Yazan: Nevzat ÖZTÜRK, İlahiyatçı, Eğitimci Yazar
Din kelimesi sözlüklerde; İslam, tevhid, hüküm, Allah katında kulluğu gösteren ibadet, şeriat, takva gibi manaları da ifade eder[1]. Kur’an’da ise din kavramının; insanı doğru yola ileten bir yol gösterici[2], doğru ile yanlışı ayırmaya yarayan bir ölçü[3], insan için gerekli olan değerler ve onun yolunu aydınlatan bir nur[4] olarak tanımlandığı görülür. Bu ayetler ışığında din; insanları hak ve adalete götüren, dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayan değer ve ilkeler olarak kabul edilmektedir.
Dinin; Tanrı ile insan arasındaki ilişkileri ifade ettiği anlaşılmaktadır. Bu ilişkide, Tanrı’dan insana doğru emirler ve hâkimiyet; insandan Tanrı’ya doğru ise O’nun üstünlüğünü kabul etme, itaat ve saygı vardır. Burada din teriminin, tarihin bir döneminde ortaya çıkmış ve uygulanmış olan sabit bir sistemi ifade etmediğine dikkat çekmek gerekir. Çünkü toplumun dinden ne anladığı, ancak onun yaşandığı ortam ve dönemde kendine yüklenilen yorumun pratiğe aktarılmasıyla ortaya çıkar ve kendisini gösterir.
Din, insana bir bakış açısı kazandırmakta, hayatını anlamlı hale getirebilmesi için değer üretmekte ve onu doğru yola yönlendirmektedir. Dinin insan tarafından yaşanması, hayatın çeşitli alanlarına girmesi, bir toplumun tarihin herhangi bir döneminde dini yorumlayarak toplumsal kurallar oluşturması (ictihad) ise karşımıza din anlayışı olarak çıkmaktadır. Bu nedenle din ile din anlayışı arasında fark vardır. Din ile din anlayışı arasındaki ayrıma dikkat çekilmesinin nedeni; din ile dinin belirli bir dönemde ve mekânda tezahürü olan din anlayışının aynı anlama geldiğinin sanılması neticesinde; dinin sadece bir kurallar yığını olarak görülüp, özünün göz ardı edilmesi ve onun aynı zamanda bir yaşama biçimi olduğunun göz ardı edilmesidir.
Burada önemle üzerinde durulması gereken husus, din anlayışının dinin muamelatla ilgili kısımlarında neden/sebep olduğu farklılaşmalardır. Özellikle toplumsal hayatın gerektirdiği düzenlemeler ve yönetim konusunda Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan uygulamalar (ictihadlar) evrenselleştirilmeye çalışılmakta ve değişmez kabul edilmektedir. Bu da Müslümanların kendi dönemlerinde ortaya çıkan toplumsal problemlere, yaşadıkları dönemin şartlarını değil, geçmişin uygulamalarını esas alarak çözüm aramalarını beraberinde getirmektedir. Hâlbuki din, ilahîdir; dinin uygulanış biçimi olarak kabul edilen din anlayışı ise aklî ve örfîdir. Din; evrenseldir; din anlayışı; ise tarihsel ve yereldir. İlahî olma özelliği nedeniyle din mükemmel iken, insanın toplumsal yaşamının ürünü olarak ortaya çıkan din anlayışı; ise insani kusurlara, zaman ve mekân kısıtlamalarına maruz kalmıştır.
İslam’ın ilk dönemlerinde Hz. Peygamberden sonra yönetime gelen yakın arkadaşları (sahabe) din ile din anlayışı arasındaki bu ayırımın her zaman farkında olarak, toplumsal kurallar ve yönetim konusunda, dinin dinamizmini her daim öne çıkarmışlardır. Ancak sonraki dönemlerde bu ayırım ortadan kalkmış, evrensel olan din; her dönemin problemlerine yönelik ilkeler ortaya koymuş olmasına rağmen, belirli bir dönemin uygulamalarının, statik, donuk ve sorgulanamaz bir hale getirilmesiyle din de bu niteliklerle algılanmaya başlamış ve sonunda din sahip olduğu dinamizmi yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.
Din-devlet ilişkisinde karşımıza çıkan diğer bir kavram da devlettir. Devlet; “değişmek, bir halden bir başka hale dönmek, nöbetleşe birbiri ardına gelmek, dolaşmak, üstün gelmek, zafer kazanmak ve el değiştirmek” gibi anlamlara gelen Arapça kökenli bir kelimedir.
Aynı zamanda devlet, sosyolojik bakış açısıyla yöneten ve yönetilenlerin farklılaşması ile oluşmuş siyasi organizasyon olarak da tanımlanmıştır[5]. İslam düşünürlerinin ise devleti; mülk, hilafet, imamet gibi kavramlarla ele aldıkları ve bu kurumu toplum halinde yaşayan insanlar için bir zorunluluk olarak kabul ettikleri görülür. İslam düşünürlerinden Maverdi (974-1058), devleti; temelleri olan, toplumsal ve idari destekçileri bulunan, bir kişi ya da zümre tarafından idare edilen bir mekanizma olarak algılamış[6] ve devletin amacını dini ve dünyevi maslahatların korunup geliştirilmesi olarak açıklamıştır. Yine İslam düşünürlerinden Gazali (1058-1111) ise devletin, zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için bir arada yaşamak zorunda olan insanların işbirliği ve işbölümü sonucunda ortaya çıkan, insan ilişkilerinin düzenlenmesi için gerekli olan bir kurum olduğuna dikkat çekmiştir[7].
Görüldüğü gibi devlet; birlikte yaşamak zorunda olan insanoğlunun, toplumsal yaşamı devam ettirebilmesi için, ihtiyaç nedeniyle ortaya çıkmış bir araçtır. Canlı ve irade sahibi bir varlık olmayan ve diğer araçlar gibi kullananlara göre şekil alan devlet, bir vasıta/araç olarak görülmekte; bu vasıta iyinin elinde iyi, kötünün elinde ise kötü olmaktadır. Bu vasıtayı/aracı kullananlar – yöneticiler- kendi görüş ve inançlarını devlete yansıtmakta, devlet de idarecilerin inançlarına göre şekillenip, isimlendirilmektedir. Ayrıca devletten bir dine mensup bir birey gibi bir davranış da beklenemez. Çünkü dinin muhatabı insandır, kurum değildir. O, sadece, toplumun ve kendisini kullananların inanç ve düşüncelerine göre şekillenen, ortak yaşama kurallarının koruyucusudur. Anayasa ve yasalardan oluşan ortak yaşama kuralları nasıl belirlenirse devlet de ona göre şekillenmiş olur.
Kur’an’da; şekli ve sınırları belirlenmiş kurumsal bir devletten ve devletle ilgili unsurlardan bahsedilmemektedir. Evrensel bir din olan İslam, toplumsal yaşamla ilgili ilke ve değerleri ortaya koymakta[8], ancak bu ilke ve değerlerin ne şekilde uygulanacağını insana, zaman ve zemine bırakmaktadır. İslam’ın yeryüzünde var olabilmesi veya kişilerin Müslüman olması için bir devlete zorunlu olarak ihtiyaç yoktur. Devletin olmadığı ortamlarda da fertler Müslüman olabilir. Ancak İslam’ın, mensuplarından toplumsal yaşamla ilgili bir takım beklentileri vardır. Bunlardan en önemlileri; yeryüzünde adaletin sağlanması, zulmün sona erdirilmesi, iyiliklerin yaygınlaştırılması, fenalık ve azgınlıktan uzak durulmasıdır. Bunlar, Müslümanların toplumsal hayatta yapması ve yerine getirmesi gereken bazı yükümlülüklerdir[9].
Adaletle hükmetme sorumluluğunu inananlarına yükleyen İslam, şayet bu sorumluluğun nasıl gerçekleştirileceği ile ilgili bir ayrıntıya yer vermiyorsa, o zaman buradan; siyasi yönetim biçimin şeklinin nasıl olacağı hususu, insan aklına ve iradesine bırakmıştır sonucu çıkarılabilir. Bu durumda devleti, dinin bir gereği ve din tarafından belirlenmiş bir kurum olarak görmemek gerekir. Devlet, insanların kendi inisiyatifleri ile Allah tarafından kendilerine yüklenen sorumlulukların yerine getirilmesi için kurulmuş tamamen beşeri bir kurumdur.
Evrensel bir din olan İslâm, insan hayatını ve toplumun işleyişini düzenlemek için bir takım kurallar getirmiştir. Ancak muamelatla ilgili bu kurallar, İslâm’ın sosyal hedefleri doğrultusunda daima yorumlanabilir olmayı sürdürmüştür. Bu yorumlama çalışmaları Hz. Peygamber’den hemen sonra başlamış ve günümüze kadar da devam etmiştir. Bu durum ise İslam’ın din-devlet ilişkilerinde farklı bir bakış açısı getirmesine neden olmuştur.
Devlet, dinin ortaya koyduğu hayat tarzını uygulamaya geçiren bir vasıta olarak görülürse, İslam’da sınırları ve şekli belli bir devlet teorisinden söz edilemez. Her durum ve şartta uygulanabilir bir devlet şekli, İslam’ın evrenselliği ile örtüşmeyeceği için dinin ana kaynaklarında böylesi bir model aramak boşa bir çaba sarf etmek olur. Buna rağmen İslam Tarihi boyunca, Müslümanların devlet şekillerini; zaman zaman Şeriat Devleti veya İslâm Devleti diye tanımlamaya çalıştıkları da bir vakıadır. İbn-i Teymiyye ile başlayan ve soğuk savaş döneminde artan devlet tartışmalarının Müslümanların güçsüz ve devletsiz kaldıkları dönemlere denk gelmesi oldukça manidardır.
Öncelikle, Allah’ın mutlak hâkim olduğu ve hâkimiyetin de O’na ait olması, kozmolojik ve ontolojik anlamda tartışma götürmez bir gerçektir. Bu konuda herhangi bir ihtilaf yoktur. İhtilaf konusu olan şey, her şeyin sahibi ve hâkimi olan Allah’ın, yeryüzüne gönderdiği insana kendi adına siyasi egemenlik hakkı verip vermediği hususudur. İslam’ın ortaya koyduğu yönetim ilkelerinden sadece şûra ilkesi dikkate alındığında bile, siyasi egemenliğin insanda olduğunda şüphe yoktur. Çünkü şûra, toplumsal iradenin tecelli ettirilmesinden başka bir şey değildir. Durum böyleyken; “Hâkimiyet Allah’ındır” iddiası ile insanlar arasında hüküm koymak; bunu yapanın, kendi iradesini ve yorumlarını Allah’ın iradesi sayması anlamına gelecektir. Allah, evreni insanın emrine vererek ona geniş bir egemenlik alanı açmıştır. Ama bu, insanın Allah adına siyasi egemenlik kullanacağı anlamına gelmez. Bu şekilde bir anlayışla egemenliği metafizik hâkimiyete dönüştürmek, onu kullananları sorgulama dışında bırakmak; toplumu yönetenlerin topluma hesap vermek ve halk tarafından gerektiğinde değiştirilmek endişesinden kendilerini kurtarmak için geliştirdikleri bir yol olarak görünmektedir.
Siyasi egemenliğin Allah’a ait olduğu ve bu egemenliğin onun halifesi olan insan tarafından kullanılacağı iddiası ile ilgili dikkat çekilmesi gereken bir diğer konu da, yukarıda bahsettiğimiz gibi, din ile din anlayışı arasındaki farktır. Din, değişmez ve evrensel iken, din anlayışı (ictihad) insanın kişiliğine, zaman ve zemine göre değişmektedir. Aynı ayetlerden; zaman ve zemine veya kişiye göre çok farklı yorumlar çıkması, din ile din anlayışı arasındaki ayırımdan kaynaklanmaktadır. Aynı ayete dayanmalarına rağmen, insanlar pekâlâ farklı sonuçlara varabilmektedir. Böyle bir durumda Allah’ın mesajı, insanların yorumlarından dolayı ilâhîlikten çıkarak insanileşmektedir. Mesajın kendisi ilâhî, anlaşılması, uygulanması ise insanî olmakta ve kişiden kişiye değişir bir hal almaktadır. Onun için Allah’ın buyruğunu tatbik ettiğini iddia eden bir insan, aslında Allah’ın buyruğunu değil, bu buyruktan kendi anladığını uygulamaktadır. Onun için Allah adına hüküm vermek iddiası, Allah’ın ayetinden ortaya çıkan bir yorumun, Allah adına kullanılması anlamına gelir ki bu da, günümüzde bazı ülkelerde olduğu gibi, Allah adına zulüm yapılmasını da beraberinde getirebilmektedir.
Belirttiğimiz üzere, Kur’an’da devletin şekli ve yönetim biçimini ayrıntılı bir şekilde belirleyen ayetlerin olmaması bu konunun Müslümanlara bırakıldığının da bir göstergesi olarak kabul edilmelidir. Allah, Kur’an’da bu konuda Müslümanlara sadece; işlerini aralarında “şûra” yoluyla çözümlemelerini[10], “emanetleri ehline vermelerini” ve “insanlar arasında adaletle hükmetmelerini[11]” emretmiştir. Müslümanlara düşen, bu ilkeler ışığında, yaşadıkları dönemin ve toplumun ihtiyaçlarına göre din anlayışlarını gözden geçirmek olmalıdır.
İslam, özü gereği bir ideolojiden yana değildir ve hiçbir zaman da bir ideolojik tavır içine girmemiştir. Bu nedenle insanlara somut idari ve siyasi bir sistem de önermemiştir. Sonuçta İslam Tarihi boyunca Müslümanlar kendi sosyal şartlarına uygun, farklı yönetim biçimlerini benimsemiş ve uygulamışlardır. Ancak bu farklı yönetim biçimlerinin içinde teokrasi hiçbir zaman olmamıştır. Bunun nedeni, İslam’ın ruhban sınıfının oluşmasına müsaade etmemesi, otoritesini doğrudan Tanrı’dan alan dini bir liderin varlığını benimsememesidir. İslam Tarihi boyunca ortaya çıkan yönetim biçimleri ve siyaset teorileri, temelde nassa dayanmaktadır. Ancak bu nasslar, şartlara ve kültürel birikimlere göre yorumlanmıştır. Böylece Müslümanların yaptıkları ictihadlar bir yandan nasslara bağlı iken, diğer yandan da içtihadın oluştuğu, toplumların özel meseleleriyle ilgilidir. Müslümanlar yaşadıkları zamana, coğrafyaya, sosyo-politik ve kültürel şartlara göre İslâm’a en uygun yönetim biçimlerini oluşturmaya çalışmışlardır.
Bu konuya devam edeceğiz.
Selam ve dua ile….
Paylaşmayı unutmayınız