Tarih: 17 Şubat 2019
Yazan: Nedim AKIN
Konu: Bulgarlar Kimliksiz kişilikten neden yanadır?
Bulgaristan’da iktidarın kaldıramadığı taşlardan biri, İSTANBUL SÖZLEŞMESİ adıyla bilinen belgenin toplumu ikiye bölmüş olmasıdır.
İstanbul Sözleşmesi nedir?
İstanbul Sözleşmesi olarak anılan Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açıldı, 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girdi. Fakat Sofya meclisinde hala onaylanmadı.
Bulgaristan’da 2009’dan beri, belirli aralıklarla GERP partisi iktidardadır. Başbakan da, hep GERB partisi başkanı Boyko Borisov’tur. Sofya’da bu sözleşme kamuoyuna takıldı, Kilise, Müslüman Diyaneti ve diğer din kurumlarıyla birlikte bilim insanları, yazarlar, gazeteciler, sivil toplum örgütleri vb bu sözleşmede toplumun ve ailenin geleceği için tehlike gördüğü için tepkili davranıyor.
Sözleşme, çerçevesinde ev içi şiddet, aynı evde yaşıyor olsun ya da olmasın mevcut ya da eski eş ya da partnerler arasında yaşanan her türlü şiddet edimini içerecek şekilde anlaşılır. Fakat bu temel görüş Bulgaristan’da etkili olmadı. Sözleşmeyi uygulayan Avrupa Birliği (AB) ülkelerinden gelen haberler sert tepki uyandırıyor.
Verilen örnekler arasında çok çarpıcı olanlarda şunlar ima ediliyor.
Bebe dünyaya geldikten sonra anne ve babasının adı kayda geçmeyecek. Çocuk yalnız kendi isminle yaşayacak. Anne ve baba, nene ve dede isimlerinin kutsallığı yok ediliyor. Milleti ve hangi dine mensup olduğu da kayda geçmiyor.
Bu konuda Bulgaristan kamuoyu geleneksel yola bağlı kalınmasında nüfus kayıt belgelerine yeni doğan bebenin kendi isminin, ana baba ve soy isminin kaydedilmesinde direniyor.
Medyada yayılan haberlere göre, bu sözleşmeyi uygulayan İskandinavya ülkelerinde kadına, çocuğa ve genelde aileye taciz kontrolü uygulayanlara, “aile çocuğa bakamıyor, çocuğa şiddet uygulanıyor” gibi iddialarla İsveç’te 2018’de 1000 (bin) çocuk aileden alınmıştır.
Bununla birlikte çocuk aldırma konusu da tartışmaya açılmış durumda. Ortodoks kilise bu konuda hayatı koruma hakkından yana çıktı.
VMRO– partisi faşistlerinin doğum teşviki ile ilgili yasa tasarısında buram buram ırkçılık kokuyor. 140 yılda memlekete bir Çingene (Romen) okulu kurmayan ve 2 700 Türk okul ve medresesini kapatıp yıkan, diğer azınlıklara da (Makedon, Ulah, Gagavuz, Tatar) kendi okullarında ve kendi anadillerinde okuma ve gelişme hakkı tanımayan Bulgar monarşi, totaliter rejimleri ve hükümetleri şimdi mecliste şu yasayı tartışmaya hazırlanıyor.
Başkent Sofya’da ve Sofya dışında farklı çocuk parası ödenecek. Gerekçe: Sofya’da hayat daha pahalıymış.
İki, yeni doğan çocuğun ancak anası ya da babasından birisi lise diploması gösterebilirse, birinci çocuk için 200, ikinci çocuk için 500 ve üçüncü çocuk için 1200 leva çocuk parası alabilecekler. Köyde, okulsuz mahallelerde ilk okuldan öte okuyamamış, GETTO-larda okul görmemiş ana-babalara devlet ek doğum ve çocuk parası vermeyecek. Yüksek Okul ve Üniversite bitirmiş, yüksek lisans yapmış olan ana babalara ise daha büyük ikramiye ödenecek, faizsiz ev kredisi verilecek vb. Demek oluyor ki, bundan böyle Bulgaristan’da sözüm ona evrensel değerlerin yetiştirilmesi ancak öğrenimli ve eğitimli Bulgar alilerden beklenmelidir. Çünkü devlet onlara bel bağlıyor. Azınlık çocukları sütsüz, mamasız, aşısız büyümüş kimin umurunda?
Şu soruları sormak istiyorum: Hangi çocuğun deha olacağını kim bilebilir? 1876 Nisan Ayaklanması önderlerinden Çoban komita Zahari Stoyanov Slivne (Sliven) bağlı Medven köyünde kör-cahil çoban Romen ailesi çocuğu değil mi? Prof. Çirkov da Lom Romen mahallesinden değil mi? Anası babası hangi okulda okumuş. Bulgaristan Türklerinden Avrupa Serbest Güreş Bayanlar şampiyonu- 2018 bulgaristan Sporcusu Bayan Tayibe Hüseyin’in anası babası yüksek tahsilli mi? Okullarımız kapalı olduğundan Türkçe yazıp okuması var mı? Bu örnekler sıralamakla bitmez. Yaptığınız faşizmdir.
Memleket buram buram faşizm, ayrımcılık, ırkçılık, kölecilik zihniyeti kokuyor ve bunun yolunu mutlaka kesmek lazım.
Önce şu soru var gündemde: Bizim çocuklarımızı, torunlarımızı neden yetersiz, cılız, hastalıklı, bakımsız bırakmaya gayret ediyorlar. Kendi soylarından taşı sıkan su akıtan, kendilerini diğer ırklardan üstün gören, kalın enseli babayıtlar yetiştirmek için olsa gerek. Öyle de. Bunu kendileri de gizlemiyorlar. Tarih boyu kimseye bir yudum su vermemiş olanların gerçek yüzü bebe mamasına dikilince bunu anlamayan kalmadı.
Ama biz gelelim kendi konumuza, bizi yok etmeyi, kökümüzü kurutmayı amaçlayan bu gidişi nasıl durdurabiliriz. Bu konuda biz artık HÖH-DPS hainliğinden, DOST ve HŞHP – yağcılığından hiç bir şey beklemiyoruz. Çünkü bu olaylar mecliste ve meclis dışında Türklük, İnsan Hakları, Adalet ve demokrasi davasına ihanet eden ve zamanları kesin dolanların gölgesinde ve tebessümlü bakışları önünde gelişti.
Biz soya dönmek, ırk ruhumuza dört elle sarılmak ve üstün gelmek zorundayız!
Bizi ve memleketimizdeki diğer azınlıkları kısıtlamak, körleştirmek ve cahil – güçsüz kılmak için alınan önlemleri ancak biz kendimiz kaldırabiliriz.
Ahlak ve geleneklerimizden, yaşam tarzımıza konan yasaklardan oluşan bu kısıtlamalar 1991 Anayasasıyla bir yere kadar kaldırılmış olsa da, totaliter zulüm dönemi yasaklarının kırıntıları kalmıştı, şimdi bunlara aşırı milliyetçi, ırkçı ve faşizan güçlerin yasa önerileriyle yenileri ekleniyor, kırıntılara hayat hakkı kazandırılıp güç aşılanmak isteniyor. Bu son yasakları işiten Romen kadınlar, “istediğim gibi sevişir, istediğim kadar doğururum. Bulgar devletinden yardım isteyen yok, o da bizden asker istemesin!” cevabını verdiler. Bu sözler GETTO-larda susuz elektriksiz, okulsuz ve sağlık ocağı olmayan mahallerde de milli azınlık ruhunun yaşadığını herkese duyurdu.
Faşist Karakaçanov gibi sapıkların (halk arasındaki yeni lakabı “göbekli”) alacakları son tedbir kadınları kocalarından ayırmak olabilir. 17. Asırda Almanya GETO-larında Yahudi ve Çingenelere uygulanmıştı bu. Uygulanmış da, sevişme ve doğum durdurulamamıştır. İkinci Dünya Savaşında 7 milyon Yahudi ve Çingene yakıldığını herkes biliyor.
Sevişme ve doğumlar ırk ruhunu yaşatan kudrettir. Bu ruh, aynı halktan, aynı ırktan olan bireylerin çoğunluğuna özgü olan bir görme, duyma, isteme, algılama biçimini belirler. Bizim halk bilgimizde “o baksa da dünyayı biz gibi göremez” bilgeliği bunu yansıtır. Kendiliğinden olmak üzere katılımsal bir görenek oluşturur. “Herkes neredeyse biz de orada”, “Bu işte ayrı gayrı olmaz” değimleri bu kaynaktan beslenir. İnanınız! Hiç bir şey bizim bu göreneğimizden, duygusal kenetlenmiş liğimizden daha güçlü değildir ve olamaz.
Bu, diğer milletlerin birçoğunda olmayan bir şeydir. Biz ansızın yüreklenebilen ve birdenbire kenetlenebilen bir ırk ve milletiz ve başka bir değişle biz volkan gibiyiz. İster gürler, ister titretir, ister kusar, ister sel gibi akar, ister fışkırır, istersek yalnız kara bulut olup gökyüzüne hakim oluruz. Bizi istememelerinin temel nedeni de budur. Korkuyorlar. Bu asla aşılmaz bir korkudur. Bu kudretimizin sırtını yere getiren henüz anasından doğmamıştır.
Bu ırksal etki bütün değişimlere karşın bir kuşak (çember, halka) ortaya çıkarabilecek, bizi kuşatacak dönüşümleri sınırlar, kısıtlat ve kaderini yönlendirir. Bu olayı tarihsel örneklerle açarsak. II. Murat’ın 40 000 kişilik seçkin bir orduyla Balkanlara geçip Edirne, Selanik, Niğbolu, Varna, Kosova ve başka savaşlarda Haçlıları yenmesiyle gösterebiliriz. O galip gelmeseydi, o zaman Bulgar topraklarının hali ne olurdu, onu bir düşünün! Bilenlere hatırlatıyor, bilmeyenlere anlatıyorum. II. Murattan 200 yıl önce, XII. Yüzyılda Konstantinapol’e (İstanbul) yönelen Haçlılar bir süre bugünkü Burgas ilinin “Bılgarevo” köyünde kalmışlardır. Bugüne bugün bu köyün kadınları kırkına basmadan sapıtır, delirir. Irk ruhu bozulmuştur. Tarih kitaplarında bu gerçek anlatılmak istenmiyor ama değişen bir şey yok. O köyden kız almayanlar hala çok… Bunlar tarihsel gerçeklerin derinliğindeki “inciler” dir. O zamandan beri o köyde, yaşadığımız topraklarda çok değişikler olmuştur, hatta zihinsel değişikliklerin olduğunu düşünenlerimiz de vardır, fakat değişen yalnız görünürde olandır. Bulgar ırkın içinde var olan bu ırz korkusunun kökleri çok derindir, 140 yıldan beri şiddet belirtilerini 6 kuşaktır yaşıyoruz ve kurtuluşu periyodik göçlerde görüyoruz. Bu tarihten gelen ve yakında olan herkese karşı bir saldırı şiddetidir.
Ulusların değişe bilirliği üzerinde daha geniş durmak isterdim, ama ne yazık ki Bulgarlar Osmanlı ümmetinden bir milliyet olarak ayrılsalar da son 140 yılda millet olgunluğuna ulaşamadılar. Bulgarlardaki duygusal değişim olumlu yönde değil, maalesef olumsuz yönde – insan düşmanlığı ve ayrımcılık – yönünde gelişti ve ülkedeki maneviyat bir “bataklığa” dönüştü. Bu noktada, özellikle nefret, korku, hırs, kıskançlık ya da hasret, kibir ve coşku duygularından söz etmek zorundayım. 1876’ı Nisan Ayaklanmasında, 1912 Birinci Balkan Savaşı’nda, 1972, 1982, 1984 ve 1989 devlet terörü uygulanmasında bunlar yaşandı ve toplumu derin yaraladı.
Yeni yazımızda bu konuyu, güncel örneklemelerle “nefret” üzerinden analiz etmeye devam edeceğiz. Çünkü bizi üzen, ufkumuzu karartan tüm didişmelerin kökünde bugün iktidarda olanların tarihsel ezikliği yatıyor. Yukarıda örneklerini verdiğim ayrımcılık da bu kaynaktan geliyor. Nefret onların ırksal ruhunda var.
Devam edecek.
Okuduğunuz için teşekkürler.
Dostlarınızla Paylaşınız lütfen