BGSAM

Konu: Dünya kimseden korkmadığımızı gördü.                                      

 

Korkuyu doğuran korkudur.

Propaganda korku makinesidir.

Korku yönetim ve yönlendirme aracıdır.

 

Bu sıralamayı devam ettirebilirim. Bir de yaşanmış ve yaşanmamış korku var. İstanbul’da bir arkadaşım bana “ Sen korku hakkında konuşmasan iyi olur! çünkü siz Bulgar korkusundan kaçmışsınız, yaralısınız.” dedi, bir anda öyle bir tuhaf oldum. Bulgaristan’da başımıza gelmedik kalmadı ama biz korkudan kaçarak geldik anavatanımıza. Hareketlenmemiz orada hayatın yaşanmaz olmasından oldu.

Şöyle ki, korku alışıla-bilen bir şeydir.

İnsan kamburluğuna, böbreğindeki 5 sm taşa alıştığı gibi korku karanlığına da ayak uydurur. Evet bizler 1990’da geldik. Bulgarlar bizi asimile etmeyi, eriterek Bulgarlaştırmaya daha 1881’de akıllarına koymuştu. Sorun, anam babam, kendim ve ailem 109 yıl eritme kazanında hep birlikte kaynamışız. Eritilememişiz, ufalmadan, çözülmeden, dipdiri kalmışız. Biz Türkiye’ye Türk olarak geldik. Ben anavatanın beni ve ailemi Türk ve Müslüman olarak bilir. Korkudan kaçıp geldiğim. Mücadeleci bir kimliğe korku vız gelir. Bulgar’dan korktuğu için kendini asan ya da intihar eden Bulgaristanlı Türk yoktur. Ben böyle birini tanımadım.

İsmimi değiştirdiler diye ağlayan Türk de görmedim. 40 şehit verdik. Bunlar bilinenler. Bilinmeyenler!!!

Ayakta kalmak zor oldu. Türklüğü yaşarmak anlamında, o ağır koşullarda Türk gibi öksürmek ve osurmak bile kahramanlıktı. Büyük Nazım “Hava kurşun gibi ağır” sözleriyle sanki bizim çekilerimizi de anlatmıştır. Doğa bizi, biz de onu sevmiştik, ardımızdan yerin ve göğün ağladığını siz de işitmişsinizdir.

Korku ağır bir konudur. 100 yılda bize karşı uygulanırken yüz defa şekil, şiddet, yöntem ve usul değiştirse de öz olarak hep aynı kalmıştır. Biz, Bulgarların kendi aralarındaki didişmelerinden, aralarındaki kavgalarından hep uzak durmaya çalıştık. Ev terbiyemiz bu yöndedir. Ama onlar bize karşı her zaman birliktiler ve amansızdılar.

2015 sonunda ve 2016’da bu konuya özel olarak değinmek istiyoruz.

BGSAM yazarı olarak bu ödev bana verildi.

İçimizde korku izi olmasa da, bir korku sisi içinde yaşadığımızı biliyorduk. Bu sis zaman geldi gül koktu, gün geldi lavanta koktu, ne kokarsa koksun biz bu kokunun zehirli olduğundan, bizi semeleştirmek ve zehirlemek istediğinden emindik.

Bir defa Türk korku bilmez, gözü pektir. Onlar bunu biliyordu.

Korku, cesaret içindeki özü kemirgendir. Ne var ki Türklük ağacına girmek de zordu. Onların gözünde, Türkler akasya ağacına benzer, yazdan, kıştan, nemden etkilenmez, haşarat onun özünü delemez. İri ve kalın dikenleri gövdesine çıkılmasına imkân vermez. Türkün gönlü ve vicdanı akasya balı gibi berraktır. Akasya tomruğu bataklıkta çürümez. Türklerin böyle insanlar olduğunu bilenler, saygılı olmayı seçerler.

Bulgaristan’da bize karşı asır boyu katmerleşen baskı altında 3 bin kişinin özünden ödün vermiş, hafiyeliği kabul etmiş olmasına (Geçen yüzyıl 3 016 Bulgaristanlı Müslüman hafiye olduğu açıklandı.) bu korkunun üzerimizdeki zaferidir diyemeyiz.

Hainler albayı Ahmet Doğan bile kendini bir ine saklamak zorunda kaldı. Türklere karşı çalışmak zordur. Bumerang gibi geri çarpar. Dün Sofya Şehir Mahkemesi’nde SOLUCAN (çervey) davasına bakıldı. HÖH-DPS eski Başkan Yardımcısı Kasim Dalın, Parti Başkanı Lütfü Mestan’ı öldürmek için hazırlık gördüğü telefon kayıtlarından ortaya çıktığı açıklandı. Ahmet Doğan’ın “ayı ininde” Ahmet Doğan’ı halkımızın hak ve özgürlük davasına ihanet ettiği, davamızı sattığı için kurşunlayarak öldürmeye hazırlandığını gazeteler defalarca yazmıştı. Bu örnekleri korkunun her yerde var olduğunu kanıtlamak için verdim.

Korkunun toplumsal katı yoktur.

Geçiş Döneminde Bulgaristan’da 76 başbakan, bankacı, siyasetçi, yüksek rütbeli polis, holding sahibi kurşunlanarak sokak ortasında evinin önünde, ofisinde öldürüldü. Bu gerçekler 137 yaşında bir toplumun hamlığına, acısını atamadığına, durulamadığına kanıttır. Bir yüzyılda bir ülkeden 6 defa kitlesel göç olur mu? İnsanların evinden yurdundan sökülerek kovulmasından doğan acı söner mi? Bu dehşet toplumun omuzlarından iner mi?  Bulgaristan Türk ortamından ihbarcı, hain bulup beslenmesi olağanüstü zordur. Hainliğin kaynağı öncelikle korkudur. Korkuyu yaratan ve besleyense insanın kendisidir. Türkün ruhu korku almaz. Aç kalan hain çekilmek zorundadır. Bunun en parlak örneğini Ahmet Doğan’da görüyoruz. İnsan arasına çıkamaz oldu.

Biz özü çözülmeyen bir milletiz. Ruh esir edilemez.

Mezarımıza bastırmayız. Kutsallığımız dualarımızda yaşar.

Korku ve biz!

Yazı dizimizin ana teması olacaktır. Olayları güncel örneklerle de besleyeceğiz.

Şerefli insanın düşmanı onurlu olmalı. “SU–24” Rus savaş uçağını düşüren Türk pilot Türkün gözünün pekliğine yeni örnek oldu. Olay dünya siyasetinin ortasına oturdu.

Bu açıdan Suriye konusunda söylenecek bazı sözler var.  Düşmanını tanımayan savaşa girmez. Ruslar Korkunç İvan zamanından beri kendi başlarına savaş kazanmamıştır. Şimdi İŞİD adında yaratılan düşman, onların da şişirdiği bir balondur. Çünkü DAEŞ savaşçılarının yarısı Rusya’dan veya Orta Asya Cumhuriyetlerinden toplanmıştır. Kafkasyalı, Çeçen ve Dağıstanlı, Kırımlı savaşçıların Şam diktatörü Beşer Esat’ı iyice sıkıştırdığı bir anda Rusya Yakın Doğuya askeri güçle çörekleniyor. Türkmen ve Kürt köylerine kanatlı füze atarak halkı korkutmaya çalışıyor, evlerinden yurtlarından kovuyor. İşiyle gücüyle meşgul insanları modern kitle imha silahlarıyla korkutuyor. 11.5 milyon insan evsiz yurtsuz kalmış, sığınmacı yollarına düşmüş. Çoluk çocuk perişan! İnsanları korku kabusunda yaşatmaktır bunun adı. Öldürmek, sakat bırakmak, aç susuz perişan etmek ve üstüne kendini haklı göstermek. Bir defa bir diktatörü, halkını kimyasal silahla zehirleyen bir diktatöre arka olmak, katilliğin en büyüdür. Yürüyen her insanı katil diye bombalamak baştan başa katilliktir. Ne yazık ki modern katilleri yargılayan ne yasa ne de mahkeme var.

Düşman yaratığı, halka saldırmak ve kitle halinde insan kıyımı da katilliktir. Katillik ise korku saçmalıktır.

Ruslar, İngilizler hep iyi tanıdıkları ya da kendi yarattıkları düşmana saldırır. .  DAEŞ terör örgütü subaylarının % 80’ni Saddam Hüseyin zamanında Rus Askeri Akademilerinde eğitilmiştir. DAEŞ yönetimi İslamcı kılıf içinde İngiliz-Rus ajanı doludur. Bu askeri ajanların Moskova’da aldığı eğitim eksiktir. Aralarında uçaksavar silah kullanan ya da askeri pilot yoktur. Bu yüzden Rusya Suriye-Irak saldırısına havadan daldı. Denize uçak gemileri, SS 400 saldırı sistemleri yığıyor. Yakın Doğuyu korkutmak için Hazar’dan uzun menzilli kanatlı füzeler ateşledi. Ne ki, insanlar öldürmekle bitmez.

Rusya’nın Yakın Doğu’da hakkı yoktur.

1970’ten sonra teröristlerin gösterisine karnı tok olan TSK, İkinci Dünya Savaşından sonra ilk kez Rus savaş uçağını saldırı esnasında tek atışta indirdi. Bu hareket, Yakın Doğu’da Rus moral prestijini kırdı. Türkiye hakların gözünde bir anda kurtarıcı oldu. 2.5 milyon sığınmacı Türkiye’de ve bir o kadar da Lübnan ve Ürdün kamplarında çadırdan çıktı ve Allah Büyüktür! Diye göklere el açtı, dua etti. Herkes, korkunun en büyük düşmanının korkmazlık ve yılmaz olduğunu gördü.

Korkusuzluğun yuvası Türk ruhudur.

Bu ocağın ateşi ise sabırdır. Gücünü de her zaman haklı olmamızdan alır.

Dış korkudan başka her topluluğun iç endişeleri de vardır. Eskiden kolaydı. Kimin neden korktuğu bilinirdi. Kızlar evde kalmaktan, ergenler askerliğin uzamasından korkarlardı. Kuraklıktan korkulurdu. Göç selinde yolda kalırım diye korkmuştum. 1953 göçünde, ben dünyada yokmuşum, bizimkiler Balkanı aşıp Tunca boyunca sınır boyuna kadar inmişler inmesine de, kapı birden kapanmış, dedem Mustafa Paşa pazarında öküzleri satmış, trenle dönmüşler. Göç edenler boş giden, korkuların ve hayallerin hamallarıdır.  Beraberinde eskiyi, kötülükleri, gördükleri zulmün anısından kurtulmadan, sınırı geçmekten çekinirler. Öfke,  kin, dinmeyen acılar huzursuzluktur, hiç birinden yeni bir yuvaya taş olmaz. Makedonya, Bosna, Slovenya, Avusturya ve Almanya yollarında ilerleyen sığınmacı alaylarının hızlı ilerleyişini izlemişsinizdir. Bu insanlar katillerden öç alma öfkesini sırtlarından ve ruhlarından silkmiş, başka bir zaman bırakabilmiş oldukları için 3.5 bin km’yi yaya geçebildiler. Bu bir kahramanlıktır.

Dünyayı baştan başa değiştirecek bir gücün belirmesidir.

Yıllardan beri uyuklayan Brüksel bürokrasisini 4 gün eve kapayan onlar oldu. Rahatlığın kalesi Avrupa Birliği Merkezine UYANIN deyen de onlar oldu. Yeni durum polisle, jandarma ve askerle çözülemez.

Her şeyin temelinde insan olmalıdır. Yeni insanı yetiştirecek İNSAN.

Sığınmacılardan hiç birinin üzerinde bir tek bomba olduğuna inanmıyorum Onların içindeki enerji eski kıtada topluma daha şimdiden deprem yaşatıyor.

Yeni korku doğuyor. Bu biz ne yaptık korkusudur.

Yakın Doğulu, Ak Deniz’in kuzey kıyısı MAGREB ülkeleri emperyalizmin sömürgecilik zincirlerini 1960 yıllarda kırmıştı. Eski kıta ana kentleri o mazlum haklara özgürlüğü fazla gördü. Ve işte şimdi hürriyetlerini geri isteyenler kapılarına dayandı. Korktukları oldu. Bu yüzden korkunun anası da babası da korkudur, diyorum. Ve tespitimde tamamen haklımıyım değilmiyim siz okuyucular söyleyeceksiniz…

Ne var ki, ölümden kaçanların, korkuyu kendi yurtlarında yenemeyenlerin umutları ölmez.

Eskiden mayalanmış umutlarını evde, bağı bahçede, diktikleri fidanların dallarında bırakan biz gibi göçmenler, en sonunda zamanı dolan umutlarını kendi elleriyle öldürmek, hepsinden vaz geçmek zorunda kalabilir.

Çünkü özlem yeni endişelerin kaynağıdır.

Göçmenler memleketine, yurda, arkalarında kalana geçen yılın kışından karı olarak bakabilecek kadar güç bulamazsa, gittikleri yerlere ısınamaz, ruhlanıp yerleşemez. Belirsiz durum içinde yarın ne olacak korkusu belirdiğinde, soydaşlarım ”her şey onun olsun, yüzünü görmesem, ne mutlu bana”, “malda mülkte gözüm yok, hürriyetime kavuştum, yeter bana!” sözlerinde kendilerini avuturken huzur aranır.

Bu dönemi hepimiz yaşadık. Suriye sığınmacılarının yürüyüşü de kararlı! Ne de olsa, yeni ortamda ısınıp kaynaşmak zor iş!  Göçün kitabı ve kılavuzu yoktur. Ürküp korkma, bir tehlike tuzağı olarak her zaman vardır. Eskiyi düşünmek insanı yıpratır. Bilinmeyen hep korku yarattır. İyi günlerle avunmakta, yeni korkusu gizlidir. Bir bulaşıcı gibidir o. Kültürel farklardan kaynaklanan kaynaşamama korkusu son göçte 150 bin Bulgaristan Türkünün geri dönmesine sebep oldu. Daha önceki göçlerde geri dönüş olmamıştı. Demek, zamanla Bulgaristan ile Türkiye arasında kültürel ve medeniyet farkı açılıyor. Derinleşen hendek aşılmaz oluyor. Bulgaristan’da Türk geleneklerini ve kültürünü yaşatmalıyız. Çocuklarımıza Türkçe okumalarını yasaklayanların derin niyetinde bizi dilsiz bırakmaktır.

Ana dilsiz insan bir hiçtir. Dönenler bu yüzden döndüler.

Dönüş bir teslimiyettir. Eski korkuları yeşertir. İleri atılacak her adım yeni ödünler ister. Erimeyen de erime ve çözülmeyi “kader buymuş” sözleriyle hazmetmek zorunda kalır. Kendi kendine pes edip  asimile olma kapısı böylece açılmış olur. Böylece korkulan başa gelir. O zaman korunamazsınız, çünkü direnme gücünüz sönmüştür.

O gün korkunun galebe çaldığı gün olur.

Ansızın baş gösteren korkular da insanın hayatını allak bullak eder. 1974’te askerdim.

Bir sabah komutan  “Varşova Paktı Prag’a girdi” izin ve teskere yok dedi. Biz Türk askerler kürek eri, silah tutmak bilmeyiz, fakat korktuk.  Askerlik 6 ay uzadı. Mektup yazsan bir dert, evdekileri habersiz bırakmak başka dert! Yazmakla anlatılacak gibi değildi. Sıkıntıdan endişe, endişeden korku doğdu ve kışlaya çöktü. Gün sayıp, teskere beklerken uzandık. Her akşam bu gece Prag’a gidiyoruz havası esti. Belirsizlik korkunun can kardeşidir. İnsanın içini nasıl kemirdiğini “Belene” Ölüm kampında, sürgünde, hücrede kalanlar iyi bilir.

1984’te içeri düşenler çıkamayız diye korktular. İlk tutuklulardan dönen olmadı. Tırmanan korku bacayı sarınca bütün erkekler tutuklanmayı bekledi, aralarında adını gönüllü değiştirmiş kimse yoktu. Hepsi kader kardeşiydi. O yıllarda bize hep İkinci Dünya Savaşı filmleri gösterildi. Nazilerin Yahudi erkekleri bire dek yok etti anlatıldı. Sanki siz halinize şükür edin demek istiyorlardı. Hiç kimse başka biriyle dertleşmek, beraber olmak, vakit geçirmek istemiyordu. Herkesin herkesten korktuğu bir ortam yaratılabilmişti. Bu ortam korkuyu yaratandı.

Korku dağları bekletir” atasözü böyle zamanlarda doğmuş olmalı, diye düşünüyordum. Memleketim düz ovalık, hafif tepeliktir. İnsanlar zulüm, ya da ceza görmekten korkup dağa çıkarken, bizim sığınağımız ovamızdı. Ovamız kimseyi korkutmamış ki, bizim doğamıza atasözü düzülmemişti. Kendi ovamızda olsak da, kötü bir durumla karşılaşacağından korkuyor, gece köye dönüyorduk. Ortam yatışıncaya kadar herkesten korktum Yıllar sonra o günleri konu ettiğimizde arkadaşlarımın da, öğrenimli biri olduğumdan, o zaman benden korktuklarını anlattılar. Düşmanlık ortamı yaratanlar korku ekmeyi başarmıştı. Başarılarının doruğu Türkler arasında güveni kırmak oldu.

İnsan insansız, dostsuz, arkadaşsız olamazdı.

Belene Adası”nda gün sayanlar korku içindeydi.  Tuna nehri taşar, ada su altında kalır,  boğuluruz korkusu bir an bile atlatılamadı. Bu korku orada yaşanan dehşetin püskülüydü. Gün geldi tir tir titredik. Taşan nehrin boğmaya çalıştığı ada ile kara arasındaki köprü su altında kaldığında korku sanki bir yanar dağ oluyor, uğuldarken küfür püskürüyordu. Büyük söğüdün gövdesine uzun ve kalın enserlerle mıhlanmış birer metre arayla çizilmiş derinlik ölçeği tahtadan gözlerimi sabahtan akşama ayırmadığımı hatırlıyorum. Su 6.5 metre çizgisini yuttuğunda hepimizi 3 kata çıkarmışlardı. Sanki birinci ve ikinci kat su altında kalsa üçüncü kattakiler kurtulacaktık Milisler de bizim odaya doldular.  O geceyi anlatamam. İnsan hayalı karanlıkta çalışmıyor, anı kaydı da yok. Korku milisleri de pisileştirmişti. Uluyan köpekleri bir görseydiniz. Sıçan deyip de geçmeyin, birbirimizi işitemez ve göremez olduğumuzda, suyun milim milim santim santim değil karış karış yükseldiğini hisseden sıçanlar da 3. kata yanımıza toplandı. Karınca ve böcekler de gelmişti. Bu bir zulümdü. Hepimizin aileleri, yakınlarımız dehşet içindeydi. Su hepimizi birden götürse, hiç birimizin mezar taşı olmayacaktı. Adaya korkunun ve zulmün anıtı henüz dikilmedi. Sorgu tutanakları, tonlarca dosya bir anda yok olsa, 518 Türkün çektiklerini bilen olmayacaktı. O günlerde hep insan gururunun ıslanmadığını, boğulmadığını, yanmadığını, ebedi olduğunu düşündüm.

Bizi ayakta tutansa kutsal bir davanın eri olarak birbirimize kenetlenmiş olmamızdı. Ölümü hissedenlerin ruhu çöküyordu. Ölüm adasında bizi ayakta tutan bir tek inancımızdı.  İnanmayanların korkusu gözlerine vuruyor, korku ruhlarını teslim alıyordu. Aramızda 52 ajan olduğu böyle ortaya çıktı.

Azrail onları hazırlıksız yakaladı ve korkuya teslim oldular.

Devam edecek.

Reklamlar