Röportaj: Fevzi ŞEN

Kendinizi tanıtır mısınız? Yaver Kırıçimli kimdir?

-1943 yılında Bulgaristan’ın Filibe (Plovdiv) İline bağlı Kırıçim (Kriçim) kasabasında doğdum. Baba tarafım Küçükmehmetler (Davutoğulları), ana tarafım Paşalıoğulları olarak tanınırlar. İlk ve orta öğrenimimi Kıriçim’de Türk Rüştiye Okulunda okudum. Lise tahsilime 1957 yılında Kırcaali’de Rodop Türk Muhtelif Lisesinde başladım. 2 yıl Türk öğretmenlerden Türkçe eğitim-öğretim aldım. 1959 da, Türk okullarının kapatılması ve teknik okullara nakil hakkı verilmesi üzerine, Filibe Sanat Okulu’na naklimi aldırdım, oradan elektrik teknisyeni diploması aldım.

1962 yılında, 2 yıl “talimeri” olarak askerlik yaptım, iş hayatına atıldım. Çalışırken gece eğitimine devam ettim, Elektrik Teknikeri Okulu’nu bitirip, Kırıçim’e döndüm. Kasabamda soğuk hava depoları, konserve ve sebze meyve kurutma fabrikası kombinesinde, elektrik bakım sorumlusu olarak çalışmaya başladım. 1966 yılında Nejla Hanımla evlendim. 1968 yılı Serbest Göç Anlaşması gereği, Türkiye’ye göç başvurusunda bulunduğum için işimden kovuldum.1977’de Türkiye’ye geldim.

Kriçim nerede? Hakkında bilgi verir misiniz?

-Kırıçim, Filibe’ye (Polvdiv) bağlı bir kasabadır. Rodop Dağları’nın kuzey eteklerinde, Filibe’nin ve Trakya Ovası’nın güney batısındadır. Geçitleri, dereleri, tepeleri, verimli geniş ovaları ile, soğuk ve sıcak su kaynakları ile stratejik bir konuma sahiptir. Filibe’ye 30 km. Tatarpazarcık’a 20 km, Peştere (Peştera) ye 18 km, Dövlen’e (Devin) 65 km uzaklıktadır. Denizden yüksekliği 230 metredir. 12500 dekar işlenebilir tarım toprağına sahiptir.

Filibe, Kırıçim, Peştere demiryolu kasabamın bir kilometre yakınından geçmektedir. Bulgaristan’ın ve Balkanların en büyük hidroelektrik santrali kasabamızın mücavir(yakın) alanındadır. Kırıçim (Vıça) Çayı yatağının sol kıyısında manastır mevkiinde, şifalı bir kaplıcamız var.

1969 yılı göçü öncesinde 13 bin nüfusumuz vardı. Kırıçim’in üçte biri Türk’tü. 800 hane, 4-5 bin kişiydik.

Kırıçim’in milattan önceki yıllara dayanan kadim bir tarihi var. Bizanslılar Krıçim’e, yol kavşağı anlamında “Kriçemonti” demişler. Trak kabilelerine ait kalıntılar, 6. yüzyılda yapılan bir kale bulunmaktadır. Osmanlılar, Krıçim kalesini ele geçirmek için epey mücadele vermişler. Şayet duruyorsa, o şehitlerimize ait olduğu sanılan mezar taşları mevcuttur. Bir de fetih efsanesi anlatılmaktadır. Şöyle ki: Kale kralının kızı oka sarılı bir nameyi aşağıya, askerlere atar. Ardından kendisi atlayıp intihar eder. Akıncılar, bu oku alıp komutanlarına ulaştırırlar: Oka sarılı mektupta: “Kaleyi fethetmek istiyorsanız, mutlaka suyunu kesmelisiniz” yazmaktadır. Kızın bu mektubu ve ardından kendisini aşağıya niçin attığı sır olarak kalır. Yaşlılarımız: “Ovadan kaleye doğru baktığınızda, yalçın kayalarda bir beyazlık göreceksiniz. İşte bu beyazlık o prensesin başörtüsünün simgesidir”, derler. Osmanlı akıncıları o Prensesin dediğini yapmak, Kale’ye, Sinka Deresi’nden künklerle getirilen suyu bulup kesmek için harekete geçerler. Ama su künkleri, ustalıkla gizlendiğinden bir süre bulamazlar. Akıllarına, eski bir deneyimleri gelir ve onu uygularlar: Üç gün boyunca üç katıra devamlı tuzlu yem verirler, hiç su vermezler. Ardından hayvanları kontrollü olarak su kaynağı alanına bırakırlar. Susuzluktan bağrı yanan katırlar, suyolunu içgüdüleri ile bulurlar, ayak tırnakları ile kazıp, açığa çıkarırlar. Ve Kale’ye giden su kesilir. Kale içinden Ole-le sinko !, Ole-le sinko! ( Vah oğlum, vah oğlum!) feryatları gelir. İşte rivayete göre, Kırıçim Kalesi’nin fethi ve halkının teslimi böyle olur. Kalenin yanından geçen bu derenin adı da, o tarihten beri “Sinka Deresi” olarak bilinir.

Sofya Bilimler Akademisi’nce yapılan arşiv araştırmalarına göre Kırıçim’e; Konya Karaman civarından 25 aile, İzmir Menemen civarından 25 aile olmak üzere toplam 50 aile yerleştirilir. Çevre köylere de (Aydın köy gibi) Aydın yöresinden aşiretler meskûn edilir. Kırıçimliler, Kale muhafızları olarak, Rodoplar’dan gelebilecek her türlü saldırıya karşı koyabilmek için görevlendirilirler.

Kasabamızın adı Kırıçim: Kır ve çim kelimelerinin Kırıçim olarak birleştirilmesinden meydana gelmiştir. Bulgarlar Kır-ı kelimesini zor telaffuz ettiklerinden “Krıçim” olarak söylemekte ve yazmaktadırlar.

Bulgar Araştırmacı İliya Zoinski’nin Krıçim adlı kitapçığında(1976) belirttiğine göre; 1576 yılındaki bir sultan fermanında kasabanın Yukarı ve Aşağı Mahalleden oluştuğu ve burada yaşayanların her yıl sultana belli bir miktar davar vermeyi hükme bağladığı yazılıdır. Bir başka araştırmacı İvan Panayotof’un “Vırhovrıh-Tepelerintepesi” kitapçığında(1974) ise; 1877-1878 Osmanlı- Rus Harbi’ne kadar(93 Harbi), Kırıçim’in 250 evden oluştuğunu, 200 evin Türk, diğerlerinin Bulgar olduğunu, Türklerin kendi camilerinin etrafında, Kırıçim (Vıça) Çayının sağ kıyısında, Bulgarların ise Metoh dedikleri şimdiki kiliselerinin bitişiğinde Vıça Çayı’nın sol kıyısında meskûn olduklarını yazmıştır. Bulgar Mahallesi, Osmanlılar zamanında “Karşı Mahalle” olarak adlandırılmaktaydı. Karşı Mahalle’de 1960’a gelindiğinde, tek Türk kalmıştı: Süleyman Çavuş Ahmet Ağabey’in dayısı Mustafa Ağabey.

1781 yılına ait bir belgeden Kırıçim’e ve civarında bulunan Kurt Konyar gibi köylere Kafkasya’dan, at bakıcılığı ile ün yapmış Çerkesler getirilip meskûn edilmiş, olduğunu öğrenmekteyiz.

Kasabamızın tarihine ışık tutacak bir belge (Mülkname) vardır. Belge Topkapı Saray Müzesi Arşivinde No:E.5488’de kayıtlıdır. Miladi 1451 tarihinde yazılmış. Kasabamızın Türk dönemi tarihinin ne kadar eski olduğunu gösterir. Bu Belge Fatih Sultan Mehmet’in emriyle Sadrazam Çandarlızade Halil Hayreddin Paşanın torunu, vezir Halil Paşa’ya verilmiş. Rumeli ve Anadolu Kazaskerlerinin mührü ile mühürlenmiştir.

Bu belge şöyle başlamaktadır:

İslâm ve Tüm Müslümanların sultanı, en iyi ve iktidar sahibi hazretleri, cihan hükümdarı Fatih Sultan Mehmet olarak emir veriyorum ki, Baş Sadrazam ve dinin hayırlısı Halil Paşa’ya, Filibe’ye bağlı Kırıtzma(Kırıcım, Kırıçim) Köyünü, bütün sınır ve hakları ile beraber, mülk olarak verdim. Nitekim gerekir ki insanların en kutsalı ve iftihar edilecek şahsı Hasköy Kadısı Mevlana Müslaattin ve mahiyetindekilerle beraber, o muhitin beylerbeyi Karacabey dahi, bir inanılır kimse göndermesi için yazdım. Onunda göndereceği kimseyle birleşip, Kırıçim’e gidesiniz. Eski hudutlarını ve sınır noktalarını encümenlerle bulasınız. Evvelden sınırları neredeyse tayin ve yazı ile tespitten sonra, Çandarlı Halil Paşa Hazretlerinin ellerine tasdikname veresiniz!…..

(Not: bu fermanın tercümesini Kırıçim eşrafından, yıllarca kasabamızda imamlık yapan Salih Hoca’nın büyük oğlu, şimdilerde Gönen Kasabası’nda ikamet eden Mehmet Vuralel (Mustafaoğlu) Beyefendiye yaptırdım. Farklı bir Osmanlıca yazı karakteri ile yazıldığından, bu Belgeyi okuyabilen az insan vardı.)

Köyünüzün ekonomik durumu nasıldı?

-Topraklarımız bereketli idi. Elmanın 57 cinsi yetişirdi. Bağcılık da epey gelişmişti. Pek çok cins üzüm yetiştirirdik. Bolca çilek bahçelerimiz vardı. Elmadan sonra ikinci sırayı alırdı. 1940-50 arası Türkiye’ye, özellikle Bursa Kestel’e kültür çileğini ilk getiren ve uygulayanlar Kırıçimliler olmuştur. Çilek fidelerini, göç ederken döşeklerinin içerisinde saklayarak gizlice getirmişlerdir.

Buğday, arpa, fasulye, şeker kamışı, domates, biber, nohut, kavun, karpuz, tütün, mısır gibi her türlü mahsul yetiştirilir.

Güz mevsimi aynı zaman, komşular arasında yardımlaşma ve dayanışmayı pekiştiren bir mevsimdi. Pek çok komşu, imece usulü sıkıntılı günlerde birbirlerinin yardımlarına koşarlardı. Çalışmalar yapılırken hep bir ağızdan, o yanık sesleri ile bir birinden güzel Rumeli şarkı ve türkülerini söylerlerdi. Etraf hoş seda ile inlerdi. Onlardan biri şöyle idi:

 

ÇIKAYIM GİDEYİM URUMELİ’NE

Çıkayım gideyim Urumeli’ne, aman aman

Arzuhal yazayım yârım beylerbeyine, aman aman.

Kimleri sarayım yar senin yerine? aman aman

Nakarat: Gizli gizli sevdalarımız, aşikâr oldu, aman aman

Bize bu ayrılık Mehmet, Mevla’dan oldu, aman aman

 

Çıkayım gideyim bir uçtan uca, aman aman

Sana gösteriyim yârım, ayrılık nice, aman aman

Kurbanlar keseyim yârim, sardığım gece, aman aman

Nakarat: Gizli gizli sevdalarımız, aşikâr oldu, aman aman

Bize bu ayrılık Mehmet, Mevla’dan oldu, aman aman

 

93 Harbi, Balkan Savaşları, I. Ve II. Cihan Savaşları’nda Kırıçim’de neler yaşanmış?

93 HARBİ’NDE KRIÇİM

-93 harbinde, bir süre Kırıçim boşaltılmak mecburiyetinde kalınmış. Şöyle ki; Plevne Savaşları’nda Gazi Osman Paşa, düşmana esir düşmeden önce üstlerine, durumun vahim olduğunu bildirir, yardım talep eder. Haziran 1877 yılında Osmanlı komutanı Süleyman Hüsnü Paşa, 4-5 bin kişilik birliği ile, önce Ege Denizi yolu ile Dedeağaç’a oradan da kara yolu ile Şipka Geçidi’ne (rakım 1150 m.) ulaşır. Öte taraftan Rus Generali Yosip Gurko kumandasındaki birlikler, Bulgar gönüllülerin yardımları ile, Temmuz 1877’de Tuna Nehri’ni geçerek, Süleyman Paşa’dan önce 17-19 Temmuzda Şipka’yı ele geçirirler.  Süleyman Paşa kuvvetleri kahramanca savaşırlarsa da başarılı olamazlar. Kızanlık, Filibe, Tatarpazarcık istikametinde geri çekilirler. Meriç Nehri’ni yöremiz yakınından geçip, bir kolu Stanibaka (Asenovgrad), diğer kolu da Değirmendere (Pırvenets) yoluyla Rodop’ların güneyine doğru çekilirler.

Moskof, Süleyman Hüsnü Paşa’nın güçlerini hezimete uğratmak için bizim mıntıkadan geçmiş, halkımıza sıkıntılar yaşatmış, bu hengâmede bir kısım insanlarımız yurtlarını terk edip göç etmişlerse de, büyük bir kısmı kasabamıza geri dönmüşler. 105 yaşında vefat eden memleketlim Cate (çete) Mustafa Dede, o günlerde yaşadıklarını bana şöyle anlatmıştı:

17 yaşlarındaydım, delikanlılık çağına basmıştım ki, bir gün kasaba halkı arasında telaş başladı. Neler oluyor demeye kalmadı, karşıya baktık ki, insanlarımız kasabanın güneyinde yamaçtaki Boğaz Yolundan akın akın, kiminin elinde küçük çocuklar, kiminin elinde hayvanların tasması, sırtlarına da öteberi almışlar, kaçıyorlardı. “Kaçın Moskof askeri geliyor!, Türkleri katlediyorlar!”, denildi. Bu sebepten de kaçan kaçana, Boğaz, Karaağaçlar, Bobişte, Karadağ, Çuren istikametinde, yani eski Kervan Yolu ile göçüyorlar. Can tatlı, her şeyimizi yüzüstü bırakıp biz de kaçmaya karar verdik, ailece yola koyulduk. Sonra anlaşıldı ki, kasabamızda yalnızca yatalak iki hasta kalmış. Onlar da taşınamadıkları için, bile bile bırakılmışlar. Bunlardan biri Durmuşların Nineymiş. Onu yüklüğün (gömme dolabın) içinde saklamışlar. Bunun dışında kasaba tamamen boşaltılmış. Kasabanın ileri gelenleri, ben ve benim yaşlarında olan daha birkaç genci “Akyarlar” üstü Boğaz Mevkiinde gözlemci olarak bıraktılar. Kırıçim’i ve ovada olup biteni gözetleyip, durumu ulaklar aracılığı ile öncülere bildiriyorduk. Yine sonradan anlaşıldı ki, Kumrular (Tatarpazarcık) civarında, Baba Bayırı (Yağmurbaba) ardında Osmanlı askerleri ile Bulgar çeteler ve bir kısım öncü Moskof askerleri çetin savaşlar yapmışlar. Ondan dolayı da, oranın ve civar köylerin yerli Türk halkı ürkmüş olacak ki kaçmaya başlamışlar. Gözetleme yaparken, uzaktan uzağa bizleri fark etmiş olacaklar ki, bir baktık 5-10 atlı, başları kalpaklı Kocataş’a kadar geldiler ve anlaşılan ürkmeyelim diye fazla ileri gitmediler. Biri, biraz öne çıkarak bozuk Türkçesi ile avaz avaz bağırmağa başladı: “Beriye gelin, biz askerin peşindeyiz, size herhangi bir şey yapılmayacaktır. Evlerinize dönün” dedi. Geri döndüler. Durumu bildirdik, ihtiyaten birkaç gün bekledikten sonra kasabamıza döndük” dedi

BALKAN HARBİNDE KIRIÇİM VE CEVRESİNDE YAŞANANLAR

Balkan Savaşları (1912-13) sırasında Bulgaristan Türkiye Hududu Kırçim’in yaklaşık 10 kilometre kadar güneyinden, yani Fotan-Koznitsa (Keçilik) mevkiinden, Bobişte (fasulyelik) yaylasından yukarıya Çuren (Beypınar) mezrasından Vırhovrıh’dan (Tepeleritepesi) geçermiş. Hâlâ, söz konusu yerlerde gözetleme kulelerinin kalıntılarına rastlanmaktadır. Kasabamızdan 10-15 km kadar yukarıda Vıça (Kırıçim) Çayı vadisinde, halkının tamamı Türk, sınır köyü Küçükköy varmış. Bulgar baskısından yılan köy halkı, bir gece kandillerini yanar bırakarak köylerini terk edip, göç etmişler. Bir hane bizim kasabamıza gelip yerleşmiş. Diğerleri Çanakkale-Gönen’in Güvemalan köyüne göçmüşler. Furzavalılar (Gönenin İlyasalan köyüne), Tımraş Köyü sakinleri (Bursa’nın İsmetiye köyüne) gibi, daha birçok Türk köyü savaş sırasında Türkiye’nin muhtelif şehir ve kasabalarına gidip yerleşmişler. Bulgar çeteleri Türkleri ellerinden kaçırdıkları için çılgına dönmüşler. Bu köylerde taş üzerinde taş bırakmamışlar.

Nazire Ninem(1898-1963) uzun kış gecelerinde bizlere yaşadıkları acı günleri, kümbet(soba) başında gözyaşları içinde anlatırdı. “Bunları bir gün sizler de çocuklarınıza torunlarınıza aktaracaksınız” derdi. Bir akşam şunları anlatmıştı:

“Bir gün bütün sokakları bir naradır sardı. Bulgarlar avaz avaz bağırmağa başladılar. “Odrin” padna, “odrin” panda (Edirne düştü, Edirne Düştü) Bu arada yediden yetmişe kadar tüm erkeklerimizi evlerinden alıp “şkola” denilen mektebe topladılar. Hepimiz kuşku içindeydik. Acaba erkeklerimize ne yapacaklardı? Akıbetimiz ne olacaktı? Kaygı içerisindeydik. Bu yetmezmiş gibi maksatlı, asılsız, yalan haberler yayılmaya başlamıştı. Hepsi de insanlar arasında korku ve panik yaratmak amaçlıydı. Böyle bir günde evimiz Galabinço adlı Bulgar komşumuz tarafından basıldı. Erkeklerimizin tutuklanmasını fırsat bilmiş olacak ki, kör kütük sarhoştu ve gözü dönmüştü: Altınları, paraları çıkarın!  Diye bağırmaya başladı. Daha sonra sandığın içerisinden çıkardığı 90 adet Napolyon altınını gasp ederek, cebine attı. Küçükmehmet dedeniz bu parayla kurban alıp satacaktı. Bu yetmezmiş gibi, kâfirin gözü Ayşe Nine’nin boynundaki zincire dizili beş adet Beşibiryerde’ye takıldı. Hemen nineyi tartaklayıp zinciri kopardı, onları da cebine indirdi.” Ancak bu kişinin, -Türk ahalisinden epey bir beddua aldığı için olacak- neslinden pek kimse kalmamış. (Not: Yaver Abinin oğlu Günay’ın bir sahafta bulup satın aldığı, Balkan Savaşlarını anlatan bir kitapçıkta olay aynen yazıyordu.)

II. DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ VE SONRASINDA KRIÇİM’DE DURUM

-Nazi Almanya’sının Avrupa’da başlattığı yayılmacı politikadan cesaret alan şovenist Hükümet taraftarı Bulgarlar, bunu fırsat bilerek, Türkleri yok etme planları yapmaya başlamışlar. Almanların Bulgar topraklarına girip Türkiye Cumhuriyeti topraklarına yöneldikleri bir günün akşamında, Krıçim’in ırkçı Bulgarları ve 1915’de Türkiye’den kaçıp Bulgaristan’a sığınan Ermeniler (Bursa’dan gelip kasabamıza yerleşenler), hükümetin teşviki ile Türkleri yok etmeye karar vermişler. Katliama hazırlanmışlar. Bıçaklarını bilemişler, tüfeklerinin bakımını yapmışlar. Ailelerini de, Karşı Mahalleye (Bulgar mahallesine) toplamışlar ki, masum Türklerin çığlıklarını feryatlarını duyup, etkilenmesinler diye! Sinsi planı hazırlamışlar ama, vicdanlı bir Bulgar, durumu dostu olan bir Türk’e söylemiş, tedbiri elden bırakmamalarını tembih etmiş. Uğursuz, kalleş plan ağızdan ağıza kasabada Türkler arasında yayılmış. Krıçim Türkleri imkânlar ölçüsünde gerekli önlemleri almışlar. Gelişen bazı politik sebeplerden dolayı ırkçı şöven gruplar amaçlarına ulaşamamışlar, ama hırslarından, kinlerinden toplandıkları evlerin kapılarını, duvarlarını kasaturalarla delik deşik etmişler. Krıçim Türkleri o uğursuz geceyi hiç unutmazlar “KARAGECE” olarak hatırlarlar.

8-9 Eylül 1944 günü General Tolbuhin’in komutasındaki Sovyet orduları Dobruca’dan Bulgaristan topraklarına girmesiyle rejim değişikliği oldu. Bulgaristan, Sovyetler Birliğinin arka bahçesi gibi oldu. 1956 yılında Anton Yugov azledildi, yerine Todor Jifkof getirildi. O, “azınlıkları nasıl asimile edebilirim, özel mülkiyete nasıl el koyabilirim”, düşüncesi ile hareket etti. Asimilasyona önce Makedon asıllılardan başladılar. Cemiyetlerini kapattılar, tüm faaliyetlerini durdurdular. Büyük İskender’i bile Bulgar tanıttılar. 1972 yılında Türkçe konuşan romanları (çingeneleri), ardından İslâm dinine çok bağlı olan, asılları Hun, Peçenek Kuman Kıpçak bakiyesi Türklere dayanan Pomak Türklerini asimile etmeye başladılar. Güya Pomaklar, asırlar önce Bulgar’mış da Osmanlılar bu topraklara egemen olunca, onları zorla İslâmlaştırmış ve Türkleştirmiş. Pomakları Bulgarlaştırma girişimin de evveliyatı vardı. İlk denemeleri 1912 yılında Batı Rodoplar’da Pirin yöresinde başlamış. Papazlar bölge insanına domuz eti yedirmiş, şimşir dalı ve su kutsamasıyla Bulgarlaştırmaya başlamışlar.

Coğrafi adlar da Bulgarlaştırılmıştı. 1934 yılında Kimon Georgiev hükümeti; yer, dağ, dere, tepe isimlerini Bulgarca yapmış. 1965 yılı nisan oturumunda Bulgar Komünist Partisi, azınlıkların giyim kuşamı konusunda karar almış, ferace, şalvar, potur gibi giysiler yasaklanmış.1959’da Türk okulları kapatıldı, Türkçe eğitim- öğretim yasaklandı.

Asimilasyon en son Türklere dayandı. 1984-85 yılları kışında baskı ile silah zoru ile, tanklarla Bulgar isimleri almaya zorlandılar. Daha önceki yıllarda da, bağ, bahçe, tarlalar güya gönüllü olarak TKZS’ye (kooperatife) bağışlatıldı. Malını mülkünü teslim etmeyenler, belge imzalamayanlar zor günler geçirdiler. Kasabamda bazı traj-i komik olaylar da yaşandı. Mesela Kahyaoğlu İsmail Ağa, yakalanmamak için 8 gün evin ekmek fırını içinde yatıp kalkmıştır. Pişiklerin Hasan Ağa, hanımı Fatma yengenin feracesini, şamisini (başörtüsü) giymiş olarak gardıropta saklanırken yakalanıp, belediyeye götürülmüştür. Gelirleri ile cami bakım ve onarımlarını katkı yaptığımız tarlalarımız (vakıf mallarımız) vardı, onlar bile devletleştirildi. Şehirlerde ise, fazla mülkü olanların mülklerine el kondu. Sosyalist rejimin de, bir öncekinden farkı yoktu. Şarkının güftesi aynı, melodisi değişikti.

Kırıçim’de eğitim öğretim durumu nasıldı?

-1930 yılında Türk ilköğretim ve Rüştiye okulu açıldı.1960 yılında Türkçe yasaklandığı için Bulgarca tedrisata geçildi. 1990’da o okul yıktırıldı.

Öğretmenleriniz kimlerdi?

– Mehmet Rüstemoğlu (annemi, babamı ve beni de okutmuştu. Okulumuzun en az 40 yıllık ulu çınarı idi. Mehmet Rasimoğlu (Okul müdürlüğü de yaptı) oğlu Nejdet Rasimoğlu, Salih Mutafoğlu, Mustafa Güllü(Delimehmetoğlu), Cumabalalı(Yukarı Cumalı), Hanife İşler( Şimdi İzmir Şirinyer’dedir) Ahmet Üzeyir, Fatma ve eşi Yörüklü (Borimeçkovolu) Necat, Hasan Alikoç, Leyla Mertekçi, Mehmet Memoğlu ve eşi Melek Hanım, Şair Recep Küpçü, İlyas Özkan ve daha birçokları.

1936’lı yıllarda Türkiye’den gelip öğrencilerine Turancılığı (Türkçülüğü) aşılayan Baki Efendiyi de unutmamak lazım. Vefat edenlere rahmet sağ olanlara sıhhatli uzun ömürler dilerim.

Krıçim’den yetişen tanınmış kişiler var mı?

-Hayriye Memoğlu var, Türkiye’de Profesör Hayriye Yenisoy olarak bilinmektedir. (Türk edebiyatına, kültürüne hizmet etti, etmektedir.) Emil Boev (Gagavuz Türklerindendir). Kırcaali’de okuduğum yıllarda Türkçe öğretmenim idi. Onunla beraber yöremizin türkü, şarkı, mani vs. hakkında araştırmalar yapıp kitap yazmışlardır.

1955’li yıllarda Bulgaristan Türkleri tabiri caiz ise altın çağlarını yaşadılar. Türklere kültürel açıdan pek çok haklar verilmişti. Türkçe kitaplar basılıyor. Türk liseleri açılıyordu. İptidai(ilkokul), rüştiye(ortaokul) ve liselerde Türk öğretmenler tarafından Türkçe tedrisat yapılıyordu. Sofya’da Bulgar Bilimler Akademisi bünyesinde Türk Filolojisi bölümü vardı. Türkçe gazeteler, mecmualar, dergiler hatta 45’lik plaklar basılır ve yayınlanırdı.

Şumnu, Razgrat ve Hasköy’de 1952-53 yıllarında üç “Türk Estrad Tiyatrosu” vardı. Aynı yıllarda, Kırıçim Türkleri amatör folklor ekibi oluşturuldu. 1967’de öncülüğümde kasabamız Kırıçim Türk Heveskârlar (Amatör) Folklor ekibini oluşturduk: yöremizde Türklerin yoğun olduğu yerlerde konserler verdik. Koromuza yardımcı olanları ve arkadaşlarımızı sevgi ve saygı ile anıyorum. Ben, Paşalı Ahmet amca, Nejdet Rasimoğlu, Mehmet Çardaklı, Hasan Sertel, Bekir Çavuşların Ayten ve daha birçokları ekibimizde yer almıştı. Türkçe eğitim ve kültür faaliyetlerini 1959’da bitirdiler.

-Siz şiir yazmışsınız. Şiirleriniz güfte olup şarkı ve türkü olarak söylenmiş. Bu konuda bilgi verir misiniz?

-Edebiyata, kültürel faaliyetlere küçük yaşlardan beri ilgim var. Şiirler yazardım. Evet, bazı şiirlerim yöresel olarak bestelendi, şarkı ve türkü biçiminde söylendi. Türk milli ruhu ile yetiştim, büyüdüm. Ne zaman bir Rumeli türküsü söylense, ne zaman bir Türk marşı çalınsa, ne zaman bir kahramanlık şiiri okunsa, gözyaşlarımı tutamam. “Osman Paşa Marşı”, Biz Balkan Türklerinin çok sevdiği, duygulandığı bir marştır. Çeşitli vesilelerle biraraya gelindiğinde topluca söylenir. Bir de şu milli kahramanlık şarkısı beni çok etkiler:

TÜRK EVLADI UNUTMASIN SOYUNU

Türk evladı unutmasın soyunu,

Anadolu’dan açtık hudut boyunu,

Orda oldu zorlu ateş oyunu,

Ataların durağıdır bu yerler.

 

Hep gaziler ordan gelip geçtiler,

O çaylardan abdest alıp içtiler,

Memleketler fetheyleyip geçtiler,

Erenlerin durağıdır bu yerler.

 

Türk’ün canı şu ellere kurbandır,

Sine’sinde yatan toprak vatandır,

Anadolu asıl eski vatandır,

Göçmenlerin durağıdır bu yerler.

 

Her bir viran köşesinde bir er var,

Kadır’ında nice nice ser’ler var,

Bilmem nerde böyle mutlu erler var.

Ulu vatan toprağıdır bu yerler.

( Bilmem nerde böyle mutlu erler var,

Ulu vatan toprağıdır TÜRKİYEM)

 

Türkiye’ye göçünüz nasıl oldu?

-Bulgaristan Dışişleri Bakanı İvan Başev ile Türkiye Dışişleri Bakanı Sabri Çağlıyangil arasında imzalanan Serbest Göç Anlaşması, parçalanmış Türk ailelerinin, akrabaların birleştirilmesini amaçlıyordu. Göçün; 1968-78 yılları içerisinde gerçekleşmesi kararına varılmıştı. Bizler de bu anlaşmadan yararlanıp, Anavatan Türkiye’ye gelmenin çaresini aradık.

Dedemin babası Küçükmehmet, 1907’de Bursa’ya göç amaçlı ön araştırma yapmak için gitmiş. Çeltik köyünde tarlalar almış. İleriki yıllarda Bursa’ya göç edip, yerleşme planları yapmış. Mülk edindiği tarlaları yakınlarına icar’a (ortakçı) verip, memlekete geri dönmüş. Ama, işleri planladığı gibi gitmemiş. Beş yıl sonra Balkan Savaşları (1912-13) çıkmış. Balkan Savaşlarının yaraları sarılamadan, Birinci Dünya Savaşı (1914-18) patlak vermiş. Bu savaşın cephelerinden biri 1915’de Çanakkale’de olmuş. Milletimizin ölüm kalım savaşı verdiği bu harplerde, tabii ki dedelerimiz ‘vatan görevi kutsaldır’, diyerek, cepheden cepheye koşuşturmuşlar. Hâsılı büyük dedem, kolladığı göç için uygun bir zamanı o yıllarda bulamamış. 1937’de Küçükmehmet vefat etmiş. Bu defa oğlu dedem Mustafa Bursa’ya gelmiş. Malı mülkü kendi üzerine geçirmiş. Arazisini icar’a verip, “Ben gelinceye kadar çalışırsınız, gelince üzerime alırım” deyip Kırıçim’e geri dönmüş. II. Dünya Savaşı (1939-45) çıkınca dedem Mustafa’nın da göçü mümkün olmamış, o da 1949 yılında memlekette ölmüş.

Babamlar, 1951’deTürkiye’ye göç etmeye teşebbüs etmişlerse de, bir süre Türk- Bulgar sınırı kapandığından yine başaramamışlar. Yine demir perde yüzlerine kapanmış.

Bursa’daki akrabalarımızdan birileri, 1957’de kadastro geçmesini fırsat bilip yalancı şahitler bularak, dedemin arazisini üzerine geçirmiş. Aldığı vekâlete ihanet etmiş, arazileri kendi üzerine geçirmiş.

1968 göç anlaşmasından yararlanıp Türkiye’ye göç etmeye karar verdik. Bursa’daki akraba grubumuzdan istekte bulunmalarını rica ettik. Bizlerin talebi üzerine onlardan birisi ( ismi lazım değil) sözde davette bulundu ama, sözde diyorum çünkü gelmememiz için elinden geleni ardına koymadı. Bizleri karalamak için, “Komünist partisi sempatizanı”, iftirasında bulunmuş. Türk Emniyetine ulaşan davet dilekçenin üzerine kırmızı çizgi çekilmiş, sakıncalı kişi damgası vurulmuş. Akrabalarımızın Bursa’ya göç etmemizi neden istemedikleri belli idi. Çünkü bizler Bursa’ya gelince dedemin malının hesabını soracağımızı, mahkemelerde hakkımızı arayacağımızı gayet iyi biliyorlardı. Zaten, biz de bir yolunu bulup geldiğimizde, malımıza sahip olmak için hukuki mücadele verdik, fakat bürokratik engelleri aşamadık, davayı kaybettik.

Neyse, hikâyemize devam edelim. Türkiye Cumhuriyeti Filibe Başkonsolosluğu’nda bir türlü işlemlerimiz bitmiyordu, bizlere Türkiye’ye kabul vizesi verilmiyordu. Bizler de birçok kez konsolosluk kapısında bekleyip, işlerimizi tamamlamak istiyorduk. Üst katlarda yaşayan bazı Bulgarlar, Türk Konsolosluğu’nda işlem yaptırmak isteyen Türklerin giriş-çıkışlarına engel olmak istiyorlardı. Şöyle ki, önceden, sıra numarası alırdık, numaramızı takip etmek için bina önünde beklerken Bulgar fanatiklerin sözlü ve fiili saldırılarına uğrardık. Üzerimize kaynar su döküldüğü, haşlandığımız bile olurdu. Sivil Bulgar istihbaratçıları da bizlerden istihbarat elde etmek için bina çevresinde cirit atıyorlardı; baskı, korkutma, caydırma için ellerinden geleni yapıyorlardı. Konsolosluk binasının çevresinde durmamıza bile fırsat vermezlerdi. Girip çıkanları da gizlice ‘aralarında neler konuşuyorlar’ diye dinlerlerdi. Bir kısım Türklere hiç zorluk çıkarmadıkları gözden kaçmazdı.

Bir gün bana Filibe TC Başkonsolosluğu’ndan bir zarf geldi. İçindeki yazıda Türkiye ye varacağımız yerin adresi ve kişi adı isteniyordu. Bunun için bir hafta süre verdiler ‘göç edeceğiniz adresi bildirin’, diye. Allah başka bir fırsat karşımıza çıkardı. Amcamın gelini Nazife’nin halası İzmir- Tire’de, (şimdi merhum) 90 yaşındaki Fatma Aktar Nine, bize istenilen noter tasdikli davetiyeyi gönderdi. Allah kendinden razı olsun, fırsat bulursam Tire’ye gidip mezarını ziyaret edeceğim. Ben de, bu belgeyi 21 Haziran 1976’da konsolosluğa ilettim. Kendisi davetiyeyi yaptırıp gönderirken görevliler kendisine bazı sorular sormuş. “Bu yaşta nasıl göçmenlere bakacaksın!,” diyen emniyet görevlilerine: “Ben ne yer içersem onlar da ondan yer içer. Bir tas çorbamı, bir parça ekmeğimi onlarla paylaşacağım” diyerek karşılık vermiş. Fatma Ninenin adresini verdik, sayesinde Filibe Emniyet Müdürlüğü’nden amcam, babam, kız kardeşim, 20 nüfus için Bulgaristan’dan çıkış ve Türkiye’ye de giriş izni aldık. Önceleri kız kardeşim de problem çıktı, ama konsolosluktaki yardımsever bir memur sayesinde sorunu hallettik.

Vize için başvurunca sorunlar yaşadınız mı?

-Türkiye’ye göç edeceğimiz anlaşılınca, ben ve eşim dahil, öğretmen, mühendis, doktor 45 kişiye ellerine sarı zarfı tutuşturdular, bir gecede işten kovdular… Bir yandan da: eğer göçten vazgeçerseniz, işlerimizin başına dönebileceğimiz fısıldandı, kulaklarımıza. Kış kıyamette işsiz kaldık. Bulgaristan İş kanununa 31. Maddesinin “v” bendine göre, beceriksizlik gerekçesiyle işimizden atıldığımızı söylediler. Daha önce becerikli iken, yani birçoğumuzun takdir, teşekkür belgeleri var iken, bir gecede politik sebeplerden beceriksiz olmuştuk. Kayınpederimin desteği ile o kışı geçirdik.

Kovulduğumuz o gece 5 arkadaş, Alibaba İsmailler’de kirada oturan Üstünalı Doktor Melek Hanım’ın evinde gizlice bir araya gelip durum değerlendirmesi yaptık, T.Jivkof’a durumumuzu bildiren bir mektup yazmaya karar verdik. Hemen hazırladık, iadeli taahhütlü olarak Filibe Merkez Postanesi’nden gönderdik. Aynı gün de aynı kişiler Hotel Trimonsiyon yanındaki camlı parti binasına vardık. Bir süre sonra Partiye cevap geldi. Bizleri üç hafta sonra kasabamızın kültür evinde topladılar. Toplantı epey tartışmalı geçti. Nasıl bir günde beceriksiz olduğumuzu sorduk. İki ülke arasında göç anlaşması olmuş. Ceremesini niye halka yüklüyorsunuz? Türk okulları niçin kapatıldı? Cenazelerimizin Bulgar adetlerine göre gömdürülmesi, dilimize yasak getirilmesi gibi konuları gündeme getirdik. Yetkililer cevap vermekte zorlandılar. Bir görevli: “Sizler Türk değilsiniz. İşte görüyorsunuz ki, Türkçeyi bile doğru dürüst konuşamıyorsunuz.” Dedi. Ben, hemen cevap verdim: “Türk okullarını kapattınız. Bu insanlar dillerini nerede, nasıl öğrenecekler. Gramer(dilbilgisi) okumadığımız için böyle konuşuyoruz”, dedim.

Beni partinin adamları, ajanları takibe almış.   Her hafta hakkımda komünist partisine rapor vermişler. Arkadaşlarımdan biri Parti defterinde benim hakkında verilen gizli raporları görmüş, okumuş. O günkü konuşmamı ve diğer konuşmalarımı, bana bir bir anlattı. Örneğin: Kırıçim’de sabah ezanı yasaklanmıştı, bir parti yetkilisine sormuştum, “niçin yasakladınız” diye. Biri şikâyetçi olmuş; “Rahatsız oluyorum, uykum bölünüyor” diye. Bu şikâyet üzerine sabah ezanının yasaklandığını öğrendim. Bu konuşmam bile çarptırılmış raporda. Şöyle bildirilmiş muhbir vatandaş: “Korkmayın! Hepiniz Türkiye’ye göç ediniz! Benim orada fabrikam var, sizlere iş vereceğim” gibi yalan bilgiler verilmiş. Eğer Türkiye Cumhuriyeti Filibe Başkonsolosluğu ile irtibata geçme kararı alsaydık, gitseydik belki de Belene Kampı’na sürgüne bile gönderilirdik.

O toplantıda bizlere iş verebileceklerini, ancak her işte çalışamayacağımız bildirildi: “Sorumluluk alamayacağınız işlerde çalışabilirsiniz”, dendi. Yani, kasiyer, öğretmen, doktor, hemşire… gibi işlerde çalışamazmışız. Önceden, Kırıçim’de tarım kooperatifinde soğuk hava buzhanesinin meyve sebze kurutma ve ayıklama kombinesinde elktrik bakım sorumlusu (teknikeri) olarak çalıştım. Bu kez ise yakınımızdaki hidroelektrik baraj ve santrallarında çalışmaya başladım. Ama Fanatik Bulgarlar beni işten attırmak için hakkımda birçok dedikodu çıkardılar: Üslerime benim bir ajan olabileceğim, bu stratejik kurumda sabotaj yapabileceğim bile telkin ediliyormuş. Ben almış olduğum terbiye gereği, her ne olursa olsun, ekmeğini kazandığım yer ve kişilere karşı asla ihanette bulunamazdım. 1970-77 arasında, göç ettiğim güne kadar 4-5 yıl kasabamda Hidroelektrik santralinde montaj ve bakım kısmında çalıştım.

Göç yolculuğunuz nasıl oldu?

-Para götürmek yasak olduğu için elimdeki avucumdaki levayı eşyaya çevirdik, para edecek eşyalar aldık. Örneğin porselen yemek takımları, mozaik taşlama makinesi, motosiklet, hatta piyano… Eşyalarımızı bir kamyona yükledik. Kırcaali tren istasyonuna gönderdik. Kasabamızda tren garı varken eşyaları buradan da verebilirdik ama, zorluk çıkarma olsun diye Kırcaali’ye gönderiliyordu. Orada, istihbarat da yapan, Türkçe bilen Ermeni Bulgar gümrükçüler vardı. Bizleri dinliyorlardı. Sivil polislere bilgi verip, hoşlarına gitmeyen, kendilerince sakıncalı gördükleri göçmenlerin eşyalarını geri çevirtiyorlardı. Ben, bir bahane ile eşyalarım geri çevrilir mi? Diye korkuyordum, tedirgin bir vaziyette bekliyordum. Eşyalarımızın yarısına yakını geri dönmüştü. Geri kalan eşyalarımızı Edirne’ye gönderdik. Bizler de ardından başka bir trenle Edirne’ye geldik.

Türkiye’ye sınırını geçtiğimizi öğrenince çok duygulandım. Mehmetçiği gördüm. Türk Gümrükçülerini gördüm. Yanımda 5 Kg. nane şekeri vardı, vagon yanaşınca sevinçten pencereden dışarı, avuç avuç fırlattım. Osman Paşa Marşı’nı okumaya başladım. Benimle birlikte kompartımandaki tüm arkadaşlar başladılar söylemeye. Gözlerimizden yaş süzülürken, marşı ayakta söylüyorduk. Muhacir misafirhanesine indirildiğimizde işlemler için bir odaya alındık. 5 dakika bile sürmedi benim işlemim. Çünkü, daha önce hakkımda bilgi edinmiş olmalılar ki, bir memur bana: “Hoş geldi barajlar kralı! “ diye hitap etti. Benim Hidroelektrik santralinde çalıştığımı dahi biliniyordu. Sonradan öğrendim ki. Sn. Süleyman Demirel bu unvanla tanınıyormuş, Türkiye’de. Tarih 20 Ekim 1977 idi. Göçmenlik işlemlerimiz Edirne’de yapıldı.

Kırıçimli soyadınız Edirne’de mi verildi?

-Evet, bizlere memlekette “Küçükmehmet”, “Davutoğlu” lakabı ile hitap ederlerdi. Soyadımızı “Kırıçimli” yazdırdık. Memleketimizin adını torunlarımız, neslimiz unutmasın diye.

İzmir’e gidişiniz nasıl oldu?

-Çanakkale yolu ile İzmir’e geçmek üzere Edirne’den kamyon kiraladık. Ezine’den Çanakkale merkeze geçmek için Vapur beklerken eski muhacirlerden 75-80 yaşlarında Hasköylü Mehmet Abi kamyona yanaştı, benimle tanıştı. “Ben de 1950 yılı Bulgaristan muhaciriyim, göçmenliğin ne demek olduğunu gayet iyi bilirim” dedi. Elindeki, leblebi, fındık, fıstık dolu çerez paketini bana uzattı. O kadar duygulandım ki, ifade edemem.

Saat 12.00’de Edirne’den hareket etmiştik, gece 02.30’da İzmir Şirinyere’e vardık. Eşyaları indirtmek için Otogar’dan 4 amele tuttuk, daha önce bizler için kiralanan eve indirttik.

İzmir’de ne kadar kaldınız?

-İzmir de 3-4 ay kadar kaldık. Akrabamız sayesinde geçici işler de bulduk. Orada yerleşme imkânımız vardı. Ama eşim, oraya ısınamadı: “ Türkiye’yi gezip görelim, belki yerleşmek için bizlere daha uygun bir yer vardır.”, dedi. Ben de “olur”, dedim. İstanbul, Ankara, Bursa… gibi illeri gezdik.   Bursa’yı tercih ettik. Çünkü birçok hısım akrabalarımız, Kırıçimli komşularımız Bursa’da ikamet etmekteydi.

Bursa’da hemen iş bulabildiniz mi?

-Bir fabrikada işe başlamak üzere iken bir yakınımız:“Bursa Belediyesi’nde “Elektrik İşletmesi’nde” teknik elemana ihtiyaç var. Git müracaatını yap” dedi. Başvuru yaptım, kabul edildim, 1978’de Bursa Belediyesi Elektrik İşletmesi’nde işe başladım. 29 yıl elektrik işinde çalıştım, 2004’de emekli oldum. Bulgaristan’da da 15 sene çalışmıştım, toplam 44 senelik çalışma hayatım var.

Bir kız, bir erkek iki evlat sahibiyim. İkisini de okuttum, meslek sahibi yaptım. Oğlum benim mesleğimi seçti. Elektrik teknikeri oldu, kızım ise Avukat. İki de torunum var.

– Göçten sonra Kırıçim’e gittiniz mi?

-Hayır, gitmedim. Memleketimi çok özledim, taşı toprağı, bağı bahçesi burnumda tütüyor, ama içimde daha evvel yaşanan olumsuzluklar var, acı hatıralar var, çektiğim sıkıntıları tekrar yaşarım endişesi, beni engelliyor. Gitmek içimden gelmiyor.

– Günümüzde Kıriçim’de ne kadar Türk yaşıyor?

– Bin civarında Türk kalmış beldemizde. 7-8 bini Bulgar, 400-500 civarında Roman varmış.

Bursa’da en fazla nerede Kırıçimli var?

-Türkiye’de 3 bin-3 bin 500 civarında Kırıçimli var. Çoğu, Bursa’nın Kestel İlçesi’nde ve Osmangazi’nin Hürriyet, Adalet, İstiklal mahallelerinde ikamet etmektedirler. Kestel’de Üstünalılar (Ustina) ile birlikte bir dernek kuruldu, fakat yaşatılamadı. Bir kısım Kırıçimliler İstanbul’da Bağcılar, Küçükköy ve Şirinevler İlçelerinde meskûndurlar.

Hemşerilerim ile birçok defa piknik yaptık. Ben sekiz sene Kırıçimliler gününü organize ettim. İş yoğunluğundan devam ettiremedim.

Siz bir kitapla, memleket sevdanızı taçlandırmışsınız?

-Evet, “Filibe Yöresi Kırıçim Türkleri Geçmişi, Yaşadıkları Ve Gelenekleri” adlı bir kitabı 2011’de, tarihimizi, kültürümüzü kayıt altına alıp gençlerimize, günümüz Türkiye’sine ve geleceğine anlatmak ve yaşatmak amacıyla derledim, kendi imkânlarım ile yayınladım. Kamuoyuna ulaştırdığım için çok mutluyum.

Teşekkür ederim.

Reklamlar