığı, insan hakları düşmanlığı, etnik azınlıkları eritip asimile etme küstahlığı, Nazicilik, toplama kampları, kültürel soykırım, yaşlı Türk kadınlarını sınır kapılarında tartaklama, camileri taşlama, seçim günü zulmü, öksüz ve özürlü çocuklu anneleri kötüleme, Çingene kadınlarına saldırı vs vsy  var. Kuşkusuz soydaşlarımızın oy verme, seçme ve seçilme haklarını kısıtlama, zorluk çıkarma da var.

Bu yasa dışı olaylar bizim gözlerimizin önünde gelişiyor. Bu gerçekten çıkarak, AB’nin, AB parlamentosunun, AB Konseyinin ve tüm yönetim organlarının hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı kalarak, insan hakları ve etnik, kültürel, din ve dil, ana okulu ve anadilde eğitim, okul ve kültürel yaşam  vb. azınlık haklarına ilişkin yasaların faşist meclis grupları tarafından değil, AB yönetimi tarafından belirlenmesinde ısrarlıyız. AB üyesi ulusal devletlerin imzaladığı uluslararası anlaşma maddelerinin Bulgaristan gibi ülkelerde mutlaka uygulanmasında ısrar edilmelidir. İnsan Hakları Çerçeve Sözleşmesi ve AGİT Anlaşması maddelerinin bütünsel uygulanmasında ısrar ediyoruz.

Ancak bu yapılırsa, yolu faşizme açılmış olan Bulgar aşırı milliyetçiliğinin hevesi kesilebilir. Şu iyi bilinmelidir. Bulgaristan’daki gizli faşizmdir, kaba kuvvet kullanmaya, öç almaya hazır, hırslı ve yayılması an meselesi olan faşizmdir. Büyük bir tehlike içinde bulunuyoruz. Bu faşizmin sivri okları zehirlidir ve Türklere, Müslümanlara, İslam’a ve sığınmacılara karşı yöneltilmiştir.

Bulgaristan’daki bu yönelim daha 1968’de Çekoslovakya’ya asker çıkarıldığı dönemde güç toplamaya başladı.

BKP MK Politik Bürosunun yönettiği bu süreç, önce III.Bulgar devletini ilan etti. Sosyalist Bulgar devletini, 1878’de ülkemizin Ruslar tarafından işgal edilişinin, 1908’de ilan edilen Monarşinin, 1934 askeri darbesiyle başlayan Monarşi-faşist diktatörlüğün devamı olarak ilan etti. Bunun bir anlamı da, 1913’te Müslüman Pomaklara şiddetli saldırı, Bulgarlaştırma ve Hıristiyanlaştırma siyasetinin devamı anlamına geldi ki, 1972’de Karasu (Mesta) boyu Müslümanlarına çullandılar. Aynı zamanda bu okullarda Türk çocukların kafasına Türk ve İslam düşmanlığı akıtma hainliğine hız kazandırdı. Baskı altına alınan, terör ve zulüm gören kardeşlerimizin kafasına kulluk,  kimsesizlik, yalnızlık, korku, omurgasızlık, bir daha asla ayaküstüne kalkamama, Türk kimliğine dönememe endişesi mıhlanmaya ve perçinlenmeye çalışıldı.

1980’den önce çıkan ve rüzgârın yön değiştirdiğine işaret eden 2 kitaba işaret etmek istiyorum.

Bunlardan biri, politik milliyetçiliğin babası  Anton Donçev’in “Ayrılık Zamanı” (Osmanlıda sözde Türkleştirme ve İslamlaştırma zulmü uydurması) ve ikincisi de, “Soya Dönüş” (isim değiştirerek Türkleri Bulgarlaştırma) Ulusal Programının ilk başkanı görevinde bulunan Prof. İlko Dimitrov’un yazdığı Önsöz ile Büyük Savaş öncesinin faşist başbakanı “Bogdan Filov’un Günlüğü” eserinin yayınlanması olmuştu. Bu eserlerin birincisinde Bulgar ideolojik ve siyasi milliyetçiliğinin azdığını ve ikincisinde de faşist monarşi rejim uygulamaları ile totaliter komünist öteki düşmanlığı ve asimilasyonun perçinleştirilerek özel kaynak yapma atılımını görüyoruz.

Günümüzdeki durum farklı değildir. VMRO ve güya ”Yurtsever Cephe” geçen yüzyıl başından kalan Bulgar milliyetçiliği kırıntılarını yalarken, “Ataka” da Rusya kulluğundan geçiniyor.

Şu da asla unutulmamalıdır. GERB partisi meclis grubu başkanı Tsvetan Tsvetanov, komünist dönem zulmünün son İç İşleri ve gizli polis “DS” Başkanı Dimitır Stoyanov’un yakın korumasının öğlu ve kendisi de bir “DS” subayıdır. Başbakan Boyko Borisov ise T. Jivkov’un yakın korumasıdır. Burada totaliter komünizm ile Moskova’ya bağlı Bulgar ideolojik milliyetçiliğinin buluşup kaynaştığına tanık oluyoruz. İktidardaki “sım sıkılığın” “birliğin” nedeni işte bu aynı kaynaktan oluş ve aynı memeden beslenmekten gelen kardeşliktir.

Yani faşizm kulluğu, omurgasızlık ve şerefsizliktir. Bu güçlerin bugünkü şiarı şudur: Tarih bataklığından ders alınmasın. Geçmiş temizlenmeden kalsın. Kendi kendine suyunu çeksin ve kurusun ki, gerektiğinde o yere yine basabilelim. Sol ve sağ liberalizm yoktur. Faşistlerle birlik kurulabilir vb.

Günümüzde bu güçlerin rüyasını kaçıran Büyük Yeni Türkiye’dir.

11 Kasımda Paris’te Birinci Dünya Savaşı’na son veren Versay Antlaşması’nın 100. Yıldönümünü anma törenleri var. Birinci Büyük Savaşa katılmayan devletlerden biri olan Osmanlı ve devamında Türkiye Cumhuriyeti özel davetli olarak Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN tarafından temsil edilecek, Başkan Donald Trump, Başkan Vladimir Putin, Başkan Emanuelle Macron ve Başbakan Angela Merkel ile temasta bulunacak.

Ziyaret öncesi bir daha açıklandığına göre, İkinci Dünya Savaşından bu güne kadar Batı Avrupa’yı ABD silahlı kuvetleri NATO koruyor. Ekonomik çıkmaza batan, sığınmacı istilasına uğrayan AB, mali harcamalarının %60’ını da rüşvet ve dolandırıcılık ejderhasına kaptırmış, İngilizlerin ayrılması sonucu da baştan başa parçalanmıştır. 1968’de başlayan liberal medeniyetin matem çanlarını herkes işitiyor. Özellikle de memleketimiz gibi, büyük vapura binip büyük denizin ufkunu görünce kendini kaptan sananlar dalgalı dönemden geçiyor. Batışlar hep böyle başlamıştır.
Okuduğunuz için teşekkür ederim.
Lütfen dostlarınızla paylaşınız.

Reklamlar