Tarih: 31 Temmuz 2018
Yazan : Oya CANBAZOĞLU
Konu: Kökten gelenler bizdendir.
Geri dönüş kaçınılmaz mı!
İçine düştüğümüz karanlık, öyle bir zifiri karanlık ki, anlamaya çalışıyorum, kendime bile anlatamıyorum.
Boyacılara gittim, karanın zifiri karası yani kapkarasını hangi renk karışımla elde ediyorsunuz? diye sordum. Hiç biri cevap veremedi.
Çünkü Allah renkleri yaratırken kara örneğini kömür ve kara kaya yanağına sürmüş, küstahlığın ve ihanetin rengini yaratmayı insanlara bırakmış…
Onlar da kömür rengini değiştirmek için onu ateşe atmışlar, kül rengini bulmuşlar. Kara kayayı ateşte çatlatmışlar. İçinden mücevher çıkmış…
Bulgar hükmünde geçirdiğimiz şu 140 yılın karanlığı bir tek rengimizi değil özümüzü de değiştirilmek istedi. “Eritilmek”, “asimile edilmek”, “zorlayarak soya döndürmek” denemelerinden hep kıvılcım, hep alev ve mücevher çıktı.
Bu konuda, kalın kitaplarda yazılanların hepsi yalandır. Alev rengiyle doğar ve rengiyle ölür.
İnsanlar, kendilerine benzeyen bir sima ile doğduklarından dolayı, onların şekli ve özüyle ilgili yapılan tüm işlemler yapay ve köksüzdür. “Benzeşiyorlar”, “o kadar çok benziyor ki, şaşırdım!” gelişi güzel savlardır. Bulgar kimliğimin şifre bölümündeki son rakam kaç kişinin sana benzediğine işarettir. Oysa bana benzeyen yoktur.
Biz her birimiz tek ve emsalsiziz.
Arkada kaldığına inanmak istediğim, özellikle en zor yıllarımızda, özümüzü değiştirme denemeleri, daha somut bir ifadeyle “Bulgarlaştırılmaya zorlayışın” ağır zulüm yılları gönlümüzü sarstıkça şiirimizi ve sanatımızı çok derin etkiledi. “Kurşun gibi ağır” ortamı sakinleştirmek isteyen yaşlılar, “aşı çekirdeği boştur, eksen de bitmez! Sabırlı olun!” derken, iç çekiyorlardı. O zamanlar, bahçemizde dolaşan dedemin aşı fidanların dibine çömelişi ve köke yakın fışkırmış “piçleri” seyredişi hala gözlerimin önündedir. Yıllar sonra en değerli olanın o filizler olacağına inanıyordu. Bulgarlarla aynı kültürde buluşmayı ve uygarlaşmayı kabul edince “bize yanlış aşı yapıldığını” söylüyordu dedem. Ne var ki, insan ruhu ağaçlar gibidir, özüne yapılan aşıyı kendisi yok edemez ve zamanını doldurmasını beklemek ve kökten yeni filizlerin fışkırmasını beklemek zorundadır. Bu bekleyişin adı SABIRDIR.
Günümüzde Eski Kıtadaki birçok halklar gibi Bulgarların da suyunun kesildiğine tanık oluyoruz. Suyun kesildiği yerde hayat yeşermez. Taşıma suyla orman denizi yetişmez!.
Ağaçların mücadele alanı köklerindeki sudur. Özü yaşatma davasıdır. Aşı yapraklar, aşı meyveler, kök özden gelen dalların meyve biçimlerinden, renk ve lezzet bakımından farklıydı.
Bu dava özü koruma davasıdır.
Türk kimliğimizin içine düştüğü karanlığı aydınlatmak için 1984-1989 yıllarında bedenini ateşe veren, yüksek binaların 4. ve 5. katlarından atlayıp ışık olan kardeşlerimiz var. Onlar, halkımızın ancak kendi aydınlığında yaşayabileceğinin farkındaydılar.
Onlar karanlıkta parlayan mücevherlerimizdi. Bulgaristan Türk toplumunu onlardı yüreklendirdi. İlk kıvılcımların buluştuğu yerde ruhumuz kaynaştı.
Ruhsal buluşmamızdan can çekiştiği sanılan mücadeleci kimliğimiz baş kaldırdı. 1989 Mayıs Ayaklanmamız alevlendi.
Karanlıkla aydınlığın bu savaşımda asla sönmeden parlayan çok önemli simalarımızdan birisi şair Mehmet Karahüseyin’dir. Bir şair olarak onun yürüdüğü yol, aşıyı kabul eden BABA ile kök suyundan kopmayan OĞUL arasındaki kavga yolu oldu.
İntihar eden Mehmet karanlığı ölümüyle yaktı.
Bu kavga, zifiri karanlıkta, hiçbir kıvılcım çakmayan, babanın oğula, oğlun da babaya güvenmediği bir ortamda yürütülmüştür. Baba şair, oğul şair, belki ikisinin de gece şiirler vardı…
Karanlık sokaklarda gece yalnız yürürken hep yanan bir lamba aradılar. Gece kül olmak için her gün bir kor gibi yandılar.
Tek kıvılcıma rastlanmazken, şair Mehmet Türk özüne ve kimlik bilincine hayat hakkını alev ve kül olmakta buldu. Onun ateşi insan özünün asla değiştirilemeyeceğini gösterdi.
O, Bulgaristan Türklerinin her şeye rağmen kimliğini koruma yolunda, hak ve özgürlük davasında ebediyen dalgalanan bayrak oldu.
Onun emsalsiz kahramanlığını her geçen an daha iyi anıyoruz. Karanlığı aydınlatan adına şiir geceleri düzenliyoruz. Destanlarını tercüme ediyor, kitaplarını yayıyoruz.
Şair Mehmet’in yakın dostu ve yaratıcılık ruhlarının aynı semalarda uçuştuğu Dobrucalı şairlerimizden Yusuf Yakubov “GECE GÜNDÜZ” derlemesinde yayınlanan İNTİHAR şirinde şöyle haykırdı.
İNTİHAR
Bir zamanlar baban derdi ki:
“Demiri ne kadar dövseler
Ne kadar şekil verseler
Demir demirdir işte…”
Sen ne çelikmişsin, dostum
Seni, beni, bizi
Eritmek istediler
Erimedik!
Şekil vermek istediler
Olmadı. Kalıba giremedik!
Dostum Mehmet, sen bir alev misali
Yandın tutuştun…
Ateşinin korlarını bize emanet bırak
Nur içinde yat
Allah rahmet eylesin!
Şair Mehmet’in onurlu yaşamıyla gurur duyuyorum.
1878’den beri üzerimize gelen ve hepimizi birden gömmek isteyen büyük bir çığ Mehmet gibi kendini ateşe veren kahramanlarımızın ateşiyle durduruldu. Kıvılcımları alev aldı. Halk ayaklandı. Zulme rağmen, zulmün içinden fışkırdı.
Biz Türk’üz ışığı yıldız gibi tüm Bulgaristan’da parladı.
Şu iyi bilinmelidir: Türk kimliğine ihanetin hiçbir nedeni ve haklı gösterilebilecek bir gerekçesi olmaz, er ya da geç bedeli olur.
Onlar kendini yakmakla ancak zaferin bizim olacağını müjdelediler.
O günden bugüne 35 yıl geçti Mehmet!
Bizim, Bulgaristan Türklerinin ana konularıyla ilgili değişen hiçbir şey olmadı diyebilirim.
Genç Bulgarlar Batı Üniversitelerinde okudu. Tezler yazdılar. 1878’den sonra Bulgaristan’da yaşayan bütün azınlıklara neden zulüm edildiği tezini işlenmedi.
1984-1989 döneminde Türklere zulüm ederek isimlerini, öz kimliklerini, dünya görüşlerini, gelenek ve göreneklerini değiştirmeye çalışmamız yanlış oldu, konusu da işlenmedi. Büyük sayıda Türk sürgün edildi. Hapse atıldı. Zifiri karanlık hücrelerde el yordamına ışık ararken ölenler oldu. Şair ve Bulgaristan Türklerinin Kahramanı Büyümüz Nuri Adalı gibi 24 yıl içeride kalanlar var. Bu kahramanları biz bırakın Türk Dünyasını kendi insanlarımıza bile anlatamadık. Onların kavgası ışık olmak içindi. Rahleye oturmuş çocuğumuza kalem olmak, harf olmak, gelinlik kızlarımızın duvağına nakış olmak, ana gibi ana, baba gibi baba olmak içindi.
Ne yazık ki kendi ateşimizi henüz yakamadık. Türk ocağı başına oturamadık…
Bizim memleket öyle bir memleket ki hapislerden hak ve özgürlük Güneşi doğmuyor. Doğmadı. Bize gelen ışık ateş böceği gibi gelip geçiyor.
1989’da tam “aydınlığı yakaladık,” dedik. O da olmadı!
Sizin ışığınız davul zurnayla, yasalarla gelecek dediler.
Çok ulusal ve uluslararası anlaşmalar imzalandı. Anayasa değişti. Fakat insan hakları, azınlık hakları, siyasi sistem, etniklerin kültürel hakları, kolektif hak ve özgürlüklerimizin, adalet ve demokrasinin fidanları şu bizim toprakta bir türlü tutmadı. Toprağın mayası mı bozulmuş nedir!?…
Şimdi son umudumuz DAĞ DORUKLARINDADIR.
29 Temmuz (Pazar) günü Koca Balkan’ın “Buzluca” Tepesinde Bulgaristan Sosyalistlerinin bayrakları altında ve Hırvat besteci Goran Bregoviç Orkestrası nameleri eşliğinde buluştu. “Bulgaristan’ın Yeni Yüzünü” görmek isteyenler gelmişti. Bilirsiniz, katliamların, zulmün, soykırımın, toplum suçlarının toplumsal tablosu siyahtır. Koca Balkan doruklarını kara bulutlar sardı ve “Yeni Bulgaristan Yüzü” görülemedi. Göğün dinmeyen gürleyişinde şimşekler çaktı.
Umut: tarih tekerrürden ibarettir.
Senin ölüm yılın da aydınlığı çağırdığımız yeni çığlığımızdır. Sen varsın ve ebediyen bizimle olacaksın. Sen adsız bir kahraman değilişin ve değilsin.
“Buzluca” tepesinden kıvrak yolca vadiye otobüsle inerken radyo nefes kesen bir haber verdi. İspanya Sosyalist Hükümeti, yok olmaya doğru yol alan yerli İspanyol nüfusu çoğaltmak için “Mavrilere” vatandaşlık hakkı tanınacağını bildirdi. “Mavriler” M.Ö. Kuzey Batı Afrika yerlileri ile VIII. Yüzyılda Cebelitarık Boğazını geçerek Pireney Yarımadasına yerleşen Müslüman Arap ve Berberlere, Mısırlılar hariç Kuzey Afrikalı Araplara (MAGREB) verilen isimdir.
Bugünkü İspanya ve Portekiz topraklarına yerleşmişler ve zengin bir kültür bıraktıkları toprakların adı Endülüs’tür. Sözün kısası, İspanya sosyalistleri Afrika’dan gelen Müslümanları artık geri göndermeyecek ve yerlilerle karışarak toplumun kan tazelemesine dua edeceklerdir.
Dünya 600 yıl sonra geri çark mı ediyor? Onlar XV. Yüzyılda Endülüs’ten kanlı savaşlarla kovulmuşlardı.
1649’dan beri Türkler de Avrupa’dan çekiliyor. Bu büyük saldırıları 1918 Sakarya Savaşında Atatürk öncülüğünde durdurdu. Balkanlardan ve Bulgaristan’dan göçler şeklinde geri dönüş çığı durmadı.
Şair Mehmet Karahüseyin ve binlerce başka kardeşimiz kendilerini yakarak ya da kurşunlara göğüs gererek bu sonu çıkmaz olan yolu kesmeye çalıştı.
Ne var ki, bu zorlu göç seli benim soyumu da Vatanımdan söktü.
Bulgar suyu da çekiliyor. Tarih yineliyor.
Komşu komşunun külüne muhtaç olur, devri kapı açıyor.
Sabrın sonu selamet atasözünü tekrar edenler haklı çıktı.
Tarihin karanlığı içinde kederlenmek ve kahrolmak var. Pişman olmak da var. İspanya rüzgârlarının bizde de esmesini bekliyoruz. Biz ruhumuzu kimseye teslim etmedik. Yandık yakıldık, koptuk kovulduk, ateşten doğduk, vardık varız! İçimize sindiremediğimiz hiçbir şey yok!
Umut ateşimizde özlem var.
Kökün dibinde ve karanlıktaki ışık veren, biziz.
Medeniyet arayan önce bizi bulur.
Gelin! Kıvılcım alın! Medeniyet biziz