Osman BÜLBÜL

Tarih: 27 Kasım 2017

Konu:   Paçayı kurtarmak gurur duyulacak bir şey midir?

Viyana uçak alanına dün akşam sularında indim. Karlı bulutları Balkanlarda bıraktım. Burası güllük güneşlik! Yalnız ben burada güneşin hangi dağın ardına battığını bir türlü öğrenemedim. Bizde Balkan Sıra Dağları doruğunun ardına kayar. Bizde gün batışında gökyüzü parlar yanar. Neden sonra mavinin içinden yıldızlar parlar.

Kıyaslasam, memleketim Orta Avrupa’dan belki1 000 (bin) adet 100 W ampul daha aydınlık. Umutlu bir dünyada yaşamışım. Bu yüzden hayatın birçok ayrıntısını daha detaylı görebilmişim.

Viyana’daki odanın duvarında “Belene” Sürgün Kampı mahkûmlarının Bursa’da çekilmiş toplu resmimiz var. 2004’ten. “Büyük Göç” bulanık sularıyla gittiğimizde aydınların, “Belene” ölüm kampı ateşinden geçenlerin Ankara görüşmelerimiz olmuştu. Türkiye’yi tanıma, Türkçe dil kursları, Türkiye konferansları ve Türkiye gezilerimize olmuştu. Fakat l Bursa “Bal Göç” buluşmalarımızın anlamı başkadır. Bursa’ya toplananlar sanki daha sıkı biz bize idik. Dertleşmelerimiz daha derindi. İşte o zaman çekilmişti bu fotoğraf. Hapisçiliğin, sürgünlüğün ve göçün yükünü silkmişlik var üzerimizde. Bu bir orta direk resmidir. Bu görüşmelere katıldığımızda artık dernek ve kulüplerde buluşmuş, kimin hangi kahveye gitti beliydi. Duvarımdaki değerli fotoğrafın birinci sırasının solunda saçlarına kar düşmüş şairimiz

Büyük Türk Ömer Osman öğretmenin şu satırları gelir hep aklıma:

“Güldüm

Alay ediyorsun dediler

Ağladım

Şikâyet

Sustum

İsyan

İki yüzlü olmak kaldı nihyet.”

Fotoğraf susuyor. Bizim 30 yıldan beri sustuğumuz gibi. Benim ömrümün üçte biri olan bu yıllarda biz sanki hayat tortusunun yüzeye çıkmasını ve öz olanın da dibe inmesini bekledik sanki. 1985–89 ağır zulüm yıllarında sağla samanın birbirine karıştığını fark etmiştik. Çünkü bizim Türk doğmamız ve vatan toprağında dünyaya gelmemiz suç sayılamazdı. Bulgar devleti görevlilerince suç sayılması da anlaşılır gibi değildi, izahı yoktu. Bir devletin topraklarında yaşayan bir başka halktan insanları baskı altına alması ve inim inim inletmesi izahı olmayan bir Bulgar gerçeğidir.

Resimdeki kardeşlerim, yine geçen bu yıllarda birçoğunu kaybetmiş olsak da, Türklüğü, insanlığı, merhameti, çekileri, bizden oluşu ağır basan kardeşlerimdir. Onların hepsi bir Türk incisi, birer Türk elmasıdır. Kendilerine beslediğim büyük bir hürmetle bu değerlendirmede bulunurken, incilerin birbirini etkilemediğini, elmasların da kendi başına parladığını bilirim ve bu fotoğraftaki kardeşlerimiz bir inci veya elmas kolyesi olarak görüyorum ve birer birer kolyeden düştüklerinde onları kaybedişimize üzülüyorum.

Onlar bizim zulüm ateşinden geçenlerimiz. İnsanımıza atılan dayak, insanımızın aldığı yaralar, gözlerinden akan yaşlar, gözyaşlarının kan olması varsa, bunu bizzat yaşayanlar onlardır. Karanlığın içinden süzülen duygusal ifade şuydu:

“Simsiyah perdesini ufkuma geren gece

Bir dünümüz vardı ya yarınımız bilmece.”

500’ün üstünde aydınımız, öğretmen, doktor, mühendis, eğitmen dayaktan geçirildikten sonra “Belene” Ölüm kampına sürülmüşlerdi. Onlar, totaliter Bulgar devleti ile Türk milli kimli arasındaki 1984–1985 çarpışmasında tutsak alınan kardeşlerimizdi. Baskı, terör ve zulmün her aşamasından başı dik geçenlerdi. “Belene” kampında onlara zulmü daha ezici bir baskıyla devam ettirenlerin oğulları (BSP milletvekili Toma Tomov) bugün Sofya parlamentosunda olması zihniyet, hedef, misyon ve ufuk olarak hiçbir şeyin zerrecik kadar değişmediğine en inandırıcı kanıtlardan biridir.

Resimden bana bakan ve ben de kendi kendime konuşarak kendilerini izlediğim dava arkadaşlarımın kendilerine zulüm eden, hor gören, tekmeleyen maskeli katillerin isimlerini ve soyadlarını bilmediğine eminim. İnsan dövmekten zevk alan, feryat işittikçe galeyana gelen katiller olduğunu biliyorum. Beni karanlıkta yumruklayanlar “Buradan sağ çıkmayacaksın!” diyorlardı. Arkadaşlarıma da aynı seslerin aynı sözleri haykırdığına inanıyorum. Her birimizin onuru var tabi. Arkadaşına “seni döverlerken altına kaçırdın mı” sorusu sorulmaz. Burada ortak olan tek bir şey vardır. Düşman elinden sağ sağlım kurtulmak Ama bu mengeneden şaşa, topal, sağır, dilsiz, kolu kurık, parmaksız vs çıkanların kusuru görülmez, hepsi bizden, hepsi kardeşimiz, hepsi kahramanımız, en güzel insanlardır…

Şu baktığım hayatımda çekilmiş en önemli ve en değerli resmimdir. Ben hepimizi aynı mezarlıkta defnedilmemizi ve Allahın rahmetine kavuşmamızı ne kadar isterdim bir bilseniz.

Eşimin ve çocuklarımın resimleri yok bu duvarda. Bana bakanlar halkımın davasına dalga olan arkadaşlarım. Bu dava benim davam bilinciyle yaşayan korkmaz, yılmaz, Türklüğümüzden kıymık ödün vermez arkadaşlarımın toplu resmi bu. Fotoğrafa baktıkça  “Biz bu davanın dalgasıyız” duyumu kabarıyor göğsümde. Dalga diner, düşer, çarpar ama gene döner geçiyor aklımdan. Bendeki, Bulgaristan gül bahçelerinden kalkıp Viyana’ya vuran büyük dalga.

Sosyal dalgalar devrim alametidir. 1985’ten sonra Bulgaristan bir içsel devrim yaşadı, fakat bu devrim Bulgarlığın ve Bulgaristan’ın birçok illetini özünden söküp çöpe atamadı. Olay, etnik konularda ırkçı ve ayrımcı yaklaşıma kilitlendi. Zulüm perdesi açılmadı. İnsan hakları, adalet, demokrasi, hukukun üstünlüğü kısır kaldı. Azınlıkların özgürlükleri, kolektif hakları tanınmadı. Faşist dönemde (1934 -1944) başlayan ve sosyalist ve totaliter dönemde devam eden (1957-1089) azınlıkları cahil, okulsuz, kültürsüz, uygarlıksız, yaşam kültürsüz bırakma yani benliksizleştirme ve kimliksizleştirme siyaseti bütün şiddetiyle 1990’da sonra da şekil değiştirerek pratikte uygulandı. Ulusal etnik azınlıklara ulusal otonomi özgürlüğü tanınmadı.Etnik azınlıkların beklediği anayasal ve yasal değişikliklerle hak ve özgürlükleri meşrulaştırılmadı. İşte bu durumda biz totaliter düzenin kendi kendini kilitlediği için, hastalandığından dolayı zamanını doldurduğunu belirtirken, tek uluslu devletten çok uluslu devlete, tek kültürlü ülkeden çok kültürlü ülkeye yani yeni bir medeniyete geçilmesini istedik.

Resimdeki aydınlar, toplumsal köhnemişliğin ancak devrimle tedavi edildiğini bilen kişilerdir. Bu bilgiye sahip hek çok Bulgar aydın da var. İşte Sofya Üniversitesi Fesle ve Politik psikoloji fakültesinden, Oxfor eğitimli Prof. Evgeni Daynov “Bir Devrimcinin Not Defteri” dizisinin yeni çıkan ve beraberimde Viyana’ya getirdiğim 3. cildinde, .”Bulgar devriminin kısır kaldığını” yazıyor ve daha Girişte şu fikirlere yer veriyor:

“10 Kasım 1989 Bulgar “devrimi” bir tepe darbesiydi. Beni en fazla etkileyen 1990 baharında 1.2 milyon kişinin katıldığı oldu ve bu bakıma ben 1990 yılına sonrasız devrim yılı diyorum. Ardıl darbeler arasında en etkileyici olan, 1912 yılında Sofya’da “Kartal Köprü” istilası oldu. Çünkü 1912 yılında ülkemiz ve toplumumuz için mücadele sahnesine yeni bir nesil çıkmıştı. Son yıllarda Bulgaristan’da büyük olaylar olmadı. Biz şimdi bir ara dönem içindeyiz. Suskunluk var. Yarın belirleyici olaylar olmuyor. Yoksullaştık. İnsanlarımız güncel dertlerine kapandılar.”

İşte bu cümleler bile, bana, karşımdaki resme bakarken, daha metin ol, daha derin düşün diyor. Çünkü en ileri görüşlü olarak kabul etmek istediğimiz Bulgar sosyal bilimcileri bile bizim 1985’ten önce başlayarak şiddetlenen ve güçlenen mücadelemizi kabul etmek istemiyorlar. Tutuk evlerinde, sorgu odalarında, hapishanelerde, toplama kamplarında, tek kişilik zindanlarda, sürgünde, zorla çalıştırıldığımız maden ocaklarında çektiğimiz çileyi görmezden geliyorlar. Hiç biri hiçbir eserinde, konferans konuşmasında, Radyo ve TV demecinde, basında çıkan yazılarında “1989 Türk İsyanı! Türk devrimci atılımı! Bulgaristan’da dönüşüm kapısı açan Türk kahramanlığı!” demedi. Hep “olay” dediler. Hep özünü açmadılar. 1989 Mayıs Ayaklanmamızı, verdiğimiz kurbanları, varımızı yoğumuzu elimizin tersiyle iterek göç yollarında düşmemizi, vatandan kovulmamızı ve Bulgar devleti içinde arkamızda açılan derin çukura diktatör Todor Jivkov ve arkadaşlarının itilişini kabul etmek istemediler ve istemiyorlar. 1989 dönüşümünde Bulgarların bizden 5 yıl sonra uyandığı gün gibi ortadadır. Türklerin rolü açıklanmadan ve itiraf edilmeden, Todor Jivkov ile totalitarizmin devrilmesi ve 1990’da başlayan ama satıhta kalan “Geçiş Dönemi” asla anlaşılamaz. Sosyal kısırlığın, dönüşemezliğin nedenleri görülemez. Bulgaristan’ın 2017 yılında Avrupa’nın en sefil, yoksul, aç kalmış, köleleştirilmiş, cahil ve güçsüz insanlar ülkesi olduğunu iddia edenler, bu topraklarda Türkler olmadan, Türklerin yeni kuşağı kollarını sıvamadan ve traktörlerin dümenine oturmadan hiçbir reform yapılamayacağını, durumun değişmeyeceğini itiraf etmek zorundadır.

Fotoğraftaki arkadaşların Bulgaristan’a 1990’da pansuman yapıldığını, ama kuşunun yarada kaldığını iyi biliyorlar. Prof. Daynov’un  2012’de Birinci Boyko Borisov hükümetine karşı yapılan “Karta Köprü” gösterisinin “hükümete kaderin elimizde” işareti olmuştu. Ne ki, o genç nesil artık Bulgaristan’da yok. Ülkeyi ekmek parası için terk ettiler. Memleketten kaçmalarının nedeni “demokratikleşmenin dondurulması”, “hayat ışığının karartılması”, ufuksuz bir ortamda % 80’ni “debil” güçsüz insanların el yordamına yol aramasıdır.

Bursa “Beleneciler” (Bulgaristan’da hak ve özgürlük kavgasının omurgasını oluşturduğu kabul edilen arkadaşlarıma halkın verdiği ad)  toplu fotoğrafı, bu defa da suskun karşıladı beni. Duvarda 125 kişiyiz. Büyütmüştüm, hepsini tek tek daha iyi görebileyim diye. 517 kader kurbanı mahkümdur.Kalanı yok duvarda. Onları hafızamda taşıyorum. 52’mizin ajan-hain olduğu yıllar içinde posa gibi süzüldü ve ortaya çıktı. Eskiden hepimiz saftık, birbirimizden kuşkulanmaz, kuşkulandıklarımızı komşuluktan silerek işi bitirir, Cuma namazında Allahın karşısına yine aynı safta durur ve tövbe ederdik. Bizimki biraz köylü işi, biraz Türk işi idi. İnancımıza göre, bir sürü koyun içinde kurt barınamaz. Aramıza katılsa bile kokumuzdan boğulur. Bizim aramızda hainlik eden olsa bile, osuruğu ve ağzı Türk kokar inancı vardı. Hepimizin gideceği yer belliydi. “Bulgar’dan bize hayır gelmez!” inancı güçlüydü. “Bulgar’sa Türk’ten muhbir olmaz!” diyordu. Öyle olsa da Bulgarların Türk mermerini çatlatması ilginçtir. Çatlattı ve parçaladı. Yarım milyonumuzu birden sınır dışına itti. Ülkede kalan kardeşlerimici Lütfücü. Ahmetçi, Dayıcı sopacı diye ufalamaya devam ediyor. Şimdi hesaplarında bizi meclisten atmak var. Çocuklarımıza Bulgarca öğretim anasına “mama”, babasına “tatko” dedirtmeye çalışıyor. “Dyado” işiten dedeler köpürüyor. Böylece Türkiye’deki yakınlarımızla dil, kültür, ailevi yakınlık bağlarımız da baltalanmak istiyor. İnadından vaz geçmiyor, saldırdıkça saldırıyor. Hedefinde Türk kimliğimizi yok etmek var.

Bulgaristan Türkleri arasından ilk muhbir kimdir diye çok düşündüm. Şipka’da Rus tarafında Türk yokmuş. Müslüman Çingenelerden Rus atlarına arpa, nal, yular satan olmuş. Aramızdaki kırgınlıkları bayramdan bayrama kucaklaşıp el öperek aşmak âdetimizdir. Birbirimize yumruk sıktığımız, tüfeğe sarılıp tetik sıktığımız işitilmez. Ailede olan evde, köyde olan köyde kalırdı. Kooperatifçilikle “temel”, “subaşı”, “dere kenarı”, “araba yolu şuradan geçer” gibi kavgalar da olmazdı bizde. Harmanda “düven sırası” da unutulmuş. Bizim düvenler bir kuytuya asılmış, harman makinesi gelince, gelmeyen harmanı beklerken çatlamıştı. Çocukluğumda yaşlılar arasında öküz boyunduruğundaki serelerle ilgili de “aman canım, al senin olsun” dendiğini işittiğim olmuştur. Babam da kızılcık sere çubuklarının işe yaramadığı, demir çubuk olması gerektiğini savunuyordu. Bu bakıma biz uysaldık, iş güçten baş kaldırıp sağ sola bakamazdık,  alçak gönüllü, ana-baba- oğul uşak kadar hayvan ve toprak seven insanlardık. Bizim kimliğimiz Müslümanlığımıza ve Türk kimliğimize bağımlıydı. Din üstüne tartışmazdık. “Bulgaristan Müslümanlığı” üstüne tartışma yürüttüğümüzü hatırlamıyorum. Bizde “Bulgar İslam’ı” kavramı yoktur. Bulgar ya da Bulgaristan Müslüman’ı kavramları bizi Müslüman ve Türk dünyasından koparmak ve parçalamak için uydurulmuştu. Müslüman kimliğine derin bağlı olan inamlarımız, aramıza nifak düşse bile cennet ve cehennem olduğuna, verilmeyen hesap olmadığına, ahlak kurallarımızın doğruluğuna inanıyordu. Bu inanç silsilesi herkesin günlük yaşamını belirlediğinden dolayı, sürüden ayrılıp da hainlik yapacağına inanmıyorduk. “Sürüden ayrılanı kurt yer” atasözümüz çok yaygındı. Öyle de oldu halkımıza kötülük edenlerden hangisinin yüzü güldü ki, ya rakı kadehinde boğuldular, ya kaza geçirdiler ya da tövbe ederken secdede kaldılar.

Fotoğraftan bana bakan kardeşlerimin hiç biri Cuma kaçırmazdı. “Belene” kampında bile gardiyanların gözünden uzak namaz kılıyor dua ediyorlardı. Aramızda hoca ve öğretmenler vardı. Hiçbir akşam “politik İslam”, “ateizm”, “komünizm”  gibi konuları tartışmadık. Biz uğruna içeri düştüğümüz davada başkasının hak ve hukukuna göz ve gönül koyma olduğuna inanmıyorduk. “Bizim olan bize yeter” inancıyla dik başlı ve gururluyduk. İsimlerimizi, din haklarımızı, okullarımızı, kendi kültür ve sanatımızla yaşamak, Türk gibi yetişip, Türk gibi yuva kurup, ana baba olmak ve Türk olarak ölmek bizin en doğal ve kutsal hakkımızdı. Biz Hıristiyanların, Bulgarların ve dinsizlerin edinimlerinden zırnık istemedik. Bizden zorla alınanın, doğal haklarımızın geri verilmesini istiyorduk. Bu öz davamızdı, Bizim aramıza sokulmuş ve bizi ele verenlerin Türklüğümüze ihanet ettiğindense hiç birimizin şüphesi yoktu, olamazdı da. Oradan çıktıktan sonra “Büyük Göçle” Türkiye’ye geldiklerine de inanmıyorum. Çünkü hainlik bir prangadır. İnsanın önce ruhunu öldürür. Kalbini oyar ve bitirir.

Bunların hepsi öyle de, 1989’dan sora hainler büyük şair Naim Bakov’un Tuna boyundan yazdığı gibi “dallardan sararmış yapraklar gibi” dökülmediler. Şairin mantığına göre, “kâh ışır gözümüz, kâh kızarır yüzümüz” ve “son baharın bir daha dönüşleri yok.” Ne ki “hainliğin musalla taşı yok.” 30 yıldan beri Bulgaristan’da hainlik kendini yeniden üretmeye devam ediyor. Bu yeniden yeşermeyi sırtından destekleyen ise, kendilerini hain saymayanların susmasıdır. Bizim hiçbir kimseyle hesaplaşmamamız ve yüzüne karşı “sen hainsin!” dememizdir. Yani hainlere karşı “halk mahkemesi” kurulmuş olsaydı, şahitlik yapmaya bile hazır olmayışımızdır. Kendi aralarında toplanıp futbol maçı sohbetlerine biraz ara verip, “neden içeri düştük” , “nasıl boşa bastırıldık”, “çıkarken senden ne istediler”, “yemin imzalattılar mı?”,“içerideyken sık sık müdürün odasına çağrılıyordun ne vaat ettiler?”, “nasıl aldatıldık!” gibi konuları analiz edip büyüteç altına almamamız oldu.  “Sızlamayan yara bin yaşasın”, “kaşınmayan uyuz iyidir” anlayışıyla hareket edildi. Bizim “Belene” çekilerimiz nadas kaldı. Tekrar etmemesi için özünü deşip akıta   madık.

Bir ara “Belenecilerin” çekilerini harmanlama işi ısınmış gibiydi. Bir yandan Bulgarlar kendileri de 1949 -1989 Tuna Adası “Persin” deki   “Belene Toplama Kampı” dosyaları açmaya heveslendiler. Bu adadaki “ölüm kampı” adıyla ünlenen bu adadaki sürgün kampı birkaç defa açıldı ve kapandı. 1953 yılında kapandığında kapısından yalnız Bulgar çıktı. 1956 Macaristan İsyanı’ndan sonra yine açıldı. 1959’da yine kapandı. 1972’de Müslüman Pomakların isim ve dinlerine devlet azgın saldırısının başlamasıyla yine açıldı. Kara su (Mesta) ırmğı boyunda Barutin, Kornitsa, Breznitsa ve Lıjnitsa köylerindeki “meydan savaşları”, istanlar, “Kotnitsa Türk Cumhuriyeti” ilan edilmesi sonunda şehit düşenlerin sayısı büyük olduğu kadar, 10 bin kişinin içeri atıldığı veya sürgüne zorlandığı tarih ve kader yazan gerçekleridir. Bu adaya büyük sayıda Pomak erkek, kadın ve aile geri dönmemek üzere sürülmüştür. 1984’ten sonra “Belene” kampına Türkler dolduruldu. 1989’a kadar doldu taştı açık kaldı.

Bursa 2004 “Belene” Ölüm Kampı kahramanları bir arada

Belene

Kökümüz Türk özümüz Türk

Küsme bize şuh özgürlük

Yara aldık tutsak düştük

Yakındır sonun Belene

 

Dışarıda sis duman duman

Lanet olsun puslu zaman

Bize sancak onur iman

Yakındır sonun Belene

 

Biz evlad-ı Fatihanız

Ölmek için can atanız

Zuüm bize vız gelir, vız

Yakındır sonun Belene.

 

Ey genç yaşlı gün bugün

Korkmasın zalimden gözün

Yarın gerçekleşir ülkün

Yakındır sonun Belene.

Bulgaristan Komünist Partisi ve Vatan Cephesi hükümeti tarafından kurdurulan bu toplama kampına rejim düşmanları dolduruldu ve orada ezildiler. Ada kampa ilk girenler komünist rejime karşı olan aydınlar, köylü ve kentliler, siyasi muhalefet temsilcileri, Çarlık döneminde fabrikatöre, çiftlik sahipleri, bankacılar ve polislerle subaylar, Türk ve Alman tutsaklar, Sırp siyasi mültecileri, Yunan askeri tutsakları, Pomaklar ve Türkler, Titocu komünistler, Beyaz Ruslar, Katolik ve Müslüman din adamları, Troçkist, anarşist ve İç Makedon Devrim Örgütü militanları hep bu kampa sürüldüler.

1949 yılında Bulgaristan’da 800’ü “Belene” kampında olmak üzere 4 500 sürgün vardı. Aynı yılın sonunda % 90’nı politik sürgün olmak üzere bu ada kampta 2 348 kişi kapalı tutuluyordu. 1956 yılında “Belene” sürgün kampının kapatılması kararlaştırıldığında, tutukluların bir kısmı Lovça (Loveç” kenarında kurulan “Slınçev bryag” (Güneşli Sahil) kampına götürüldüler. Kamp sayısı toplam 165’ti. Bu ölüm ateşinden geçenlerin sayısı da 249 bini buldu. Kampları kpamakla tarih değiştirdiklerini sananlar aldanıyorlar.

Bu konuda kitaplar yazıldı. Resim sergileri düzenlendi. TV, radyo ve basın aktifleşti. Sürgünlerin arasız 70–80 saat çalıştırıldığı, büyük sayıda sürgünün dayaktan öldüğü, birçok kişinin kayıplara karıştığı, cesetlerle domuz beslendiği vs açıklandı.

Şunu hemen söylemek yerinde olur. Bulgaristan’ın Avrupa Birliği üyeliğinin temel koşullarından biri “Belene” ve diğer toplama kampları dosyalarının kayıtsız koşulsuz açılması olsa da, 2007’den beri şart yerine getirilmemiş ve gizli polisin “Belene” dosyaları açıklanmamıştır.  Her yılın baharında eski politik tutuklular adada toplanıp öldürülen arkadaşlarının aziz hatırasına saygı gösterseler ve isimleri yazılı anıt duvara çelenk ve çiçekler koysalar da, sürgün kapının açık olduğu yıllarda açık olan ve halen de çalışan “Persin” adasının Batı kısmındaki hapishanede halen mahkûmlar yatıyor.  Bugün de adaya çıkan köprüden geçerken kimlik kontrolü yapılıyor.

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Devam edecek.

İkinci bölüm: “Belene Kahramanları anlatıyor.”

Reklamlar