ertas cakr Ertaş ÇAKIR

Konu:  Son durumdan halkım adına utanıyorum.

26 yıl geçti. Arkada kalan çeyrek asır bizdeki korkunun çelikleşmesine yeterli oldu.  HÖH 9. Kurultayı salonuna bakıyorum, 3 yıldan beri evinden çıkamayan, politik paçavra haline gelmiş, içi çürümüş ve kokuşmuş olan Ahmet Doğan 15 dakika gecikme ile Ulusal Kültür Sarayı (NDK) 3. salonu kapısından içeri girerken 965 kişi ayağa kalktı. Kendi mezarını kendi elleriyle kazmış ve içine kendini gömmüş bir kişiyi uzun süre alkışladı.

Bu olay beni, Amerikan yazarı William Sheridan Allep’in “NAZİLER İKTİDARI NASIL ELE GEÇİRDİ?” eserinin 288. sayfasına götürdü. Olayda, Nazi hapishanesinde  yatmış bir kişi hapisten çıkmazdan önce müdürün odasına çağrılıp hapishanede yaşadıklarından kimseden bahsetmeyeceğine ve uğradığı zararlar için dava açmayacağına dair bir ifade imzalamaya zorlanır.

Mahkum: “Böyle bir ifadeyi imzalamayacağımı  söylemiştim.”

Komiser: “Eğer imzalamazsan tekrar içeri tıkılacaksın. Bunun bir tehdit olduğunu ve bu yüzden cezalandırılabileceğini ya da hapse atılabileceğini gayet iyi biliyorsun! Bu, masanın üzerinde duran kanun kitabında yazılıdır!”

Kısa bir aradan sonra: ” Yapabileceğin bir şey yok, imzalayacaksın ya da hapse gireceksin!”

Bunun üzerine mahkum: “Ver şu lanet şeyi, imzalayacağım”, dedi.

1989’dan önce bu iş böyleydi. Bulgaristan Komünist Partisi kongrelerini hatırlayın: Bulgaristan’ı bataklık çamurunda sürüklendiren Todor Jivkov’u gören ayağa kalkar, 5 000 kişi birden “Ura!”, “Yaşasın!”  diye bağırır, ayağa kalkar, otururdu!

O zaman Bulgar mizahçı Radoy Ralin, “Bizde bir kuzu melerse, hepsi meler, bir horoz ötse, hepsi öter!” demişti. Halkım adına son durumdan utanıyorum!

Burada kafa karıştıran büyük bir olay var. “Belene” ölüm kampından, Bulgar ceza evlerinden, hapishanelerinden ve sürgünden geçen Türklerin yakınlarıyla, dostlarıyla, çocukluk arkadaşlarıyla, hatta geniş aile üyeleriyle ilişkilerini kestiği, soğuk davrandığı ve olaylardan uzak kaldığı dikkati çekmişti. İçeri düşmeyenler bu olayı açıklayamadılar.

Sonra 1989 Mayısın’da kapı ardına kadar açılınca yine bir ısınma olmuş ama göç edenlerin Türkiye’de göç denizinde kaybolmaya gayret ettiği gözden kaçmadı. En önemlisi de girmiş çıkmış kişilerin suskunluğu, gönül sıcaklığını yitirmiş ve sanki  üzerilerinde bir korku perisi hissettikleri de ilginçti.

Binlerce mağdurun birden komünist totaliter rejime dava açması, suçluların, katillerin yargılanması, kazanılamayan davaların Strazburg’a taşınması beklenirken, kimse dava dilekçesi yazmaya oturmadı. Bu insanların bildikleri bir şeyler vardı da anlatmadılar, içlerine gömdüler.

Bunun sebebi, sürgünde, “Belene”de, yargısız içeride kaldıkları için aldıkları 3-5 bin leva olamazdı. Ben öyle düşünüyorum.  Bizim Deliormanlı mağdurlarla görüşmelerim oldu, konu açıldığında, hep “Değmez!” , “Uğraştığına değmez!” deyip geçiştirdiler.

Bu “Değmez!” sözünün ardında çok büyük ve derin bir gerçek yattığı kanısındayım.  Bulgar, Nazilerin,  Alman hapsinden serbest bıraktığı kişilere sözde gönüllü olarak belge imzalatarak itiraz etme ve dava açma yolunu kapattığı gibi,  isimlerimizi değiştirirken her birimize ayrı ayrı “ben ismimi gönüllü olarak değiştirmek istiyorum” belgesi imzalatmadı mı? Aynı uygulama! Jivkov polisi pabucunu bağlamış.

Bir dönem önce Aziz Bey’in 1985-1989 Bulgaristan “soya dönüş” olaylarını anlatan kitaplarını okudum. İçindeki simalar arasında, “Belene” mağduru Cebel’li Tahsin Beyin anlattıkları dikkatimi çekti. Sofya’dan kalkıp Tuna adasına gelen ve onunla da görüşen Bulgar sivil polis subayları, olna:

–  “Bizim tarafımıza geç, seni Moskova’ya KGB okuluna okumaya göndereceğiz, Sofya’da çalışacaksın, ailene 3 odalı daire vereceğiz, çocuklarını şöyle okullarda ve böyle koşullarda okutacağız vb.” demişler.

Tahsin Bey, “Belene” kampına gönderilmezden önce Cebel’de işsiz ve karısının tütün parasıyla lokanta dolaşan bir serseridir. 1989’da ilk fırsatta Ankara’ya gitse de, geri dönmüş ve Sofya’ya yerleşmeye gayret göstermiştir. Moskova’da okumak, gizli polis subayı olmak vb rüyasındaki kelebekler gibi uçuşup kaybolmuştur. Kitaplara düşenler kendisine hatırlatıldığında çok rahatsız olduğu dikkat çekiyor. Belge imzalarken para alıp almadığını anlatmıyor. Onunla görüşmelerimden “Belene“ci olmanın kendi başına hiçbir şey ifade etmediğini, “Belene” mağdurları arasındaki temasın kesildiğini, yazışma, dayanışma olmadığını anladım. Kanımca imzalatılan bazı gizli belgeler insanlarımızın arasına hendek kazdı, dava sıcaklığı buharlaştı, dayanışma ve mücadele ruhu kayboldu.

Ve ben bugün burada bunları yazarken, bu işlerde en büyük suçun HÖH partisinde olduğunu vurgulamak istiyorum. Çünkü bizde davacı ruhu oluşması baltalayan bu partidir. Hak ve Özgürlüklerimizi elde etmemizi engelleyen parti de odur.

Sofya’daki parti kurultayında izlenen olay bir BERİ ÇEKİLME, KABUĞUMUZA SIĞINMADIR. Çünkü, uğruna kurbanlar verilen davamız, bir halk davasıdır. Olayı Ahmet Doğan’a bağlamak, hak ve özgürlüklerimizi kara kutuya kilitlemek ve bundan sonra hiçbir şey beklememek anlamına gelir. Kurultay havası herkeste antipati uyandırdı.

Kurultaydan dönen delegeler “davamıza yeni öldürücü darbe indi. Hiç bir umudumuz kalmadı. Umutsuz nasıl yaşarız!” dediler.

Ortadaki gerçek gün gibidir. Bulgar milliyetçilerine uyumlu, pekişen totaliter devletin istekleri doğrultusunda yeni kuşak Türk gençliği oluşturmaya çalışacaklar. Yeni kuşakta Türk kimliğinin yerini milli belirsizlik alacaktır. Son hedef, “Türkiye’den ve Türklükten nefret eden bir genç kuşak oluşturmaktır. Bu amaçla köy ve kasabalarda yeni nesil muhbir ağı oluşturma çalışmalarına öncelik tanınmıştır.

Koşulları kabul etmeyene üniversite kapıları kapanacak, iş olanaklarına yaklaştırılmayacaklar, mali imkanlar koklatılmayacaktır.

Kurultay buharından damlayan damlaların analizi bunu gösteriyor. Bu arada ülkede tırmanan korkuyla birlikte, DOST partisine karşı suçlama ateşine de yeni kesmeler atılıyor. Kontrolü elde tutmaya çalışan yeni ajanların Türkiye TV programlarının izlenmesine yasak getirilmesini istemesi de beklenebilir. Ülkemizdeki süreğen terör ortamında, DOSTA yakın duranların kara listesinin hazırlanmasına ilişkin son söylentiler de aldı yürüdü.

Son günlerde bizim Deliorman’da Feecebok takipçilerinin paylaştığı Lütfi Mestan’ın bir bostan korkuluğu haline getirilip Sofya’da Meclis önünde faşistler tarafından darağacına çekildiği maket de çok yorumlanıyor.

Bu gibi kışkırtmalar amaçlı yapılır. 1934’te Hitler Almanya’da iktidara tırmanırken, domuz yağı, maydanoz ve sosisten yapılmış maketleri ateşe veriliyordu. Ardından büyük kavgalar, tutuklamalar, yargısız infazlar olurdu.  Yazımın başlında verdiğim örnek de o zamandandır.

İçeri alınıp eşek sudan gelinceye kadar dövülen tutuklulara, şikayet etmeleri, dava açmaları, basına beyan vermeleri ya da çekilerini herhangi birine anlatmak böyle yasaklanıyordu. Bu işler 1985-89 döneminde bizde de böyle oldu ki, kimse “şekerlemeden” uyanmak, kolları sıvamak, hatta bedava verdiğimiz gazeteyi okumak bile istemiyor.

Korku var! Korku hepimiz kör etmiş ve göz açtırmıyor!

Bu gidişle Bulgar milliyetçileri “Ataka” cılar, “Yurtsever Cephe” ırkçıları ve diğer sözleşmeli sözleşmesiz iktidar ortakları hedeflerine ulaşacaklar ve Türkiye’deki 710 bin kardeşimizi Bulgaristan ve Avrupa Birliği  vatandaşlığından atma, siyasi cepheden silmeyi başaracaklardır. HÖH mecliste havlasa da, onlar havlayan miniklerin ısırmadığını biliyorlar.

Biz 1989 yılına kadar bir tür beyin yıkama ve kimlik silme seanslarına katılmak zorundaydık. “Osmanlı çotuğu olmaktan kurtulmamız”, “Türklükten vazgeçmemiz”, “Müslümanlıktan fayda gelmez!”, “Türk dili başınıza yalnız bela getirir!” gibi fikirler, tekrarlana tekrarlana neredeyse  beynimize çizildi. Ağzımızdan çıkana çok dikkat etmemiz gerektiği kafamıza çivilendi. Devlete karşı konuşanların, direnenlerin, hak, hukuk arayanların “dil yutmuş” durumu hepimize göz dağıdır.

Bizim ilerlememiz için bunları öğrenmemiz gerekmiyordu, ama öğrenmek zorunda kaldılar.

Bizi korkutanların tekrar ettiği bir de şu “sürekli aileni düşün” sözleri vardı ki, onların yarattığı sarsıntı depremden güçlüydü. Türklerin hafızası kuvvetlidir. Bu nedenle olacak hiç birimiz kıymetsiz bulunup kenara atılan insanlar durumuna düşmek istemeyiz.

Kısacası, Bulgaristan Türk Müslüman toplumunun  düzgün insanlardan oluşan yeni bir mayaya ihtiyacı var.

Bu mayayı bulmamızın ilk adımında, HÖH pisliğinden kurtulmamız gerektiğine olan inanç boy gösteriyor.

Biz bugün HÖH partisinin kurultay salonunda toplanan 965 kişi dışında kadrosunun korkutulmuşlardan, korkuyu yenemeyenlerden ve eski durumlara yeniden düşmek istemeyen, süre giden “şekerlemeden” ayılmaya tepkili olan,  en zayıf, bilgisiz ve bilge olmayan kişilerden, kitle tortusundan oluştuğunu biliyoruz. Kimse gücenmesin, son durum budur.

Ülkemizde yeni bir rüzgar henüz esmiyor.

Bu rüzgarın ilk esintisini herkes anlayacaktır.

Yeni umudu doğuran gençlik olacaktır.

Reklamlar