Ahmet TÜFEKÇİ
14 Ağustos 2020
“Bulgaristan’ın Sesi” bTV yarış programını izliyorum. Sahneye 16-17’sinde siyah saçları lüle lüle, buğday tenli, mavi gözleri çakmak gibi yanan M. İvanova adlı bir kız çıktı. Önce İngilizce, ardından bir de Bulgarca 2 parça seslendirdi. Jüri ayağa kalktı, yetmedi salon da dikili. Bir saatte Bulgaristan’ın müzik meraklıları 1 258 457 (bir milyon iki yüz elli sekiz bin dört yüz elli yedi) ESM göndererek, genç kızı MİLLİ YILDIZ olarak parlattılar.
Kız İvanova, Köstendil Romen mahallesinde lise öğrencisi. Çamurlu yolların, pis kokulu eski evlerin, kanalizasyonu olmayan mahallenin atık sularını koklayan köpeklerin ve miyavlaması bitmeyen kedilerin arasında yetişmiş. Bir evin bir kızı. Anası iş bulup çalışamamış. Babası müzikle yoğrulmuş, aile geçimini saz, gitar, tambura, bazen de daire davul çalarak sağlarken kızını da büyütmüş ve ruhundaki müziğin namelerini ona da yavaş yavaş davamızı satmış.
Köstendil’in “mahallesi” 2 aydan beri “Covid-19” karantinası altındaydı. Neyse yol bulmuşlar ve kendisi de bir şarkı olan kızcağız Sofya sahnesinde parladı.
Ailenin hayat yolu Selanik’ten başlıyor, daha ötesini bilmiyorlar. 1918 Büyük Göçüyle Yunandan çıkıp Köstendil’e gelmişler ve sığınmacı olarak yerleşmişler. Hayatta lüks aramayan bu insanlarda mükemmeliyet müzikte, notasız dökülen melodilerde, mani ve ezgilerde, müzikte doğan gönül sıcaklığında ve daha güzel günlere inançtadır…
Gazetede okudum, 20 yıldan beri Hollanda’da çalışan Slivne’li (Sliven) şehrinin Romen mahallesinden Kovaçev ailesinin kızı Silviya, Hollanda lise ve kolej eğitimi milli birincisi olarak altın madalyalı diploma almış. Aile çok mutlu. Sliven’de mahallede oturan hısım akraba bayram etmiş.
Aynı şehrin kadın hapishanesinde dünyaya gelen ve sonra yalnız Bulgaristan’da değil, Türkiye Yunanistan ve daha pek çok ülkede de ün salan sahne yıldızı Aziz’den sonra, yeni parlayan bu 2 kızımızla ben de gurur duydum. Kendilerini kutluyorum.
Bu arada yine bizim kızlarımızdan dünya önce kızlar, ardından da kadınlar kategorisinde dünya satranç şampiyonu olan Eski Cumalı (Tırgovışte) Nurgül Salimova ile kadınlarda milli, Avrupa ve dünya serbest güreş şampiyonu olan Tayybe Hüseyin de bizim gururumuzdur.
Demek oluyor ki, iyi aile eğitimi alan, okullarda iyi yetişme olanakları bulan çocuklarımız dede ve babalarının başarı yolunda ilerleyerek birinciliklere, şampiyonluklara tırmanabiliyorlar.
Onların başarılarının anahtarı ayırım görmeden, normal koşullarda, ötelenmeden, incitilmeden yetişebilmektedir.
Şu hiç unutulmamalıdır. Bulgaristan Türkleri için bazen “altın çağ” dediğimiz 1950’leri kapsayan yıllarda ve 1973’ten sonra ise zulüm dönemi başlayana kadar Bulgaristan’ın yüzünü ak edip dünyaca parlatan Türklerdir. Lütfi Ahmet ve Osman Duralı gibi güreşçilerimiz halterde Halil MUTLU ve ardından da başarılarına bir türlü erişilemeyen şampiyonlar şampiyonu (yattığı yer nur olsun) Naim Süleymanoğludur.
***
Bu kadar kabiliyetli bir milletle beraber yaşama, el ele verme ve başarıdan başarıya koşma olanağı Yüce Tanrının lütfu iken Bulgarlar bu şansı neden elleriyle itti dersiniz. Bu sorunun cevabı tektir ve cahillikten başka hiç bir şey değildir.
***
Daha önce de yazmıştım. Bulgaristan kendi aksakalları, sofuları, derin düşünen akıl hocası babaları olmayan bir kavimdir. Kubrat (635-650), (Deliorman’ın Balpınar kasabasının adı değiştirildikten sonra ”Kubrat” denmiştir.) eski hakan Atilla’nın soyundan olup devlet kurucusu Bizans ekolünde yetiştirilmiş ve kıvama geldiğinde Bulgar devletini kurmakla görevlendirilmiş bir kişidir.
Beş oğluna verdiği öğütte “birbirinizden ayrılmayın birlik olursanız sizi kimse yenemez” demiştir. Oğullar 2 yöne ayrılmış, Asparuh Tuna nehri boyuna yerleşirken, Bizans topraklarında devletleşebilmek için Hıristiyanlaşmışlar, Altsek ise Volga nehri boylarına yerleşmiş ve İslam dinini kabul etmiş ve dünyaya yaymıştır. Böylece 2 ayrı medeniyetin insanları olmuşlardır.
***
Bugünkü Bulgaristan toprakları 1396 – 1878 yılları arasında Osmanlı imparatorluğu başkenti İstanbul’a en yakın bölge ve hatta Tuna ırmağına kadar Padişahların gözdesiydi. Bu topraklarda yaşayan Hristiyan nüfus tarihinde 300 sene barış ve huzur içinde, savaşsız bir derlenip toparlanma ve inkişafa mayalanma dönemi yaşamıştır ki, sonunda bugünkü Bulgar milleti hayat hakkı bulmuştur.
Felsefe okuyanlar bilir. Alman düşünür Hegel’le (1770-1831) dünyaya gelen diyalektik düşüncenin durgunluk ve değişim anlayışından başka, insanlığa bıraktığı üç de nesnel yasa vardır. Bu doğal kanunların üçüncüsü olan REDDİN REDDİ (olumsuz lamanın olumsuzlaşması) /otritsanie na otrizanieto/ olayı birileri Bulgarlara nasıl ve neredeyse tek yanlı ve ters (yanlış/eksik) anlatılmış ve dolayısıyla yanlış uygulanmıştır. Bunu bu gün Bulgaristan’dan gelmiş komşularınızda da görebilirsiniz. Bulgarlar önce Prens Batenberg (879-1886) ve ardından 1887-1908 arası Prens ve daha sonra Bulgar Çarı olan Ferdinand’ın ve ardından gelen oğlu III. Boris şu fikre bağlı kalmıştır. “Yeni doğan ve Bulgar olan her şeye inkişaf hakkı” tanınırken, Osmanlı devrinden kaldığı için eski sayılan her şeyin de yok sayılmasında yani olumsuzlaşmasında yarar görülmüştür.
Kutsallığından kimsenin bu doğal olumsuzlaşma yasasının özündeki gerçek şudur. Her yeni doğanın yüzde ellisi (% 50) eskiden – anasından babasından soyundan gelir.
Bunun örneği şudur: Pelitten meşe biter ağaç olur, pelitti yere düşer, yeni biten pelit ağaca kıyasla başka bir niteliktir ama özünde onu taşır. Bulgar Prensliği, yeni oluşan toplum istese de istememiş olsa ve kurtulmak istese de Osmanlı Toplumsal Yaşam niteliklerinden kurtulamaz. En basit örneklememiz gerekirse, eşdeğer yaşamayı, yorgan altında yatmayı, başını yastığa koymayı, el yüz yıkamayı, hamam yapmayı bizden öğrenmiştir ve bunu bugün de atamamış, yani ne Rusya’da ne de Batı Avrupa’da daha iyi bir yaşam matrisi /kalıbı/ (kurallar, edep ve ahlak düzeni) bulamamıştır.
Koca Balkana yeni bir medeniyetin kural sistemi inmemiş ve 142 yıldan beri kutlanan hep başkalarının değerleri, çiçek taşınan abideler de yabancıların anıtlarıdır. Bu gerçek kabul edilmeden, halen kapalı olan evrimsel ve sıçramalı-devrimsel penceresi açılamaz, memleket bahçesinde değişik çiçekler gibi açmış çiçeklerden Bulgaristan’a kokacak bir demet derlememiz mümkün olamaz.
Her şeyi yanlış anlamanın sonuçları ortadadır:
Ayrıca Sofya’da 29 Türk mahallesinin, ülke çapında 2 700 Türk okullarının yıkılmasını da hatırlatmak isterim.
Siyasi olarak Osmanlı, İslam ve Müslümanlığa ait olan ne varsa yıkıp yakıp çöpe atma zihniyetine hizmet edilmiştir.
Böylece, Bulgar toplumuna (Türkler de bu arada) 66 yıl boyunca (1878-1944) durgunluk ve toparlanamama dönemi yaşatılmıştır.
Şu unutulmamalıdır. Dünya Birinci Dünya Savaşından sonra Avrupa sanayileşme devrine girmiştir. Fakat 1944 yılına kadar Bulgaristan hiçbir surette sanayileşememiştir. Oysa Osmanlıya ait olan veya Müslümanlığı anımsatan her şeyin reddedilip çöpe atılmasından sonra bir nitel sıçrama ve sanayileşmeye fırlama devri yaşanmalıydı. Bunun yapılamamasının nedeni de ne Bulgarlarda ne de Türkler-dedir. Bulgar yönetiminin ta kendisindedir. Bulgaristan toplumu
Doğu ile Batı arasında kalmış, Doğudan kopamamış, Batıyla da kaynaşamamıştır. Osmanlı sosyal bir toplumsal düzendir. Osmanlıda yaşayan insan sosyal birey ve Tanrıya ibadet edenlerin hepsiyle ortak bir toplumsal yaşam paylaşır. Aile yaşamı ve toplumsal düzen böyle kurulmuş ve gelişmiştir. Bulgarlar da aynı yaşam biçimini ve aynı yaşam kurallarını paylaşmışlardır.
Bu bakımdan 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşından sonra Osmanlı sosyal yaşam düzeninden (hayat matrisinden) çıkıp, Bulgarların ve yaşadıkları topraklarda kalan Müslümanlar Türklerin Rusya toprak köleliği düzenini (insanın insana köleliğini ve hukuksuzluğun hat safhada olduğu bir despot rejimi) kabul etmesi asla imkânsız ve olanaksızdır.
Fakat 66 yıl boyunca Batı zihniyeti taşıyan ve Doğu Ortadoksluğu henüz 1872’de tam anlamıyla yaşamaya başlayan köylü Bulgarları moderniz dönemine yani insanın başka bir dinde (Katolik, Protestan, Evangelist vb) bireysel yaşamına uyumlu hale getirmek olağanüstü zor olsa gerek. Modernleşmeyi reformcu evrimle 1839’da hedefleyen Bulgaristan Müslümanlarının yeni kurulan Bulgar milli devletiyle birlikte yürümesi ise gerçekten zordan da zordu. Bu bir yol ayrımıydı. Bulgaristan yalnız Doğu ve Batı arasında ikiye/üçe bölünmekle kalmayıp bir kendi içinde doğal olarak parçalanmıştı ki, bu kapanmaz bir bölünmeydi.
Bu bölünmenin aşılması için Bulgaristan’a sözün mecazi anlamında yeni bir medeniyet, yeni bir Peygamber gerekliydi. İsa Peygamberle gelen Hristiyanlık 2000 (iki bin) yılda o kadar çok parçalanmıştı ki, camları hep kapalı olan kiliselerin kubbeleri ve papazların giysileri bile değişmişti.
***
Bu arada G. Hegel’in çok ünlenen “dünyada sübjektif idealizm yani öznel ülkünün ruhu dolaşıyor” sözleri bile değişmiş, olaya parmak basan Karl Marks, 1848’de Londra’da bastığı “Komünist Manifesto” eserinin ilk cümlesinde şöyle dedi:
“Avrupa’da bir heyûla dolanıyor – komünizm heyûlası.”
Bu alıntıda “heyula” sözü eski Yunanca’daki “hule” den Arapçaya geçmiş ve devasa boyutlarda korkunç bir görüntü anlamındadır. Şimdiden 182 yıl önce K. Mark maddi olmayan bu korkuyu gelen bir yeniliğin habercisi olarak hayal etmiş ve insanlığın işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki son savaşımdan sonra insanlığı SINIFSIZ BİR TOPLUMDA yaşayacağına haberdar etmiştir.
1917’den sonra Sovyetler Birliğinde, 1945 yılından sonra Bulgaristan da aralarında DOĞU AVRUPA ülkelerinde KÖYLÜLERİN TOPRAKLARI VE ÜRETİM ARAÇLARI İLE BURJUVALARIN FABRİKALARI, İŞLİKLERİ VE ÖZEL BANKALAR DEVLETLEŞTİRİP TOPLUMSALLAŞTIRILINCA aslında SINIFSIZ BİR TOPLUM OLUŞTURULMUŞTU iddiasında bulunabilirim. Bu toplumda aslında (1945-1989) yılları arasında memleketimizde (olan oldu, arkasını aramayalım önümüze bakalım) görüşünün de üstünlük sağlamaya başladığı bir ortamda, eşitlik bazında mutluluğa ortak açılım yaşanabilirdi.
Ne var ki MUTLULUK kişisel bir nimet ve nitelik. Sosyal toplum ürünü olsa bile kişisel, ailesel yaşanan bir şey. Yani toplumun ürettiği ama bireylerin dağıttığı bir şey. Sovyetler Birliğinde Stalin, Bulgaristan’da da Todor Jivkov şu eşit dağıtma işinde “çarpağı” ellerinde aldılar.
Ne Çar II. Nikolay’ın oğlu olan Stalin, ne de bir demirci Romen’in oğlu olan ve 1882’de ismi ve dini değiştirilen T. Jivkov bu işi yapamadılar, eline yüzüne bulaştırdılar ve olayları insan kıyımına, soykırım denemelerine, kafaları çalışanları açlıkla “adam etmek” için içeri attılar, taş ocaklarında eğitmeye çalıştılar. Türkçesi ve kısacası “her şeyi bombok” ettiler. Yalnız bizi değil kendilerini de rezil ettiler.
Bu da onların ne Hegel’i ve ardından ne de K. Marks’ı (bu iki düşünürün ikisi de Mevlana gibi milenyum (bin yıl) düşünürüdür ama ne elit, ne önder, ne de lider yetiştiren Bulgaristan bir çarpakçı bile yetiştiremediği için, gençler bugün sokakları kapatmış ve gece gösterileri devam etmektedir. Nedeni Boyko Borisov’un da görmemiş gibi çalmasında ve hırsızlıkta dünya şampiyonu olmalarıdır.
Devam edecek.
Kovik salgını kurallarına uyalım.
Paylaşınız.
Bildiklerimizi ve gördüklerimizi yazmak görevimizdir.
Sağ olunuz.