Dr. Nedim BİRİNCİ
Bulgaristan’da işlerin karıştıkça karışmasının temelinde bir de değişik korku kaynaklarının birbirini etkilemesi var. Bunlar iç ve dış korku kaynakları olmak üzere iki gruba ayrılır. Endişelenme şeklinde var olan korkunun tehdit ettiği öncelikle nedir: Ulusal egemenlik mi? Ulusal bağımsızlık mı? Anayasal düzen mi? İç huzur mu? Güvenlik ve barışı vs mi…?
Korku yaymak ve toplumu endişelendirip huzursuz etmek politikaya süt veren inektir. Bu dünyada her şey iyi ve kötü, güven ve güvensizlik, huzur ve huzursuzluk, düzen ve karışıklık gibi iki uçlu vardır. Hedef insanları ve toplumu daha iyi olana, daha emin ve güvenli olana, daha huzurlu olana ve daha nizamlı, ahlaklı ve düzenli olana götürmektir. Doruğa çıkarken geri dönüp yaylaya bakıldığı gibi hep kötü olana, korkutana, huzur kaçırana, karışık ve kargaşalı olana işaret edilir. Politik örnekleme gerekirse, Ahmet Doğan’ın Türk ve Müslümanları sindirmek için “ATAKA” partisini kurdurduğu gibi… Anımsayacaksınız, Volen Siderov Sofya’da Çingenelere hitaben ilk demecinde “sizden sabun yapacağım” dermişti.
İnek örneğinde dönersek, sağamaya oturana “dikkat et kuyruğunu kafana dolamasın!” ya da “sen onun bir de tekme attığını gör” bir de “kafasına yakın durma boynuzları sivridir” ihtarlarını işitiriz. Burada kötü olan kuyruk, tekme ve boynuzdur, iyi olan da beyaz süt, kaymaklı yoğurt ve sıcak ekmek üstüne sürülmüş taze tereyağıdır. Zıt olanlar hep beraberdir, birbirlerinden ayrıldıkları an yok olurlar.
Siderov, tehdit savurduğu için A. Doğan’dan para alırken, korkuttuğu Çingenelerden de, sözü oylarınızı benim partime verirseniz, size bu kötülükleri yapmam demiştir. Bu bir diyalektik bütünselliktir ve 25 yıllık Geçiş Dönemi ve 8 yıllık Avrupa Birliği üyeliği döneminde Bulgar politikasında iyi sahnelenmiştir. Bu kışkırtmanın insanlarımıza dokunan yönünde en üzücü olan “oyunu bize vermezsen isimlerinizi yine değiştirecekler” gibi saçmalıklardır.
Politikada ulusal egemenlik kutsalı, ulusal bağımsızlık erdemi vs. yüksek değerlerdir.
Her zaman daha büyük ve daha güçlü olanın yanında olduklarında insanlar kendilerini daha güvenli ve huzurlu hissederler. Mesela Bulgaristan gibi az nüfuslu ve toprak birimi olarak küçük ülkelerde düne kadar bağlı oldukları Rusya’ya sırt çevirip Amerika, AP, NATO gölgesine sığınmak istemelerini anlayışla karşılamak zorundayız. Bunun tersi de olabilir. Yine şu HÖH-DPS’nin Müslümanları endişe içinde yaşatmak için kurdurduğu “Ataka” partisi önce Batıcı, sağcı, milliyetçi ve ırkçı bir tavır sergilerken ve anti-Moskova tavrı Filibe (Plovdiv) Nebet Tepedeki “Alyoşa Anıtı”nın yıkılması isteklerine kadar uzarken, şimdi Rusofil, anti-NATO, anti-AB ve anti-emperyalist çizgide kenetlendi. Partilerin döneklik etmesi bir defa liderlerin karaktersiz olduğunu kanıtlarken, korku kaynaklarını da değiştiriyor. Biz bunu HÖH-DPS partisinde de görüyoruz. Moskova ajanlığı bağlamında Ahmet Doğan düne kadar Rusya’nın ülkemizdeki sarsılmaz kalesi rolünü görürken, birden bire Batıya çark etti ve Avrupa – Atlantik politikasına sarıldı. Bu döneklik halkımızın gözünden kaçmadı. Dış tehlike olarak başat korku kaynağının Moskova olduğunu da gün ışığına çıkardı.
Korku kaynakları anlatırken, genelde tarihten ya da başka ülkelerden emsaller yani olmuş olaylar örnek olarak gösterilir. Son dönemde Bulgaristan Orta Doğu’dan Filistin, Afganistan ve İran’dan gelen mülteci, savaş kaçağı olayları yaşıyor. Suriye ve Iraklı mülteciler değişik kasabalarda veya eski asker kışlalarında yani kapalı mıntıkalarda tutuluyor. Gelenler, Bulgaristan’ı bir transit yol güzergâhı gibi gördüklerini anlatmaya çalışsalar da, Batı Avrupa ülkelerinde yakınları olmayanlar için ülkemiz son durak oluyor. Çünkü Avrupa devletlerine gönderilenler gruplar halinde geri çevriliyorlar. Bu olayda kıskançlık, huzursuzluk, endişe ve korku yan yana yaşıyor.
Kıskançlığın temelinde olan, ülkemize yerleşen ve vatandaş statüsü isteyenlerin kamp döneminde aldıkları parasal yardımın emekli bir yerlinin aldığı emekli maaşından 4 kat daha yüksek olmasıdır.
Huzursuzluk dilimizi dinimizi yaşam tarzımızı bilmeyen yabancıların topluma karışma güçlüklerinden, çocuklarının adapte olma sürecinin sancılarından, yaşlıların sağlık hizmeti alırken yaşadıkları olaylardan ve genel çizgide yaşam biçimimize alışma güçlüklerinden kaynaklanıyor. Olaylara dükkândaki alış verişten en kötüsü başa geldiğinde “nereye defnedilecek” sorusuna kadar binlerce çözüm bekleyen soru ekleniyor her gün.
Endişelerin kaynağı da, bu insanlar, aileler, soylar bizde ne zamana kadar kalacak, ebediyen mi yerleşecekler, kendimize iş yok, onlara iş gösterebilecek miyiz, bağ bahçe işi bilmezler, sera işinde deneyimleri yok gibi devamlı kaşınan meseleler hep ortadadır.
Korku yarası da, verilen emsallerle kaşınıyor. Basında çıkan yazılarda Yakın Doğu’nun geçen yüzyılın ortalarında inci ana kenti olan Beyrut’un mülteciler tarafından yok edildiğine işaret ediliyor. Filistin topraklarına sahip olmak isteyen Yahudiler yerli halkı topraklarından söküp Lübnan’a kaçmaya zorladı. Beyrut bir mülteci şehri oldu. Yahudiler mültecileri önce silahlandırdı, kışkırttı, birbirine düşürdü, ardından Beyrut’u bombalaya bombalaya yerle bir etti. Sultanların yaşadığı konaklar, dünyanın en zenginlerinin tatil ettiği deniz manzaralı zümrüt yamaçlar, dünyanın en güzel kız ve kadınlarının gezindiği Akdeniz Kordon Boyu caddesi yerle bir edildi. Dünyanın en büyük ve güvenilir bankaları da oradaydı. İşte bu örnekler anlatıldıkça, Beyrut’u harabe eden Yahudilerin İslam ve Arap düşmanlığı, emperyalizmin Arap petrollerine ve zenginliklerine konmak için açgözlü saldırganlığı gibi sebeplere işaret edilmedikçe, mülteci, yani Arap, yani İslam, yani Müslüman ve yabancı düşmanlığı patlamalı alevlenip durmadan yanıyor. Hedefler tüm Müslümanları kapsıyor.
Öte yandan son yıllarda 400 bin Rus Kara Deniz liman şehrimiz Varna ve iline ev-daire edinip yerleşti. 18 ilk ve ortaokulda Rusça eğitim veren, ana dil okutan, Rus tarihi anlatan ve Rus kültürü öğreten tedrisata geçilmesi bizde kimseyi rahatsız edip huzur kaçırmazken yani halk korkulu rüyalarda kâbus yaşamazken, olay NATO Genel Karargâhının dikkatini çekmiş ve “Kırım Tehlikesi” kokusu alanlar Şabla’ya top, tank ve uçaklarla konuşlanıyor.
Yukarıda anlattıklarım, büyük tablonun içindeki küçük karelerdir.
Bu görünüme Bulgaristan’da Birinci Dünya Savaşı ve 1923 Eylül anti-faşist Ayaklanmasından sonra gelişen yabancı dünyalar hayranlığını, Tuna boyunca Macaristan ve Avusturya’ya bahçıvan ihracını, Arjantin ve Amerika’ya göçleri ilave etmeliyiz. Hayranlık, akan suyun yüzeyine kendiliğinden çıkan yeni renkleridir. Dikkatle bakan bunları sezer. Eğer biz Bulgaristan’a 1944 – 1990 arası yoğun Rus hayranlığı aşıladıysak, 2050’lerde açacak dallarda eski renkleri mutlaka aramalıyız. Beklenen “üçüncü kuşakla geri gelir” deyen doğal gen yasasının en yeni meyvelerini Yunanistan’da Pazar gün yapılan genel meclis seçiminde SYRİZA hareketinin zaferinde yaşadık. İkinci Dünya Savaşı’nda Alman Nazilerine karşı baş kaldıran Yunan halkı, AB aleyhtarlığını birkaç hamlede diriltebildi. Başbakan Aleksis Çipras Moskova’ya yeni yaptırım politikasına “hayır” demekte gecikmedi.
Bu açıdan baktığımızda, gölgelere ışık veren renk olarak olsa bile, 1944’ten sonra halkımızın 50 yıl boyunca Demir Perde ardında boğulması, katmerleşen özgür dünya hasreti, totaliter baskı rejiminin yarattığı gerginlikler, zulümden doğan demokrasi enerjisi güncel politikada yeni fırça darbeleriyle tonlanıyor.
1990’da bizde dışa büyük göç akımı başladı. Bulgar tarihi böyle bir göç tanımadı. Bir yandan zulümden kaçanlar, iş arayanlar otobüs ve tren katarlarına sığmazken, çocukları Batı Avrupa okullarında, üniversitelerinde, akademilerinde okutma özlemi yaşam hakkı istedi. Bu bir umut kapısıydı. Bu halk, Batıda okuyan gençlerin getirdiği kıvılcımlarla Osmanlı Döneminde Ulusal Uyanış Çağı yaşamıştı. Diriliş enerjisi aşılayanlar Batıda eğitimden dönen aydınlardı. Birbiriyle ilintili oldukları bilinmeyen kemençe, çan, zil ve kaval, tulum seslerini birleştirip senfoniler yaratanlar onlardı. Yani halkı o kişiler birleştirmiş, birlikten kuvvet doğmuş ve egemenlik kazanılmıştı. Halkın inandığı başarıya götüren yol buydu ve yeniden açılmıştı. İnançlarında yeni olan tekrarlanan deneyimle doğacaktı. Batıda çalışıp da boş cüzdanla dönen, Batıda okuyup da boş kafayla gelen ve iş bulamayan görülmemişti.
Yola düşen Bulgar gençliğinin ülkeyi ana babalarının, halk bilgeliğinin ve toplumun razılıyla terk etmiş olduğunu söyleyebiliriz. Arap üniversitelerinde ve Türkiye’de okuyup da dönenlerden hafız ve imamdan başka görev alan yokken, Batı ya gidip gelen Bulgar gençlerden altısı doğrudan bakan koltuğuna oturuverdi. Meclisteki genç kadro bileşimin % 12’si onlardan oluştu.
Batıda okuyup da dönenlerden istenense Büyük Tablo’daki renkleri değiştirmesidir. Endişe, korku ve huzursuzluk, karamsarlık renklerine neşeli tonlarla yeni parlaklık kazandırmaktır. Umut açık renklerde yaşar.
Aydın gençlerin ödevlerinden biri, Bulgaristan’a girmek için can atan ve gelince de birinci vazife olarak bir Çingene kızını kandırıp evlenerek vatandaşlık isteyen yeni mülteci akımın yerli nüfus bileşimini değiştirme eğilimini engellemektir. 2051’de son Bulgar defnedilecektir teorisi bir anti-tez olarak icat edildi. Bulgaristan’da yaşayanların tek ulus oluşturduğu, ülkede etnik halk topluluğu ve azınlık sorunu olmadığı saçmalığının altında yatan da, 2007’den sonra Brüksel’den gelen yoksul ve sefil etnik kesime mali ve maddi yardımların hepsine sahip çıkma, yalnız istediklerine el uzatma hesaplarıdır. Bugün genel nüfusun % 24’ü olan Roman kesimin mülteci olarak gelen Arap, Filistinli ve Suriyelilerle kaynaşmasından doğan taze kanda tehlike görenler var.
Biz bunun tersini 1983’te General Kenan Evren’in Todor Jivkov’a Bulgaristanlı Türkler hakkında “eti senin kemiği benim” demesinde yaşadık. Göçlerle parçalandık! Bulgaristan Türklüğünün genç kanı dışarı aktı. Bulgaristan’ı vatan bilen, eşit vatandaşlık hakkı uğruna direnen, Romanların gidecek yerleri olmadığı gibi, göç etme niyetleri de yoktur. Aynı tümceyi Müslüman Pomaklar için de yazabiliriz. 1912’de, 1936’da, 1942’de ve 1970 – 1973’te isimleri değiştirilmiş ve din hakları yasak altına alınmış olmalarına rağmen, süreki mücadele ederek her defasında haklarını geri almayı başarmışlardır. Bu tablodaki solmayan renklerden biri Bulgaristan Müslüman Pomaklığıdır.
Büyük tablonun içinde bir de Bulgaristanlı Türkler karesi var ki, son dönemde ayçiçeği tarlası gibi sararırken, giderek renkler koyulaşmaya başladı. İçine çekilip kapanıyorlar. Öz yaşam kurallarını yeniden diriltmeye çalışıyorlar. Yabancıdan alınan suyla değirmen dönmediğini anladılar. Beklemenin de hiçbir derde çare olmadığını gördüler. Korkuyu yendiler. Endişeli günleri aşıyorlar. Hızır arıyorlar. Renkleri birbirini tamamlayan ve etkileşen büyük tabloda genel atmosferde gözle görülmeyen ve elle tutulmayan ama düştüğü yeri ısıtan ve yağmurdan sonra yedi rengini de seren gökkuşağı güzelliğine hayran oluyorlar. Onların anlayışında, ebekuşağı renklerinden her biri temel renk olduğundan, birbirinden alma, çalma, birbirini eritme, soldurma gibi hususiyetler gözlenmemelidir. Son dönemde açıktan açığa asimi leye zorlama gibi olaylar yaşanmıyor. Bu doğanın yasallarındaki en tabii farklılıkların bütünlüğünde var. Tabloyu izlerken her şeyin kendine ait bir öz hayat hakkıyla dünyaya geldiğini bilincimizde yaşattıkça ve bu istene hayat suyu verdikçe, birey nasibinin nerede çıkacağını kestirmenin zor olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Pastel renkleri yaratırken esas olanı ve temel farklılıkları yok etme yasası diye bir şey doğada yoktur. Uğur böceğinin sırtındaki siyah lekeler onun doğal güzelini oluşturan noktalarıdır. Gök kuşağının dünyaya gösterdiği yedi temel rengin hiç birisi ötekinden daha büyük, daha önemli, daha parlak ya da daha soluk ya da daha değerli veya değersiz değildir. Her birinin kuşak içindeki yeri belli ve değerleri ebedidir. Bu gerekçelerle yaklaşıldığında, kendi kendimize yarattığımız korkunun yolunu kesmek için – bu arada korku dağları (gerçekleri) korur – 131 km. dikenli tel örgü sınır duvarı germenin korku olayını etkileyemeyeceğini kabullenmek zorundayız. Bu da bir gerçektir. Olacak olacağına varır, kabullenmek zorundayız. Dünya herkes için vardır. Nice uygarlıklar doğmuş ve sönerken yerinde yeni ufuk ağarmaya başlamıştır.
Ne kadar korku kaynağı varsa o kadar da umut ve başarı kaynağı vardır.