Rodop dağlarının eteklerinde güzel bir köy. Halkın %95’i Türk (Kuman, Peçenek ve Yörük Türkünden oluşan Pomaklar). Geçimi ise başta tütün olmak üzere tarım. Gotse Delçev (Nevrokop) kazasına 10 km mesafede. Bu bölgede üç Türk Pomak köyü bulunur: en büyüğü Breznitsa, en küçüğü Loznitsa ve ortada Kornitsa. Zamanında düşmanların baskısından kurtulmak için gizlenmişler Rodop dağlarının eteklerine. Bu masum halkın hayatı korku içinde geçmiş.
Ne Osmanlı Devleti, ne Türk dünyası, ne de insan hakları savunucularının aklına gelmediği yerdir burası. Osmanlı Devleti döneminde haydut çetelerinden, Birinci Dünya savaşı esnasında Yunan papazlarından baskı ve zulüm, İkinci Dünya savaşı öncesinde de partizan çetelerinden ve en son komünizmden çok çekmişler.
Kahramanımız Ramazan Ahmedov Runtov (Kurucu) 19.12.1929 tarihinde, Ramazan bayramı arifesinde bu köyde dün-yaya gelmiş. Ancak doğumundan birkaç gün sonra annesi vefat etmiş. O ve iki ablası (o zaman biri 3, diğeri ise 6 yaşında) öksüz kalmış. Hayatını kendi ağzından dinleyelim:
“Beni Şerife teyzem evlatlık almış. Teyzemin kayınpederi Bekir Efendi varlıklı bir kişiymiş ve böylece zengin bir ailenin mensubu oldum. Hayatımın en güzel yılları 1930 – 1938 arasında geçen çocukluk yıllarımdır.
Doksan yaşındaki Ramadan Runtov (Kurucu)
Okul Hayatı: “Okula başladığımda Türkçe yasak olduğu için Bul-gar okullarında okumak zorunda kaldım. 1938’de Atatürk ölünce halkımızın üzerindeki baskı daha da arttı. Alışverişleri karneye bağladılar. Kuponla insan başına 9 kg un dağıtırlardı. Kadınlar kuponları almaya gittiklerin-de başörtülü olanlara vermezlerdi. O zamana kadar fesle gezen biz çocukların feslerini polis alıp keserdi. “Okulda bize zorla İncili okuturlardı. İşte böyle geçti talebelik yıllarım. O dönemde çocuklar arasında Bulgar ve Türk diye ayırım başladı. Sık sık aramızda kavga çıkardı. Böyle bir kavgada biri bana Pomak dedi. Bu kelimeyi o zamana kadar hiç duymamıştım. 12 sene Osmanlı ordusunda askerlik yapmış Hayrullah amca bana bu kelimeyi şöyle izah etti: ‘Osmanlılar 1335’lerde Balkanlara girince dedelerimiz onlara yardım etmiş. Yardım edene Bulgarca ‘pomagaç’ denir. Zaman içinde bu kelime ‘Pomak’ olarak kalmış. Müslüman olan ahalimiz Slav dilini kullanır.’ ” “Faşist idare camilerin birçoğunu tahrip etmiş, yıkmış ve dini vecibelerimizi yerine getirmeyi yasaklamıştı. 9 Eylül 1944’te komünist hükümet kurulunca camileri kullanmayı, kuran okumayı serbest bıraktı. Her kez mutlu ve sevinçliydi. Fakat bu sevinç uzun sürmedi. Fukaralık ve açlık yanında bir de yüksek vergiler geldi. Dekar başı et, süt, peynir, yün, tereyağı toplarlardı. Her aileden iki erkekten biri bedelsiz çalışmaya alınırdı. Bundan nasibimi ben de aldım: 1948 – 1949 yıllarında koşulsuz bedava çalıştım. 1949’da evlendim. 1951’de askere alındım.
Askerliğim: “Üç sene askerlik yaptım. Her Müslüman çocuğu gibi inşaatlar-da, yol, kanal işlerinde çalıştırıldım. İşte başarılarımla dikkat çektim ve beni dört aylık inşaat kursuna gönderdiler. Burada inşaat projelerini okumayı ve uygulamayı öğrendim. Emrime verilen Türklerden oluşan 36 kişilik bir grupla başarılı çalışmalar yaptım. Hepsine bildiklerimi öğretip inşaat ustaları olmalarını sağladım. Üç senenin sonunda orduda kalmam teklif edildi. Ben bu teklifi reddettim, çünkü eşim çok hastaydı. Askerden dönüşümün 14. günü eşim vefat etti. 20 Nisan 1954’te köyümüzün fakir ailelerinden birinin kızı Hatice ile tekrar evlendim. Evliliğimiz güzel günlere vesile oldu. Eşimle, o tarlalarda, ben inşaat işlerinde çalışarak geçinip giderdik. Dürüstlüğüm ve çalış kanlılığım ile dikkat çekerdim.
Partiye Üye Oluyorum: “Beni parti teşkilatına aldılar. Fakat askerlikteki komutanın şu sözleri aklımdan hiç çıkmadı: ‘Biz 500 sene ezildik, şimdi bu Türklerden intikam alacağız. Onları ezip, suyunu çıkaracağız.’ Gittiğim her parti toplantısında dikkatle hakkımızda söylenenleri dinledim. Böylece iki yıl geçti. 1956 yılında ilçemiz Gotse Delçev’de (Nev-rokop) düzenlenen parti toplantısında Sofya’dan gelen temsilci, ‘Kardeşlerim, Rodoplar’ın üzerinde dolaşan kara bulutları temizlememiz gerekir. Yani iki ayrı kan akıyor. Akan bu kanları birleştirmemiz lazım.’ Ben o zaman anladım ki, daha önce duyduğumuz ‘Türkleri Bulgarlaştıracaklar’ söylentileri gerçekleşecek.”
Manevi baskılar: “1958 yılında ziraat kooperatif çiftlikleri (TKZS) kuruldu. Tüm mal varlığımıza el konuldu. Arkasından ferace ve başörtüsü baskı-sına başladılar. 1958 yılı çok gergin geçti. Ertesi yıl baskı daha da fazlalaştı. Komşu köy Lunitsa’da, sağlık ekibi ev ev gezerek zorla başörtüsü ve feraceleri atsınlar diye kadınlara baskı yapmaya başlayınca köylüler tarafından linç edilmişler. Polisler Breznitsa kö-yünde köy imamını tutuklayıp götürmek üzere arabaya bindirmiş. Organize ettiğim kadınlar köyün çıkışındaki yolu tutmuşlar ve imamı polislerin elinden almış.
1959 Ağustos ayında komşu köyler Lunitsa, Breznitsa, Siropol, Oghyanovo ve Bukovo’dan insanları köyümüzün meydanına topladılar. Blagoevgrad’tan parti sekreteri İvan Gulev, ‘Arkadaşlar artık partimizin Tek Millet programını uygulamaya koymanın zamanı gelmiştir’, diyerek kısaca bu kararın içeriğinden bahsetti. Sonra da sözü bize verdi. Muharrem Hacıbekir ve ben söz alarak yapılmak istenenin çok yanlış bir şey olduğunu anlatmaya çalıştık. ‘Sayın Gulev, dediniz ki, Türkler cahillikten ve kültürsüzlükten bizleri Müslüman yapmışlar. Bu olaylar 13. asırda olmuş diyorsunuz. Şimdi ise 20. asırdayız. Kültür seviyemiz çok yüksek diye övünüyorsunuz. Ama bir taraftan da size 13. asırda barbarların yaptıklarını siz kültürlü insanlar 20. asırda başkalarına yapıyorsunuz. Bunun için size biri “Siz çok kül-türsüz, kaba, cahil ve barbarsınız!” dese çok kızacaksınız, değil mi?’ dedim. Bu sözlerimden sonra halk beni hararetle alkışladı. Toplantı apar topar kapatıldı. Bir-kaç gün sonra beni tutukladılar. Sivil polis şefi beni bir odada yumruklamaya başladı. Baktım duracağı yok avazım çıktığı kadar bağırarak, ‘Bana vurmaya devam edersen seni camdan aşağı atacağım! 4. kattan düşünce kabak gibi patlayacaksın!’ dedim. Güçlü kuvvetli bir pehlivan olduğumu bildiği için birden çekildi ve tabancasını çıkararak beni vuracağını söyledi. ‘Vur! Ama şunu unutma! Yüzbinlerce din kardeşim var. Onlar senin karşına dikilip, hesap soracaklardır.’ diye tekrar bağırdım. Bana bir kâğıt imzalatmaya kalkıştı. Bu bir dilekçe idi. Yaptıklarımdan pişman olduğumu ve af dilememi istiyorlardı. ‘Ben bunu imzalamam!’ deyince kudurdu ve elindeki silahla beni tehdit ederek, ‘Seni şimdi vuracağım!’ diye bağırdı. ‘Vur!’ dedim, ‘Kendimi böyle satacak biri değilim.’ Sonra beni dışarı kovunca kapıda bekleyen arkadaşları ‘Sakın imza atmayın!’ diye özellikle uyardım.” “Eylül 1959’da köy temsilcilerini Nevrokop’ta büyük bir sinema salonuna topladılar. İlçemizin belediye başkanı Dimitır Panayotov’un uzun süren konuşmasının konusu ‘Ramazan Runtov’un uydurma icraatları,’ yani bendim. Rodop köylerini tek tek gezerek halkı ayaklandırmışım, onları kandırmışım, sahte bilgilerle Pomakların Türk olduklarını anlatarak inandırmışım, hükümete karşı başkaldırmaları için örgütlüyormuşum falan. Ayağa kalkıp, hatamı kabul edip özür dilememi istedi. Ben de, ‘Sayın başkan, ben köy köy gezip propaganda yapmadım. Buna zaten gerek yok. Halkımız zaten Türk ve Müslüman olduğumuzu biliyor. Ben Ramazan Runtov Türküm ve herkesin önünde “Bulgar değilim!” demekten şeref duyuyorum.’ dedim. Panayotov bunları duyunca çok kızdı ve bağırarak, ‘Arkadaşlar, bu vatan hainini oylamaya sunuyorum. Partiden ve azalıktan atılmasını isteyenler el kaldırsınlar.’ dedi. Ben de oturmadan iki elimi birden kaldırdım. Bu hareke-time Panayotov daha da kızdı ve ‘Çık dışarı!’ diye bağırdı.” “Köye dönünce muhtarlıktan aldığım nakil belgesiyle Kazanlık’ın Dolno İzvorovo köyüne göç ettim. İnşaatçıydım ve bu köyde hemen bir ekip kurarak ilçenin ihtiyaçlarını gidermeye başladım. Dört sene rahat bir hayat sürdük.” “1964’ün Ekim ayında yanıma Kornitsa’dan üç kişi geldi. ‘Biz kaçtık’ dediler. Rodoplardaki tüm köyler abluka altına alınmış ve kimi yakalarlarsa ismini değiştiriyorlarmış. Kornitsa köyünden 80 kişi dağa kaçmış ve üç gündür aç susuz yağmur altındaymışlar. Ben üç köylümü alıp Sofya’daki Türk elçiliğine götürdüm. Daha önce tanıştığım elçilik temsilcisi beni dikkatle dinledi. Durumu Ankara’ya bildirdi. Temsilci, ‘Korkmayın çocuklar, her şey düzelecek. Evlerinize dönün, yarın her şey eskisi gibi olacak ve isimleri de iade edilecekler.’ dedi. Arkadaşlar köye dönünce haberi alan köylüler bayram etmiş. Kurban kesmişler, davul zurna ile oynayarak ‘Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti! Kahrolsun Todor Jivkov!’ diye haykırmışlar. Kısa bir süre sonra köy hemen abluka altına alınmış ve önde gelen birkaç kişiyi Kuzey Bulgaristan’a sürgün etmişler.” “1968 yılında Türk – Bulgar hükümetleri arasında göç anlaşması imzalandı. Parçalanmış aileleri birleştirmek için sınırlı bir göç anlaşmasıydı bu. Bu anlaşma maalesef Rodop Türkleri için bir kâbus oldu. Çünkü bizler anlaşma dışı bırakılmıştık. Ben Filibe Türk konsolosluğuna giderek işin aslını öğrenmek istedim. Konsoloslukta Kırcali’nin Kuklen köyünden Hüseyin Kepçe isminde bir şerefsiz Bulgar ajanı olarak çalışırdı. Rodop köylerinden gelenleri ‘Siz Pomaksınız’ diyerek içeri almazdı. ‘Bu anlaşma sizleri kapsamıyor’ derdi. Bu sırada Bulgar hükümeti de hemen propagandaya başladı: “Gördünüz mü? Türk hükümeti sizi Bulgar’sınız diye kabul etmiyor.’ Bu bizim için bir yıkım oldu.
İsim değiştirme zulmüne karşı savaşımız.
“Zorla isim değiştirme işlemleri daha da arttı. Yüzlerce kardeşimiz dayak, işken-ce ve zulme dayanamayarak öldü. Zulme karşı kurduğum teşkilat hızla büyüyordu. Bulgarların yaptıkları vahşice zulüm hak-kında topladığımız belgeleri Filibe konsolosluğu vasıtasıyla Türkiye’ye gönderiyorduk. Fakat hain Hüseyin Kepçe belgeleri Bulgar istihbaratına teslim ediyormuş. 1972 yılında gizli yollardan Türkiye’den bir kitap geldi. Rodop Tuna Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği adına Ahmet Aydınlı tarafından kaleme alınmış bu kitabı okuyunca çok duygulandım. Artık bizim tarihimizi, kimliğimizi ispat edecek bir belgemiz vardı. Başta oğlum Ramadan olmak üzere gençlerimiz iki hafta içinde Bulgarcaya tercüme ederek kitabı çoğalttı. Pomakların tarihi gün yüzüne çıktı. Öz be öz Türk olduğumuz, Kuman, Kıpçak, Yörük Türklerinden oluşan bir halk olduğumuz kanıtlandı. Artık bizim de yazılı bir tarihimiz vardı. Altın değerindeki bu kitap çoğaltılıp tüm Rodop köylerine dağıtıldı. Gençlerimiz bu kitabı adeta ezberledi ve başları dik, yürekleri gururlu ve bilinçli olarak toplantılarda kendilerini savundu. “Bulgarlar paniğe kapıldı. Komünist yönetim, başta İçişleri Bakanı Angel Tsanev olmak üzere, Mitko Grigorov ve Venelin Kot-sev gibi ileri gelenler bir toplantıda ‘Pomakların adları ne pahasına olursa olsun değiştirilecek. Gerekirse hepsini tek tek öldürürüz ve bölgeyi temizleriz’ dedi. Kısa bir süre sonra 1970 – 1971 yıllarında Paşmaklı (Smolen) köylüleri topluca “asimile” edildi. Zavallı köylüleri dayak ve işkenceye tabi tutmuşlar. Birçok kişi intihar etmiş.
“Zulüm ve baskı Rodopların içine doğru devam etti. Sıradaki üç köy: Barutin, Lüpçe ve Kısıka. Doğanın içine gizlenmiş bu üç köye ulaşım tek bir köprüden sağlanırdı. Onlara sıra geldiği duyumunu alınca üç köyün insanları bir araya gelerek girişteki tek köprüyü havaya uçurmuş. Asker ve polisten oluşan fanatikler üç gün köylere girememiş. Tanklar vasıtasıyla sonradan girdikleri köyler-de görülmemiş vahşet başlamış. Çoluk çocuk, yaşlı demeden 20. asra yakışmayan katliam olmuş. Kızların ve kadınların ırzına geçirmiş ve 30’dan fazla insan öldürülmüş. 1971 yılında gerçekleştirilen bu vahşetin belgelerini teşkilatımız Türkiye’nin Filibe ve Burgaz konsolosluklarına ve Sofya elçiliğine iletti. Maalesef Bulgarlar buralara Türklerden oluşan casuslar yerleştirmişler ve bu hainlerle başımız beladaydı.” (Yazarın notu: Burgaz konsolosluğundaki ajanın adı Ahmet’ti. 15 sene hapis yatmış Dobriç’in Yenice köyün-den Necdet Güçyener yıllar sonra Galata köprüsü üzerinde bunu görünce yakalayıp bir güzel benzetip polise teslim etmiş. Hain de hapse atılarak cezasını çekmiş.) “Bu sırada tanıştığımız Kadir Kan isminde bir Türkiye vatandaşı bize yardım etti. Beni ve beş arkadaşımı Sofya elçiliğine götürdü. Birer birer dertlerimizi anlatırken karşımızdaki görevli aniden ayağa kalktı ve sinirli sinirli, ‘Yeter artık! Her hafta gelip başımı ağrıtıyorsunuz. Burada olanlardan haberimiz var!’ diye bağırdı. O ana kadar sessiz kalan Kadir Bey ileri çıkarak, gayet sakin bir şekilde: ‘Beyefendi niçin böyle davranıyorsunuz bu insanlara? Niye ilgilenmiyorsunuz onlarla? Ben İstanbul’dan geliyorum. İki aydır Rodoplardaki vahşeti araştırıyorum. İşkence, zulüm ve baskıya devam ediliyor. İstanbul’a döndüğümde gerekli mercilere sizin davranışınızı anlatacağım. Çok yorulduğunuzu arz edeceğim.” dedi. Yüzü mosmor olan görevli panikleyerek, ‘Buraya her gün gelenler arasında şu zatın (beni gösterdi) Bulgar ajanı olmadığından nasıl emin olayım?’ diye sordu. Ben atılarak, ‘Benden nasıl şüphelenirsiniz? Esas şu kapıda duran adam Bulgar ajanı. Size getirdiğimiz bilgileri Bulgar gizli servisine aktarıyor.’ dedim. Bunun üzerine, ‘Beni aydınlattığınız için teşekkür ederim.’ dedi. O günden sonra elçiliğe her gidişimde beni dikkatle dinleyip not almaya başladı.” “Bulgar hükümetinin zulmü Smolen sancağında 1971 yılına kadar sürdü. Girmedikleri köy, basmadıkları kasaba, ismini değiştirmedikleri Türk, tahrip etmedikleri cami, tarihi eser, mezar kalmadı. 12 Mayıs 1972’de bizim köy hariç ilimizdeki diğer köylere asker ve itfaiye yardımıyla baskın düzenlediler. Zorla, dayakla insanların isimlerini değiştirdiler. Stara Zagora ve Kazanlık ille-rinde isimleri değişmeyen Türk – Pomak kalmadı. Asker destekli polisler Babek yöresindeki köyleri ablukaya alıp, sıra dayağından, işkenceden sonra köylülerin isimlerini değiştirdi. Köylerden 500 kişilik bir grup dağa çıkmış. Bundan sonra vahşet ve insanlık dışı barbarlık başlamış. Tüm bölgede yapılan katliamlarda çok sayıda din kardeşimiz şehit düşmüş. Yakoruda köyünden Ayşe Mangova bu köyle bağlantımızı sağlardı. Yakoruda’ya yakın bir Türk köyü vardı: Bunsevo. Bu köyde büyük olaylar olmuş. Polislerin saldırısına halk da karşılık vermiş. Parti sekreterini yakalayıp kafasını parçalamışlar. Olaylardan sonra beş kişi tutuklanmış. Hamdi Çolakov, Sabri ve Habil Busev kardeşler idam cezasına çarptırılmışlar. Ömer Elanski ve Recep Çolakov 15’er yıla mahkûm olmuş. Belitsa köyünde de dramatik olaylar olmuş. Belediye binasında işkenceye maruz kalan iki din kardeşimiz zulme daha fazla dayanamayarak, ‘Bulgar olmaktansa, şerefli Müslüman olarak ölmek daha iyidir!’ diyerek 7. kattan atlamış.” “Bu dönemde bizim Kazanlık köyü Dolno İzvorovo çok meşhur oldu. Her şeyi göze alarak karşı koymamız, kâfiri köye sok-mamamız, isimlerimize dokundurmamamız bütün Bulgaristan’a yayıldı. Ağustos başından 25 Eylül 1972’ye kadar Allah’ın izniyle fedakârca dayandık. Altı köyün sorumlusu Petko Neşim köye gelerek beni ikna etmeye çalıştı. İstedikleri şey direnişi bırakıp, işe gitmemizdi. ‘Ramazan, grubunu topla, işe başla. Kış geliyor. Hayvanlar dışarıda telef olacak. Mahsul tarlada kaldı. Çocuklar okula gitsin. Bugüne kadar ne olduysa oldu, bundan sonra hiçbir şey olmayacak. Söz veriyorum. Size dokunulmayacak.’ dedi. Ben düşünmeye başladım. Evet, işler bizi bekliyor. Yiyecek ve paramız bitmek üzere. Dışarıdan moral destekten başka hiçbir şey alamıyorduk. Bunca milletin vebali üzerimdeydi. Fakat diğer yandan kıymetli dinimiz ve isimlerimiz ne olacaktı? Uzun uzun düşündükten sonra ‘Bak başkan efendi, direnişi bırakacağız, fakat size güvenim yok. Bana bir güvence, teminat vermeniz gerekiyor.’ dedim. O da, ‘Ne istersen vermeye hazırız.’ dedi. ‘Bana imzalı bir evrak verin. Olanların sorumlusunun biz olmadığımızı anlatan, yarın öbür gün mahkemeye sunabileceğimiz bir belge ile kendimizi savunalım.’ dedim. ‘Peki’ deyip belgeyi verdiler. Hakikaten günler aylar geçti. Herkes işine gitmeye başladı. Bizi rahatsız eden olmadı. “Doğduğum köye, Kornitsa’ya Rodop Türklerinin Tarihi kitabını götürmeye gittim. Köylülerimi ümitsiz, korku ve telaş içinde buldum. O günlerde Başbakan Süleyman Demirel Sofya ziyaretindeydi. Bu ziyarette güya Demirel ‘Pomaklar bizim milletten değil. Biz onları Türk olarak kabul etmiyoruz.’ demiş. İnsanları bir korku, bir panik sarmış. Hayatta dayandıkları, güvendikleri tek yer ANAVATAN TÜRKİYE’YDİ, o da bize sırt çevirdi diye umutsuzluğa kapılmışlar, dirençleri kırılmıştı. O gece kardeşim Halil Byalkov’un evinde toplandık. Onlara Rodop Pomak Türklerinin Tarihi kitabını okumaya başladım. Orada bulunan 40 kişinin gözleri doldu. ‘Bakın, Anavatan bizi unutmamış, hiçbir zaman da unutmaz. Orada bizim için mücadele eden dernekler var: Rodop Tuna Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği, Göçmenler Derneği, Batı Trakya Türkleri Derneği gibi. Tüm bunlar orada bizim için mücadele veriyor. Demirel bunları söylememiştir. Bunlar Bulgarların yalanlarıdır.’ diye onları teselli etmeye çalıştım. Ayrıca bizim için söylenenlerin yalan olduğunu, bizim köyde kimsenin adını değiştiremediklerini, geldiklerinde de onları püskürttüğümüzü anlattım. Bu arada bir Bulgar arkadaşım telaşla gelip bana derhal buradan kaçmamı söyledi. Hakkımda tutuklama kararı verilmiş. ‘Hemen bu akşam kaç!’ diye beni uyardı. Ben de acilen köyü terk ettim.
Tutuklanmam:
“8 Şubat 1973’te köyde çalıştığım tavuk çiftliğine kapalı kasa bir ciple kooperatifin mühendisiyle sevmediğim Karabunarski ve başka bir memur geldi. Çok nazik bir şekilde ellerindeki inşaat projesinin kazıklarını çakmam için birlikte Şeynovo köyüne gitmemiz gerektiğini söylediler ve ben saf saf inanarak cipe bindim. Sanki basiretim bağlanmıştı. 50 kilometre sonra inşaatın yapılacağı alana vardık. Derhal işe başlayarak kazıkları çaktım. Geri dönüşte trafik polisi bizi durdurdu. ‘Herkes aşağı insin. Üst araması yapacağız!’ diye gür bir ses geldi. Üstümü arayan polis birden kafama sert bir cisimle vurdu. Ben ona karşı koymaya çalışırken 20 kadar silahlı asker tarafından sarıldığımızı gördüm. Kafama yediğim darbe yüzünden kapaklandığım yerden doğrulmaya çalışırken iki kişi kollarıma girdi. Bir silkinmeyle onlardan kurtuldum, fakat ensemde otomatik silahın soğuk namlusunu hissedince teslim oldum. Beni zorla polis aracına tıktılar ve Stara Zagora emniyetine götürdüler. Kalabalık bir polis ve gazeteci grubu tarafından karşılandım. Patlayan flaşlar arasından içeri alındım. Sanki Hitler’i yakalamışlar!” “O anda inşaatta bıraktığım arkadaşlarım aklıma geldi. Bir sene sonra öğrendim ki, yüzlerce polis ve asker tarafından basılmışlar. Kazanlık emniyetine götürülmüşler. 500 yıllık esaretin intikamını alırcasına acımasızca dövmüşler. Kardeşim Ahmet Runtov’u öldü diye çöplüğe atmışlar. Kardeşim kasabadaki teknik okulda okuyan oğlum Ramadan tarafından tesadüfen bulunmuş. Zar zor ağzından iki kelime çıkmış: ‘Abimi götürdüler.’ Yaralarını tedavi etmek için kardeşim Ahmet yeni kesilmiş koyun derisinde sarılı olarak üç ay kalmış. Komünistler teşkilatımıza büyük darbe vurmuş. Benden başka İbrahim Alemdarov, Cemal Canbazov, Hüseyin Hayrullov, Kazım Çavuşev, Kadri Sipahiev, Asım Şükrüev ve Selim İmamoğlu – toplam 8 kilit ismi tutuklamışlar.” “İki gün sonra Sofya’dan Binbaşı Milo Dimitrov Şoşev (DS-Dırjavna Sigurnost görevlisi) yanıma geldi ve bana sordu: ‘Şu anda nerede olduğunu biliyor musun? Devletin elindesin. Bugüne kadar yaptıklarının hesabını vereceksin.’ dedi. Ben de, ‘Siz yaptıklarınızın hesabını kime vereceksiniz?’ diye sordum. ‘O bizim sorunumuz’ dedi. Ellerim kelepçeli beni bir arabaya tıktılar ve doğru Sofya’ya götürdüler. Razvigor -1 DS istihbarat bürosunda yüksek voltajlı bir hücreye koydular. Elektikli işkenceye tabi tuttular. Arkadaşlarımdan, ailemden ve çocuklarımdan haber alamıyordum. Dünya ile irtibatım kesilmişti. Sonradan öğrendiğime göre ailem beni üç ay aramış. Oğlum Ramadan nerede olduğumu öğrenmek için Kazanlık ve Stara Zagora emniyetlerine başvurmuş. ‘Bilmiyoruz’, diye onu oyalamışlar. Ailem sağlığımdan endişe duymaya başlamış. Oğlum dilekçe ile başsavcıya, içişleri bakanlığına başvurmuş. Netice alamayınca başbakanlığa başvurusunda, ‘Babamdan haber vermezseniz Dört kardeş. Soldan: İsmail, Ramazan, Hanife ve Ahmet basının önünde kendimi yakarım’ diye tehdit etmiş. Bunun üzerine, sadece iki dakika görüşebileceğimizi ona bildirmişler. Oğlum hemen Sofya’ya gitmiş. Elindeki çanta ve koli alınmış, fakat görüşme gerçekleşmemiş. “Bu arada beni her gün sorguya çektiler Ara sıra hiç görmediğim kişilerce sorgulandım. Bir defa Türkçe konuşan birisi ağzı köpürerek, ‘Sen Türk değilsin, Pomaksın!’ deyince, ben de, ‘Evet, ben Pomak lığımla gurur duyuyorum, çünkü Pomak demek, Türk demektir ve Elhamdülülah Müslümanım!’ diye karşılık verdim. O anda bin başı Şoşev çok kızdı ve çekmecesinden bir dosya çıkardı ve önüme attı. ‘Biz her şeyi biliyoruz. Al oku!’ dedi. Okuyunca sanki başımdan aşağı kaynak sular döküldü. Bu yazılar her toplantımıza katılan iki çoban kardeşin itiraflarıydı. Demek ki, 29 Mayıs 1972’de konsolosluğa giden kardeşlerimizin tutuklanmalarının ve daha birçok aleyhimize gelişen olayların sebebi bu iki kardeş Ahmet ve Şaban Rüstemov’ muş. Onlar sayesinde polis her hareketimizi yakından takip ediyormuş. Bu arada içeri giren birisi bana Türkçe, ‘Şimdi Bulgar olduğunu kabul edecek misin?’ diye sordu. Daha önce de beni Türkçe sorgulayan bu şahsa, ‘Affedersin sen kimsin?’ diye sordum. ‘Ben Nedim Gençev’im’ cevabından sonra Bulgarlara uşaklık yapan bir Türk köpeği olduğunu anladım. Razgrad, Glocevolu olan bu hain daha sonra Bulgaristan’a Baş müftü oldu. ”Günlerim sabahtan akşama kadar böyle sorgular ve işkenceyle geçiyordu. İki ay içinde bir deri bir kemik kaldım. Çok halsiz düştüm. Nefes almakta zorlanıyordum. Ağzımda diş kalmamıştı. Hücrede beni tek başıma tutuyorlardı. Sonradan tutumlarını daha da sertleştiler. Binbaşının parmağındaki kocaman yüzükle kafama devamlı vurmasıyla sersemlemiştim. İşkence ve dayak eksik olmuyordu. Bir ara şiddetli işkencelere on gün kadar ara verdiler. Biraz olsun rahatlamıştım. Bir sabah beni alıp Şoşev’in odasına götürdüler. İçeride dört polis ile bir general vardı. Beni çapraz sorguya aldılar. Peş peşe gelen sorulara cevap vermekte zorlanıyordum. Tüm sorular doğduğum köy Kornitsa ile ilgiliydi. Benim köye götürdüğüm kitabı ele geçirmişler ve bunu kim yazmış, köye kim getirdi, orijinali nerede, kim tercüme etti, kim çoğalttı, gibi bir sürü soruya maruz kaldım ama cevap vermedim. Ama bu sayede köyümde bir şeyler olduğunu anladım. Benden istedikleri cevapları alamayınca başıma bir şeyler bağladılar ve elektrik verdiler. Kan ter içinde kalmıştım. Birkaç defa bayıldım. Günlerce bu azap devam etti. Ben ise her şeyi inkâr edip duruyordum. Bir gün ellerimi kelepçelediler ve bir tünelin içine soktular. Tünelin içinde ben önde onlar arkada yürü-meye başladık. Tüfeklerine mermi sürdüklerini anladım. İçimden, ‘Eh Ramazan kardeş. Her şey buraya kadarmış!’ diye söylendim. Korkmuyordum. Eziyetlerden kurtulacaktım, fakat arkada kalan ailem, çocuklarım, din kardeşlerim ne olacak diye düşündükçe içim parçalanıyordu. O anda ‘Bırakın!’ diye bir ses geldi be beni tekrar hücreme götürdüler. Tünel işkencesi 6 gün sürdü ama beni kurşuna dizmediler. Bir ara yan koğuştan amcam oğlu İsmail Byalkov’un sesini duyunca Kornitsa’da bireylerin olduğunu anladım. Onunla birlikte daha birçok kişinin tutuklandığını anladım. Daha sonra öğrendim ki, hapishanede bulunanlardan başka Belene’ye de çok kişi göndermişler. Onlardan bazıları: Breznitsa’dan Musa Mulov, Hüseyin Tarakçiyev, Yakoruda’dan Mustafa Bankeliyev, Velingrad köylerinden Graşevo’dan Aliş Meçkarski, Sırnıtsa’dan Recep Maronev, Madan’ın Şarenka semtinden Hafız Hasan Ahmet Hafızov, Barutin’den Salih Delyanov, Kırca Ali’nin Slifka köyünden Hasan Zabitov, Paşova köyünden Salih Tupev ve Hakkı Öğretmen. “İşkenceli sorgu tam 4 ay sürdü. Sonra bizim grubu dağıttılar. Beni Burgaz cezaevine sevk ettiler. Blagoevgrad’taki duruşmada Kornitsa köyünden arkadaşlarıma çok büyük cezalar vermişler: Bayram İbrahimov Getov’a 12 yıl ağır ha-pis, kardeşim Halil Byalkov’a 12 yıl ağır hapis, Hayruş İbrahim Haciyev’e 10 yıl, Yusuf İbrahim Sırmalı’ya 8 yıl, Bayram Bayramov Dzulov’a 6 yıl, Mustafa Faikov Byalkov’a 3 yıl hapis cezası verdiler. Bu grubun davaları 20 Temmuz 1973’te sonuçlandı. Bir ay sonra bizim – Kazanlık grubunun davası başladı ve 2 hafta sürdü. Verilen cezalar şöyledir: Ramazan Ahmedov Runtov 6 yıl, Hüseyin Hayrullov 5 yıl, Cemal Mustafov Cambazov 4 yıl, İbrahim Alemdarov 3 yıl, Krın’dan Kadri Süleymanov Sipahiyev 3 yıl ağırlaştırılmış hapis cezası aldılar. Duruşma salonundan çıkmadan ailemiz ve akrabalarımızla bir saat görüşmemize müsaade edildi. Bu görüşme sırasında kaç kişinin şehit olduğunu ve sürgün edildiğini, ne kadar yaralı olduğunu öğrendim. İstisnasız çocuk, yaşlı, kadın erkek ve hasta demeden herkes işkenceye maruz kalmış, hastaneler yaralılarla dolmuş taşmış.”
Orijinal anlatımdır.
Devamı gelecek sayıda.