BGSAM
Tarih: 30 Mayıs 2017
Konu: Biz, derin ve özgün kültürü olan bir halk topluluğuyuz.
Bulgaristan Türklerine “kof “ dendiğini hiç işitmedim. Hoş gönüllü, hoşgörülü, iyi yürekli, çalışkan, yardımsever ve âlicenap olduğumuz anlatılır. Bize karşı genelde soğuk davrandıkları bilinen Bulgarlara egemenlik sayfasını açan 1876 Nisan Ayaklanmasının örgütleyicilerinden, başıbozuğun yaktığını iddia ederek, Bulgar köylülerine evlerini yaktıranlardan biri olan, Diyarbakır mahkûmu, komitacı Zahari Stoyanov “Ayaklanma Notları” eserinde, “Bu topraklarda Türklere her zaman yer olacaktır!” demiştir.
Bulgaristan’a son gittiğimde, okul programlarında zorunlu kitaplar listesinden olan bu eseri hurdacıda gördüğümde üzülmüştüm. Hissettiğim acı, köy okulumuz kapandığında kütüphanemizdeki kitapların ocak tutuşturmak için fırıncıya verildiğini gördüğümde duyduğum sızıdan büyüktü.
Zahari Stoyanov, Türkler hakkında ne yazmıştı? İlkokul, ortaokul ve liselerde karne ve diploma törenlerinde bu soru mezunlara sorulsa iyi olur. “Bu topraklarda Türklere her zaman yer olacaktır!” Bu fikir birlikte yaşadığımız toplumda bir değişmez ilke ve karşılıklı tolerans temeli olarak kabul edilse, etnik ve azınlık sorunlarının çözümüne götüren orta yol olur görüşündeyim.
600 yıllık yazgı ortaklığında biz kendilerinden pek bir şey talep etmezken, bizim olan pek çok şeyi benimsemesine hep hoşgörülü kaldık. Kendi kendimize yeten bir halk olmamızdan kaynaklandı bu. Kendi yağınla kavrulabilen halkların çok esaslı ve derin kültür kotları vardır. Onlar geçmişin sesleri gibidir ve bugünümüze ton verir. Bir sedadırlar desek, yankının eskisi olmaz. Her defasında, yağmurdan sonra nefes ettiğimiz ozanlı hava gibi ferahlatıcıdır.
Araştırmacı-yazar Salih Baklacı “hani bir söz var ya” başlığı altında Bulgaristan Türkleri atasözlerini topladığında yıllardan 1984’tü. O zamanlar Sofya Balkanoloji Enstitüsü’nde bilimsel araştırmacı olarak görevliydi. Tanıştığımızda yüzüme bakarak “ay deli deli, sevdim seni!” demişti. Bu bir atasözünü çağrıştı. O Şumnulu, ben Kırcaali’li olduğumdan olacak çocukluğumda dedemden, anne ve babamdan, yakınlarımdan, çevremdeki insanlardan işittiklerim beni nedense aradığım dünyaya götürmemişti. O zaman, zaman zaman değildi ve Baklacı’nın eserine de yeşil ışık yakılmadı. Bize çok kötülük edildi de, af dileyen olmadı. 350 sayfalık bir derleme olarak iki binli yıllarda dünya yüzü gören eser bir bakıma bizim aynamızdır. “Ayran üstünde yağ, cibrede posa” derler ya, atasözlerimiz de bizim hem yağımız hem de tortumuzdur. İkisinen birini seçmek bize kalmış. Ne kadar küçük ya da büyük olduğumuzu şöyle anlatır: “Ayrı ayrı sıçalım ki, bokumuz belli olsun.” Bu bir Deliorman atasözüdür. Yüzde yüz Türk ve Bulgar yaşayan bir köyde doğmuştur. Bulgarlara hitaben söylenmiş, ayakta olduğu için kitaba girmiştir.
Biz cadı masallarına varıncaya kadar her şeyiyle birbiriyle yarış eden bir ortamda yetiştik. Bizi hiçbir alanda yenemediler. Türkülerimiz, şarkılarımız, sanatlarımız, masal ve efsanelerimiz, fıkra ve atasözlerimiz içimizde kınaları kuzular gibi oynaşıyor, hayatımıza renk vermek için her gün yeniden açıyordu. Deliorman’daki bu sürekli kıprayışın anlamında, uyanık ol, çevrene yenilme sesi vardı. Bu ses bizi ayakta ve dimdik tutmuştur.
Bizim Bulgarlarla belki de Orta Asya Bozkırlarından getirdiğimiz ortak mitolojik simalarımız olsa bile, kullanmaya devam ettiğimiz atasözlerimizin hiç birinde “cadı”, “karakonjul” ve “öcü” başrolde değildir. Biz “iyi insana köpek havlamaz” inancını yaşatırken, onlar her sene baharı kafalarına boynuz takarak, keçi teke kılığında ve bellerine büyüklü küçüklü çanlar takarak,e ellerinde çoban sopalarıyla şeytan kovalayarak karşılamaya devam ediyorlar.
Bulgarcaya da tercüme edilen “Evliya Çelebi Seyahatnamesi” nde fantastik bir vaka anlatılır.
Evliya Çelebi’nin yolu şu anki Bulgaristan Coğrafyasında bulunan fakat o zamanlar Çerkez ve Abaza yaşayan 300 küsur haneli bir köye düşer.
Tarihler 1076’in 20. gecesini gösterirken seyyah öyle bir manzaraya rast gelir ki resmen dili tutulur. Gökyüzünde şimşekler çakmakta, gece gündüze dönmektedir.
Merakına yenik düşen Evliya Çelebi köylülere bu olayların ne olduğunu sorar. Aldığı cevap hayli ilginçtir.
“Vallahı yılda bir defa karakonjol gecesi olur. Çerkez cadıları ile Abaza cadıları göklere uçup savaşırlar, vuruşurlar.”
Aldığı cevap karşısında merakı daha da artan Çelebi, kalabalık bir köylü grubu ile beraber olayı izlemek için dışarı çıkar ve gözlerine inanamaz. Büyük ağaç kütükleri, tekerlekler, uçan tekneler ve kilim hasırlar üzerine binmiş Çerkez cadıları ile “ölü” atlara develere binmiş, ellerinde at, sığır ve deve başları olan Abaza cadılarının bir maç yapar gibi savaştığını gören Evliya Çelebi olayı hayretler içinde izler.
Saatler süren savaştan sonra büyük bir gürültü ve parlak bir ışık huzmesi altında gökten yere canlı uzuvları, yukarıda bahsettiğimiz canlı tekerlekler, hasır kilimler, tahta parçaları düşer ve savaş biter. Savaşı kazanan Çerkez cadıları Abaza cadıların kanlarını emerek öldürür ve ateşe atıp yakarlar.
Seyahatname’de böyle olayların inanılması zor olduğunu fakat etrafındaki 100 kişiye yakın köylü grubu ile beraber izlediklerini belirten Çelebi “Karakoncol Gecesi” denen gecenin gördüğü en enteresan şeylerden biri olduğunu not düşer. Karakoncol kelimesi Eğiri Dere, Koşukavak, Darı Dere bölgesinden bazı okuyucularımıza tanıdık gelecektir. Bizde “öcü” sesi olarak ıslık kullanılır. Atasözleri hazinemize girmemiş olsa da “Kan içen ölü cadılar” değimini siz de işitmişsinizdir.
Değişen her şey gibi peri-cin öykülerinin de zaman aşımına uğradığına inanan insanlarımız, boynuzların dazlak kafada uzadığını, kof kafalarda dökülen saç yerini aldığını bildiğinden dolayı geleneksel cemal (cadı) gösterilerini de ciddiye almazlar. Bizim ciddiye almadığımız bir şey daha var. Avrupa Birliği kültürel mirasını Yunan mitolojisinden aldığını iddia ediyor. Bulgarlar da AB üyesi olalı, Antik Yunan’ı kendi mitolojileriymiş gibi kucakladılar. Neredeyse Tanrı Prometheus gibi yıldızdan yıldıza uçup gelecekler, baş tanrı Zeus gibi savaşları bir çırpıda durdurup yeniden silah satmaya başlayacaklar. O kültürde bir de doğum yapan kadınların bildiklerini çocuklarına anlatmasınlar diye dillerinin kesilmesi var, fakat onlardan şimdilik söz eden yok. Belki onu özümsemeyiz.
Biz vatan bildiğimiz bu topraklara kendi kodlarımızla, rahmetler yağsın diye dualar ederek gelmişiz. Beraberimizde dürüstlüğü, mertliği, boyun eğmezliği, her zaman üstün geliriz, misafire kapımız ve soframız açıktır inancını getirip gönül sevgisini eksik etmemişiz. İlk gelen kafile, aydınlığı yedi düvelde tanınan Ahmet Yasevi ve Hacı Bektaş Veli’nin hocanın müridi Sarı Saltık 20 bini bulan soyuyla konmuştur. Tuna boyları, Deliorman tarikatlar diyarıdır. Şeyh Bedrettin buradan ordu çıkarmış. Demir Baba ruhu burada efsaneleşmiştir.
Yukarıdaki peri masalının yazarı olan Evliya Çelebi 1651’der Razgrat ili Mumcular köyü yakınlarındaki Demir Baba Tekkesini ziyaret etmiştir. Halkın yaşamının hurafelerle uzak yakın ilişkisi olmadığını şöyle anlatır: “Mustafa Baba Tekkesi: Hacı Bektaşi Veli Tekkesidir. Rum, Arab ve Acem’de meşhur bir tekkedir. Gönülleri yanmış dervişlerin yeridir. İçinde gür su akan alçak bir meydandadır. Güzelliği ender bir yerdir. Şiddetli kışta meydanı muhabbete pelit odunları yığıp, alev alev yakıp bütün aşıklar dört taraftan can sohbeti edip devletin devamına, padişahın şevkine duaya devam eder ki anıt etrafında o kadar sanatlı gece kandiller ve şamdanlar, alem, saz, tambura ve dairelerle ton veren sanatkârlar vardır ki, dillerle anlatılamaz. Gündüz gece mutfağında yemeği pişirip gelip geçene sabah akşam minnetleri boldur. Hayırseverlerin hediyelerinden geçinen bu ibadet ve beraber olma yeri, halkın kaynaştığı paha biçilmez bir mekândır.”
Demir Baba yaşamış bir kişidir. Viyana Savaşlarından sonra gelip burayı mekân ve mezar olarak seçmiş bir halk kahramanıdır. Hayatı gizem, mucize ve kahramanlık dolu bir halk koruyucusu yiğittir. Kayıtlarda Timur Baba, Timur Dede ve Umut Baba diye geçen, bu gücüne erişilmez şahız, bölge halkında doğruluğa ve adalete dayanan yepyeni bir ruh yaratmıştır. Bu, Türkün diğer soy ve boylardan üstün ve en adaletli düzen sahibi olduğu inancıdır. Biz himayecilerini kendi yetiştiren, yaşatan ve ezilene her zaman yardım eli uzatan bir milletiz. Tekke gecelerinde söylenen şiirlerden biri şöyle der:
Arzulayıp sana geldim /Ol mübarek yüzün gördüm /Eşiğine başım koydum /Timur Baba Hu.
Kubbelerin yıldızlıdır /Kandilleri dizilidir /Anda Allah Gizlidir /Timur Baba Hu.
Mutfağında kaynar aşı /O’dur anlarım hem başı /Hüseyin Dedem kardeşi /Timur Baba Hu.
Başucunda durur tacı /Erenler ona duacı /Ona varan olur hacı /Timur Baba Hu.
Etrafında yeşil bağlar /Ortasında sular çağlar /Dertli kâtip durmaz ağlar /Timur Babam Hu.
Demir Baba yalnız bilginler bilgini olarak değil yoksulların, zulme uğrayanların adil savunucusu olarak da ün yapmış bir kişidir. Birçok haksızlığa, çaresizliğe uğrayanlar hemen yardım ve himaye etmesi için ona koşmuş, o da mazlumları ezip geçiren paşa, bey tahsildar ve kadıöçç lara yeri geldikçe layık oldukları cezayı veriyordu.
Demir Baba efsanelerinin biri şöyle der:
Azak denizinde yedi başlı ejderi öldürüp de geri dönen
Demir Baba gibi yiğit dünyaya gelmedi
Zindanın demir parmaklarını söken
Demir Baba gibi yiğit dünyaya gelmedi.
Efsaneler uzak geçmişimizin bizlere bıraktıkları birer mirastır. İlham alacağımız hayat kotlarımızdır. Bu nedenle efsanelerimizi, kadim zamanların tarih kayıtları olarak algılayabileceğimiz gibi, aynı zamanda insanoğlunun dünyaya geliş serencamı esnasında, var oluşunun gizini çözmeye yönelik bir tepki olarak da ele alabiliriz. Belki de bu nedenden efsaneler tarihçilerin, ilahiyatçıların, psikologların, antropologların ve felsefecilerin ilgisini çekmiştir.
Demir Baba gizeminden önce biz vatan bildiğimiz topraklara “Dede Korkut” ve “Bin bir Gece” bilgeliğini de getirdik. Osmanlıda kendi efsanelerimizle “Rumeli Türk Masalları” ile klasikleştik. “Üç göç bir yangın yerini tutar” atasözümüzü aklımızdan çıkarmadan bir yüzyılda 39 göç yaşadık ve bu topraklar bizim vatanımız ve cennetimizdir inancıyla her bahar yeniden hayat bulup yeşermeye devam ediyoruz. Sevgi ve bereket dolu serüvene geçen yüzyılda devam ederken 100 şair ve onlarca hikâyeci ve romancı yaratıcı yetişti. Mayıs ayı Demir Baba anma ve saygı törenlerinde sevgi, saygı ve dualarımız eksik olmadı. Yaratan kodlarımızı bizden başka bilen ve anlayan yoktur. “Anlayan turp yesin!”
Bu nedenle bu topraklarda Türklere her zaman yer olacaktır.