Ahmet TÜFEKÇİ
Tarih: 20 Kasım 2020
Amerika’dan Avrupa’ya önce patates, domates, kabak ardından da demokrasi geldi. Demokrasi, kuralları olan bir toplum düzenidir. Temelinde insan hakları, vatandaş ve azınlık hakları, çatısında da yasaların üstünlüğü vardır. Yasaların üstünlüğü anayasal devlet düzeniyle sağlanır. Yasalar ve diğer kurallar demokratik düzenin toplumsal atkısı ve dokusudur.
Demek oluyor ki, 18. Yüzyıldan beri Amerika dünyayı hem domates ve patates yemeye, hem de demokrasi düzeninde yaşamaya öğretiyor. Bazı kitaplar “Amerikan Başkanlarının ayak basmadığı toprakta demokrasi bitmez” yazar. Eğer bu doğruysa Bulgaristan toprağına basan ilk Amerikan başkanı Bil Klintın (Bill Clinton) 21 Kasım 1999’da Sofya’ya gelmişti yani Bulgaristan demokrasisi 21 yaşındadır.
Bizde demokrasi mayası tutmadı.
20 Kasım 2020’de Avrupa Parlamentosu (AP) “Bulgaristan’da demokrasinin bozulduğuna ilişkin” bir bildirge kabul etti. 10-15 Kasım günleri arasında “Sova Haris” ajansı “demokrasi” konusunda bir anket yaptı ve katılanların % 62’si kötü gelişmeleri doğruladı.
Yargı sisteminin devlet yönetiminin zayıf halkası olduğuna işaret edilen bildirgede, 20 yıldan beri adalet sağlama yönünde adım atılamadığı vurgulanırken, “yargıda sorunlar Avrupa standartlarına uygun çözülmüyor ve son seçimlere katılanlardan (2017) % 74’ü yargı sistemindeki ağır sorunlar devam ettiğini teyit ediyor” görüşüne yer verildi.
Demokrasinin ikinci halkası olan fikir özgürlüğü konusunda AP görüşü şudur: “Fikir özgürlüğü konusunda dünya sıralamasında 111. yerde olan Bulgaristan’da medya özgürlüğüne kısıtlama getirilerek baskı artıyor. Nüfusun % 72’si iktidarın basın hem devlet hem de özel medya özgürlüğü üzerindeki baskılarının arttığını paylaşıyor.”
Bu gelişmeler ülkede “hukukun üstünlüğünden” söz edilemeyeceğine kanıtlarken, demokrasimizin mayası tutmadı da diyebiliriz.
Gorbi perestrroykayı bizden çalmış
Biz yazılarımızda Bulgaristan’da demokrasi rüzgârının 1989’da “Berlin Duvarı” nın yıkılmasıyla esmeye başladığını anlatırız. Tek kişinin otoriter diktatörlüğü olan Sovyetler Birliği sisteminden kopuşu da o tarihlere rastlar. 1991’de Anayasa değişti ve sanki bir yeni başlangıç geldi. Bugün artık 30 yıl sonra Bulgaristan da aralarında, Doğu Avrupa ülkelerinde bir tuhaflık var. Oysa 30 yıldan beri demokrasi, kişisel ve toplumsal değişim konuşuluyor. Tuhaflığın sebebi konuşulanın hayatta yürümemesi olabilir.
1989’dan sonra 10 Doğu Avrupa ülkesinin Moskova’dan kopması ve sürecin günümüzde Ukrayna ve Moldova üzerinden devam etmesiyle hem biçimsel hem de içerik sel değişiklikler yaşandı. Bir defa Demokratik Almanya’nın Federal Almanya ile birleşti ve Avrupa’da ve Avrupa Birliği (AB) içinde yeni bir merkez oluştu. Sovyet sisteminden kopan devletler NATO’ya katıldı ve AB üyesi oldu.
Roma, Bizans ve Osmanlı çağlarında Rumeli olan yarımadaya Balkanlar denirken, AB üyeliğiyle Güney Doğu Avrupa terimini geldi. Ne ki 9 devletli Batı Balkanlar terimi sabitliğini korurken, 2020’de AB’nin Batı Balkanlara genişlemesi siyaseti gündem olunca, yeni isim pek tutmadı.
Tutmayış bir az da beklentilerimize bağlıdır. Dünya yeniden kuruluyor dediğimiz şu günlerde, iki hafta önce “Kabak Festivali” yapan Amerikan kabaklarını, boynuzunun etrafı açılıp çekirdekleri çıkarılınca içine çocukların saklandığını gördüğümde, “onlar nere, biz nere” dedim. Onların demokrasisi de bizim demokrasiden defalarca büyük. Amerika’yı keşfeden Kristof Kolomp’tan başlayarak iri köle sahiplerinin 300 yıllık anıtlarını birer ikişer devirmeleri dünyayı sarstı.
Bulgar yönetimi de “bataktan” başkaldırıp ben de Bizans Hıristiyanlığını Avrupa’ya taşıdım, Kiril Alfabesini tüm İslavlara dağıttım gibi inciler anlatsa da, dinleyen yok. Bulgarların dünya kültürüne herhangi bir katkısı olup olmadığı konusu beyinlerde bir soru olarak dolaşa dursun, 35 yıl Bulgaristan diktatörü olan T. Jivkov’un torunu Bayan Jeni Jivkov’a geçen haftaki açıklamasıyla nefes kesti. TV ekranına çıkarak, Mihail Gorbaçov 1985’te başlattığı yeniden yapılanma (perestroyka) siyasetini dedemden çaldı, açıklamasında bulundu. Kişisel kanımdır. 1985’te Türklerin isimlerini değiştirme bataklığına düşen zalim Jivkov’un “perestroyka” düşündüğüne inanmıyorum. Şu da var, ben onun 1944’ten sonra sımsıkı Sovyetler Birliği’ne sarılan Bulgaristan’ın sosyalist toplum düzeninin lehinde ve insanların refahı için herhangi bir öneride bulunduğuna da inanmıyorum.
Bulgaristan’ın kıpırdanışları
1878’de eli ayağı Rusya Çarlığına bağlanan Bulgaristan ancak 1885’te ilk kıpırdanışta bulunmuş ve Doğu Rumeli’yi ilhak etmiştir. Bu adımı atan Prens Aleksandır Batenberg’tir ve içine düştüğü bataklıktan çıkamayınca, tacını indirip Bulgaristan’ı terk etmiştir.
İkinci kıpırdanışı Batı Mason Localarına bağlı olan Çar III. Boris Birinci Dünya Savaşı’nda sonra yapmış ve Kırca Ali ve Smolyan (Paşmaklı) illerinden 9 Türk kazasını Osmanlı’dan koparıp Bulgar Çarlığına katmıştır.
1940-1944 yılları arasında Nazi Almanya’sına bağlanan Bulgaristan Çarlığı Güney Dobruca ve Ege Denizi kıyılarına ve Üsküp’e kadar genişlemiştir.
Tabii 20. Yüzyılda katıldığı bütün savaşları kaybeden Bulgaristan’ın aynı zamanda yüzölçümü olarak genişlemesi ve ele geçirdiği topraklardaki azınlıkların hepsini asimile ederek Bulgarlaştırma siyaseti izlemesi kimsenin gözünden kaçmamıştır. Bu siyasetin başarılı olabilmesi için önce esir alınan nüfusun diline, dinine, kültürüne ve geleneklerine saldırılmıştır. Bu saldırılar en acımasız şekilde daha 1913’te başlamıştır. Anadilimize yapılan saldırıları nasıl anlamalıyız? Çünkü Makedonlar da dahil, gasp edilen toprakların hepsinde aynı şiddetle uygulanmış ve uygulanmaktadır.
Önce neden dile saldırıyorlar?
Anadil ve edebiyat dili ikisi de canlı varlıktır. Dil onunla yaşayan ve onun taşıyıcısı olan insanlarla ortakyaşar. Dilin canlı seslerinin kesilmesi, insan organlarının kesilmesine eşittir. Bir zülümdür. Dili zor kullanarak yabansı sözler, kavramlar ve sesler sokulması, yabancı organların insana aşılanması gibi bir şeydir. Zulümdür.
Dil düşüncenin, merhametin ve hayırseverliğin ve tüm iyilik ve güzelliklerin özündedir. Var oluşumuzun en esas edep, ahlak ve yaşam özelliklerini anadilimizle, masallarımızla, efsanelerimizle, ilahi ve dualarımızla öğreniriz. İnsanı hayvanların hepsinden ayıran ve adam yapan dilimizdir.
Eski söz, ses ve deyimlerimizin, atasözlerimizin, dualarımızın unutulması dilimizi zayıflattığı gibi düşüncelerimizi sakatlar, fikirlerimize hayat hakkı veremez. Dilimiz üzerindeki baskılar bazı fikirlerin oluşmasına engel olur. Bulgaristan Türklerinin bu baskılara, zulme bir süre daha dayanması gerekir ki, anadilimizde eğitim ve kültür yaratma duvarlarını ve engellerini mutlaka yıkacağız.
Kimlik düşmanları hep aynı
Günümüzde, Makedon dili ve kültürü de dahil, Bulgaristan’da azınlıkların kimliği, dili ve kültürüne karşı aşırı milliyetçi, ırkçı, insan düşmanı politikayı, kısa adı VMRO olan, Makedon Komitacılarının lideri, Başbakan Yardımcısı, Savunma Bakanı Krasimir Karakaçanov yönetiyor. VMRO partisi, 21 Ocak 1934 tarihinde Moskova’da Komintern ile el ele verip Makedon problemiyle ilgili bir ortak bildiri imzalamıştır:
“Milletlerin ve azınlıkların kendi kaderini belirleme, ayrılma ve bağımsızlık elde etme hakkı vardır. Makedonların Makedonya Cumhuriyeti kurma hakkı kutsaldır!”
Dönekliğin böylesine seyrek rastlanır.
Bulgaristan veto cesaretini kimden aldı?
1945’e kadar Berlin’in ve 1989 ‘a kadar Moskova isteklerine kayıtsız şartsız yerine getiren Sofya yönetimi, Soğuk Savaş yıllarının en ağır zulmünü Bulgaristan Müslümanlarına uygularken, şimdi iç politikadaki sıkışıklığı KMC üzerinden dış politikaya taşıyor. Emir kulu bir ülke olan Bulgaristan “veto” hakkını kullanma cesaretini acaba kimden aldı. KMC’nin AB’ye katılmasını hem ABD hem de Rusya Federasyonu istemiyor. Bu devlerin ilişi de AB’nin çöküp dağılmasından yani “büyük brekzit” ten yanadır. Belki de aynı emir iki büyükelçilikten birden gelmiştir.
“Kimlik, dil, tarih, kültür, azınlık olarak var olma” gibi konularda “veto” hakkı asla kullanılmamalıdır. 20. Yüzyılda yaşasak bu bir savaşa neden olabilirdi.
Bulgaristan Makedonya’yı 1991’de bir devlet olarak resmen tanımıştır. Tanıdığı gün bu olay bitmiştir. Bir devletle diplomatik ilişki kurmak vatandaşlarının, pasaortunu tanımak, kimliğini tanımak, dilini kabul etmek, tarihine ve kültürüne resmen saygı göstermek anlamına gelir. Bu olayın başka bir prosedürü ve uygulama şartı yoktur ve olamaz. Aynı zamanda Makedonya’nın ikinci remi dili olan Arnavutçanın da tanınması anlamına gelir. Son 30 yılda 2 devlet arasında imzalanan anlaşmalar geçerlidir. Tüm NATO ülkeleri, Batı Balkan devletleri, Birleşmiş Milletler Teşkilatı K. Makedonya Cumhuriyeti devletini, kimlik ve dilini resmen tanımıştır. Kimse hiçbir şeyden kuşkulanmamıştır.
Bu kararlı gelişmeleri gerekçelendiren gerçekler, Bulgaristan’ın Kuzey Makedonya Cumhuriyeti kimliğine, diline, tarihine yasak getirip, Makedonca konuşanlara ceza keserek, böylece de bir millet olarak Makedonları eritip yutarak Bulgarlaştırma siyasetini şimdilik durdurup durdurmuş, Sofya’da yapılan gizli hesapların hepsini suya düşürmüştür. 4 Aralıkta Brüksel’de yapılacak Avrupa Konseyi Başbakanlar zirvesinde bu yönde yeni gelişmeler ortaya çıkabilir. AB de şimdiye kadar bu gibi bir olay yaşamamıştır. Son gelişmeler AB içinde millet olarak olgunlaşmamış, devlet olarak kıvama gelmemiş olgular olduğunu bir daha kanıtlamıştır.
Tarih, milli kimlik ve devlet birikimi sorunları önemlidir.
Tarihi meydan savaşlarını kazananlar yazar. Bulgaristan savaş kazanmamıştır.
Tarih üniversitelerde ve kiliselerde yazılmaz. Yazılsa da yanlış olur.
Mili kimlik satın alınamaz. Gururlu toplulukların ortak iradesidir. Yasaklanınca yok olmaz. Halk onurunda yaşayan bir niteliktir.
Her halk devlet kuramaz. Devlet kurabilmek için bir halkın önce kimliğimi ve kültürünü yeniden üretebilmesi şartı vardır. Bunu yapamayan halklar, kalabalık da olsalar çöker ve kaybolurlar. Devlet, birlikte yaşamanın güvencesidir. Var olabilmenin teminatıdır. Devlet kurmak halkın istidadıdır. Her halk devlet kuramaz. Kendisi devlet kuramayan halklar, başkalarının devletinde tutunamaz.
***
Şu da var, 142 yıldan beri başına gelen tüm olumsuzluklardan hep Türkleri ve Türkiye’yi, Osmanlıyı suçlayan Bulgaristan artık bunu yapamayacaktır. Çünkü kendini nüfus olarak bile yenileyemeyen Bulgarlara Avrupa Birliği’nin KMC ve Batı Balkanlara genişleme konusunda hiç kimse “oyun kurma” ya da “yerleşmiş politikaya yeni kural getirme” hakkı tanımaz, tanımamıştır. Herkes aklına geleni yaparsa birlik dağılır.
1942-1944 yılları arasında Makedonya topraklarında 5 bin Makedon’u katleden ve 2 bine yakın Yahudi ve Romen’i Nazi ölüm kamplarına gönderenleri “vahşiler”, “faşistler” olarak anlatan Makedon ders kitapların yakılacağına inanmıyorum. Kitaplar yakılsa bile bu anılar Makedonların hafızasından silinemez.
Makedonya köy ve kasabalarında “Bulgar bayrağı ve Bulgar pasaportları yakıldı”. “Veto” haberini veren MKC Resmi Haber Ajansı Şefi Bulgaristan Dış İşleri Bakanı Bayan Zaharieva için “f.h.şe” dedi. Cumhurbaşkanı Stevo Pendarovski “Bulgaristan totalitarizm cesedini henüz kaldıramamış” uyarısında bulundu.
Olayları Üsküp’te izleyen Sofya radyosu muhabiri Mihov, “düşmanlık toplayan çığıyı sökme yolu bulunamazsa, Balkanlarda ciddi gerginlik yaşanabilir” diye bildirdi.
Kuralların değiştiği yüzyılda yaşıyoruz.
Bu analiz, demokraside tay durmayı beceremeyen, hukukun üstünlüğünden korkan ve Balkanlara ve eski kıtaya yeni kurallar koymaya soyunan Bulgaristan’ı ancak bir taraftan gösterirken, eski “dost” Rusya kurallarının da değiştiğini anımsatmak isterim, çünkü artık 30 yıl önce ciddi bölünen bir Avrupa var.
İlk önce, 1989’da Sovyet sisteminden kopan Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri bağımsız devlet olma çabalarında yolda kaldı. Çünkü hiçbir bağımsız devlet örneklediğim şekilde hareket etmez. 2 dünya savaşına neden olan ültimatomlar 20. yüzyılda kaldı. Batı Balkan ülkelerinde batılaşma ve AB yolunu kesme başka anlam gelmez. NATO üyesi bu devletleri Rusya gölgesinde bırakmak sorumluluk ister! Sovyetlerin yetiştirdiği ve totalitarizm döneminden kalma “milli elitler”, “egemenlikten” söz etmeye başlayınca ani bir sebepse diyaloğu keser. Bunu isliyoruz. Bulgaristan’da “Güney Akım”, “Belene” Nükleer Santrali ve daha birçok örnek bunu anlatır. Başlayan işlerin hepsi yarım kaldı. Topraklarını, sınırlarını, enformasyon sahasını koruyabilecek, ekonomik kalkınma tempolarını besleyecek, halkın hayat seviyesini yükseltecek, sağlık sistemini ayakta tutacak, halka güven aşılayacak enerjileri yok. Avrupa’nın en fakir ülkesi olduğumuz yetmezmiş gibi bir de her gün en yüksek ölüm oranı kaydeden ülke de biziz. “Covid-19” da nüfus başı ölümde dünya birincisi olmuşuz. Halk korku içinde. İnsanlar klinik kapılarında ölü bulunuyor. Derin bunalımın pençesinden kurtulamayan genç anaların çocuklarını kestiği haberleri can yakıyor.
İşte böyle bir ortamda, halen Rusya dışı kalmış, eski Sovyet sisteminden olan Bulgaristan uluslararası ilişkilerde özne /subjekt/ (söz sahibi devlet) olamıyor ve nesne, /objekt/kendine ödev yüklenen ülke durumuna düşmüş bulunuyor. Sorunlarını aşamayan ülkeler grubunda kalıyorlar.
İşte bu durumda yeni beliren KMC “veto” problemi, komşumuzu 50 yıl AB kapısında kuyruğa bağlıyor. Bu arada 70 yaşında olan Bulgaristan’daki Makedonların kimliğinin tanınmasını da 50 yıl daha bekler. Çözüm çok acil. Önce Bulgar Anayasasının değişmesi kapıda. Yalan dolan örgüsü Bulgaristan’daki kimlik sorunlarının çözülmesi ve azınlık haklarının tanınması gerekiyor.
Bunu yapılabilmesi için önce Bulgar devlet politikasını halen aşırı milliyetçilik ve ırkçılık kazanında kaynatan, Avrupa Konseyi’nin 5 yıl önce “faşist” dediği VMRO ve NFSB partilerinin siyaset dışı bırakılması, hükümetten sökülmesi ve en kısa yoldan yasaklanması gerekiyor. Komşumuz Makedonya ile ilişkileri savaş çizgisine getirmeleri bunun için yeterlidir.
İkinci sorun:
1989’da Moskova’dan kopan ülkeler, Bulgaristan da aralarında, AB’ye alınsalar da, AB ile ve AB içinde birlikte çalışma ilkesinden kopacaklar. AB milli menfaatlerin toplamı değildir. Milli doktrinler AB ilkeleriyle bağdaşmadıkça birlikten söz edilemez. Bir ayağı ile Brüksel’e basan Bulgaristan, ne yazık ki, öteki ayağını Moskova’dan boşandıramadı.
KMC ve Batı Balkanların AB yoluna taş koymak “patrona kafa tutmak” anlamındadır. Bulgaristan’la ilgili sonuç: “Biz sizi anlamıyoruz!” oldu. Ardından “bir dili yasaklamak ya da tanımak olmaz, insanlar bildikleri dilleri konuşur, dile yasak konmaz!” geldi. Oysa Bulgaristan Türkçe başta olmak üzere dünya dillerinden birine de yasak koymuş ve 2 700 okul kapatmıştır. Milli azınlıklardan 10 bine yakın öğretmenin işine son vermiş, kitap yakan, kültür kıran bir ülkedir.
Uluslararası antlaşmalarda “kimlik tanımak” diye bir şey yoktur. “Bir devleti tanıyan milletini de tanımış olur.” KMC Arnavut ve Makedon dillerini kullanan 2 resmi dilli bir devlettir. Ben şu dili tanıyıp şunu tanımam ısrarı komşunun iç işlerine karışmak olur. Tarih de öyle. Osmanlı devlet tarihi 40 milletin ortak tarihidir. Makedonlar ve Bulgarlar da Osmanlı’da yaşamıştır. Tarihin büyü küçüğü olmaz. Helva değil, tezgâhta satılmaz…
Şu da var. Osmanlıda bir beraberlik sistemi olan ümmetten ayrılıp 56 devlet kurmakla övünenler kendi kararlarından ve bugünkü durumlarından kendileri sorumludur. Yeri gelmişken, Bulgar basınında sık sık konu edilirken sitemde bulunulan “demografik bunalımlarımızdan Osmanlı sorumludur” kavramını biraz açmak istiyorum:
“Bulgaristan Osmanlı egemenliğine girdiğinde nüfusu 2.2 milyondu. İngilizler ise 3.3 milyondular. 1879’da Bulgar nüfus 3.3 milyon olurken, İngilizler 33 milyonu buldular. Biz şimdi kaç kişi olabilirdik. Bu hesabı kendiniz yapınız. Osmanlı’da kalmasaydık biz şimdi 60 milyon nüfusla Avrupa Birliğinin en yüksek nüfuslu ülkesi olabilirdik.”
Bu gibi haberler Bulgar medyasında yayılırken hiç kimse, 142 yıldan beri sözde “bağımsız, egemen ve özgürüz” olan Bulgaristan’da 1.5 milyon Bulgar nüfus yok? Ne oldu bize? Suyumuz mu çekilmiş. Tohumumuz mu kurumuş? Sorusunu sormuyor. Tarih hiçbir şeyden sorumlu tutulamaz. Mahkemeye verilemez. Tarih içeri de atılamaz, kafası mengenede sıkılarak, tırnakları sökülerek ya da beynine elektrik verilerek yalan yanlış konuşturulamaz, asılsız itiraflarda bulundurulmaz. Yazdıkların günümüz siyaseti için geçerli değildir. Osmanlıdan örnekledim de, asıl sorun Bulgarların Ruslar konusunda 2 dönem esaretin anatomisi açılınca gün ışığına çıkacaktır. Bulgar nüfusunda gerileme Rusya esaretinde yaşanmıştır. Nazi dönemi izleri de bilinmedi ve ders alınmalıdır. Bu yapılmazsa “vetolar” çoğalabilir.
1990 seçimlerinde Büyük millet meclisi seçimi ile birlikte totalitarizm suçlularının ve katillerin kaderine ilişkin bir halk oylaması yapılmış olsaydı, ceset kaldırılabilirdi. Bu süreci engelleyen kişilerden biri “Türk partisi BENİM” diyen Ahmet Doğan oldu. Bazı yetkililerin hem komünist totalitarizm yıllarında hem de liberal demokrasi devrinde Başsavcılık yapması başka bir örnektir. Buradaki sorun Rusya’nın esaret yıllarının denetlenmesine izin vermeyişinde düğümlüdür.
Bulgaristan’ın içine düştüğü Doğu Avrupa ve Balkanlar siyasetinde adı “ya benimle ya onunla” olan ilkede üçüncü bir durum da vardır: Uygulanamadığı zaman Rusya taraflar arasına kendi çizgisini çiziyor. Dağlık Karabağ’a “gözetleyici askeri güç” gönderdiği gibi. Rusya artık gölgesindeki “liderleri” kul olarak görmüyor. Bocalamalarından zevk alıyor. Milli kadrolar direk anti-Rusya siyaseti yürütmeye başlamadan müdahalede bulunmuyor. Makedonya’nın çırpınması, Bulgaristan, Macaristan ve Polonya’nın AB politikasına “veto” koyması, Moskova suskunluğunu etkilemez.
Rusya küçük devletlerin kural koyamayacağını bilir.
Okuyanlara teşekkürler.
Korona ile mücadele ortak davamızdır.
Kendine iyi bakanlara selamlar.
Paylaşınız.