Musa VATANSEVER
Konu: Unutulmayan ve dinmeyen göç sızıları.
Изявлението на Т.Живков, с което призовава турците да се махат от България!
29 Mayıs 1989’da devlet başkanı Jivkov’un radyo ve televizyonda konuşması ertesi gün basında yayınlanmıştı. Bu uzun bir konuşma olsa da parti ve devletin o güne kadar izlediği politik çizgiden ödün vermemiştir. Yapılan ana çağrıda, arzu eden ve kendilerine böyle bir imkan tanınan Bulgaristan vatandaşlarının göç etmesi için Türkiye’den sınır kapısını açmasını istedi.
Bulgar Türk diplomatik ilişkilerinde son derece gergin bir aşamaya girildi. Sorun, dış ülkede bulunan ve yaşadıkları ülkeyi “öz vatan” kendi memleketleri olarak kabul eden Türklerin “ana vatana” kabul edilmesi noktasında kilitlenmesine çalışıldı.
Türklerin Bulgaristan’dan kovulması trajedisine “büyük seyahat” denmesi, kırmızı pasaportlarla her devlete gidilebilir gibi bir saçmalığa bağlanmak istenerek açıklanmak istendi. Türklere yapılan zulüm, baskı ve terörü de konu eden Pariş insan hakları konferansında Dış İşleri Bakanı Petır Mladenov ülkedeki ayaklanmadan ve kargaşalıktan “belirli dış güçleri” suçlamaya kalktı. Bu tarihi izleyen ve son derece gergin olan Bulgaristan’daki durumun “soya dönüş”ün ardıl sarsıntılarını yaşadığı ortaya çıktı.
7 Haziran 1989’da Sofya’da “Boyana” konağında Bulgaristan Çiftçi Halk Birliği Partisi ve Dimitrovçu Komsomol yöneticileri ve il sekreterleriyle BKP Politik Büro üyeleri arasında yapılan görüşmede T. Jivkov şöyle demişti:
“Onlar varsın göçe zorlamaktan söz ededursunlar. Göç yok! (…) Açık, basit ve alelade sözlerle söylendiği gibi, her bir Bulgaristan vatandaşı, isterse geçici olarak, isterse gittiği ülkede, dünyanın neresinde isterse kalmak için arzu ederse gidebilir. (…) Ülke içinde, dış ülkelerle görüşmelerimizde, hele Türkiye tarafıyla göç görüşmelerinde bulunmamalıyız. (…) Biz yasalara dayanarak, ülkemizden büyük bir kitlenin çıkmasını istiyoruz.”
İşte böyle gergin bir ortamda 3 Haziranda Türkiye sınır kapılarını açtı ve ardından sel gibi gelen göç hiç bir özel ikili anlaşma imzalanmadan gitti.
Türk ve Bulgar propagandası, kulaktan kulağa dolaşan şayialar, insanların birbirini kandırması ve yapılan baskılar Bulgaristanlı Türkler arasında çok şiddetli bir göç rüzgarı estirdi. Gerginlik artması, bütün toplumda milliyetçiliğın kabarıp boy atması; öteki düşmanlığının alıp yürümesi Bulgar idarecilerinin işine geldi. 7 Haziran 1989’da Politik Büro ile siyasi elit arasında yapılan görüşmede T.Jivkov başlayan büyük göçün anlamı ve buna bağlı olarak gelişen propaganda ve diğer tedbirlerle ilgili hiç kimsede kuşku bırakmadı:
“Göçle birlikte (29 Mayıs 1989’dan başlayarak) Bulgaristan’daki isyan ateşleri söndü. Ülkede büyük bir göç psikozu var. Biz yeni durumu nasıl (psikozu) nasıl değerlendirmeliyiz? Eğer biz bu nüfustan (Müslüman Türklerden) 200-300 bin kişiyi kovamazsak, 15 yıl sonra Bulgaristan diye bir ülke kalmayacaktır. Bulgaristan Kıbrıs olacak ya da başka bir bölünmüş ülkeye benzeyecek!”
Jivkov’un Türklerden kurtulma çizgisi, azınlıklarla ilgili sert siyasetten vazgeçmeyen G. Yordanov tarafından şu şekilde geliştirdi:
“Türkiye’ye gidip de yerleşecek olanların 200 bin mi yoksa 100 bin mi olacağını söylemekte zorlanıyorum, fakat biraz kan akması bizim devletimizin menfaatinedir. Temiz olmayan kan akmalıdır, çünkü örgütçülerden daha fazlasının toplama kamplarından ve hapishanelerden geçtiği belli oldu. Onlar sonuna kadar fanatikleşmiş kişilerdir ve onlar için geri dönüş olamaz. Geri adım atmamız, bizim için yok oluş olacaktır. En fanatik olanlardan kurtulduğumuzda, işler yavaş yavaş yerine oturacaktır.”
Fakat bu dönemde propaganda çok şiddetli ve yoğun olduğu gibi, ulusal kaynakların genel seferber edilmesine yöneliyor. 29 Mayısta T. Jivkov’un konuşmasından sonra ödevlerin arasında en önemli ve en can alıcı olan “partiyi ve devleti savunmak” için geniş kitleleri miting ve yürüyüşlerde birleştirmektir. Bu gösterilerde “Türkiye’nin kahpeliğini” kınayan ve “resmi olmayan” örgüt ve kişilerin “ulusal ihanetine” karşı sloganlar yükseltmek gündemdedir.
Bu konuda Jivkov şöyle devam ediyor:
“Bulgarların durumunda endişe belirdi, biz şimdi bu enerjiyi etkinliklerde kullanmalıyız.”
İşte böyle bir ortamda 1989’un yazında ve gücünde başta Bulgar basını ve “İşçi Davası” gazetesi, radyo ve tv programları, Türkiye, Yunanistan, Batı Avrupa ve Sovyet yayınlarından seçmelerle düşmanca propaganda ateşine odun atmaya devam ettiler. Türk düşmanlığına adanmış materyallerde şu başlıkları okuyorduk: “Ankara’nın Güney Afrika ırkçılarıyla ilişkileri; “Türkiye’de demokratik haklar kabaca çiğneniyor”, “Türkiye’de politik tutukluların alın yazısı”, “Pantürkizm ruhunda”, “Türkiye saldırı üssüdür!”, “Türkiye komşularının iç işlerine neden karışıyor?” , “Jeskar Desten: Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğuna girmesine (Hayır!) dedi vb. Göçe zorlayan terör ve baskı siyaseti kamuoyundan böyle gizlenmeye çalışıldı.
O günlerde polis amirliklerinin önünde çok uzun pasaport kuyrukları oluştu. Bahçeli evler, daireler, bedavadan ucuz satılıyordu, tarlalar kooperatif mülkiyetinde olduğundan kimse satamadı, göç ederken götürülmesine izin verilen ev eşyaları için izin alınıyor, her şey için kuyruk oluşuyordu. Bulgar Türk devlet sınırına götüren yollarda binlerce kişi ve aracın oluşturduğu kuyrukların sonu görünmüyordu.
Memleketin köy ve kasabalarında, Deliorman’da oluşan yeni havayı BKP İL Komitesi Birinci Sekreteri Petır Petrov şöyle anlattı: “Kliniğe toplanmışlar göç etmezden önce erkek çocuklarını sünnet ettirmek için kuyruk oluşturmuşlardı. Biz daha önce buna izin vermezdik.” Bu olay, devletin artık Türkler üzerindeki kontrolü elden kaçırdığına işaret ediyor. O zaman Türkiye artık sınır kapısını kapamış olsa da, Türkiye’ye göç etme hevesi hala canlıydı. Bulgaristan’da kalmak ve yaşamak istemiyorlardı. Gözleri hep yoldaydı. Türkler üzerinde yıllarca yapılan baskılar, sınırlamalar ve yasaklar onların Türk kimliğini yaşatan sembollerden asla vazgeçmediğine işaretti. “Büyük Göç” sızıları dinmeyen bir trajedi olmakla birlikte, bize başımıza gelen her şeyin önceden ve çok uzaktan planlandığını, bizden kurtulmak isteyenlerin gerçek iğrençliğini göstermiş oldu.
O yıllardan beri yeni genç bir kuşak yetişti. Biz onları öfkeyle büyütmedik, ama öz vatanları olduğunu da asla unutturmadık. Fırsat bulduğumuzda yıldan yıla, tatilden tatile de olsa vatan toprağına bastılar ve ata yuvasının sıcaklığını yaşadılar. Kovulmuş olmamız vatansız olduğumuz anlamına gelmez. Kovulmuş olmamız bizim istediğimiz an öz vatanımıza dönüp orada yaşama arzumuza gölge düşüremez. Şimdi bizim seçime katılmamızı, seçme hakkımızı, en doğal uygar özgürlüklerimizi baltalamak isteyenler, hak ettikleri cevabı alacaklardır. Biz Bulgaristan’ın faşizme kaymasına yol vermeyeceğiz, gerekirse hepimiz otobüslere binip köy ve kasabalarımızda oyumuzu kullanacağız, istediğimiz adayları meclise göndereceğiz ve Sofya’da demokrasi kalesi kuracağız.
Türkiye’den Bulgaristan’a dönüş dalgası artık yükseliyor. Hele yaz aylarında emekliler elleriyle kurdukları evlere, diktikleri ağaçların gölgesine, buz gibi akmaya devam eden çeşme başına dönmeye can atıyorlar. Bu özlemde Mayıs 1989 Ayaklanmamızın heyecanı var. Her insan yerine yakışır. Biz bu toprakların güzeliyiz, bilgesiyiz, kahramanıyız. Yalnız biz toprağı değil, toprak da bizim kokumuzu, ayak izlerimizi, sesimizi özlemiş, kavuştuğumuzda öyle bir yürekleniyor ki…
Bulgaristan bizimdir. Hiç bir konuda asla ödünç veremeyiz. Beraber geldik, gerekirse beraberce döneriz!