Mâtüridî’nin Hayatı ve Eğitimi
Mâtüridî’nin tam adı, “Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâtürîdî es-Semerkandî, el-Hanefî” şeklindedir. Onun yapmış olduğu çalışmalar ve vermiş olduğu ilmi mücadeleler sonucunda ona, “Alemü’l-Hüdâ/Hidayet sembolü”, “İmâmü’l-Hüdâ/Hidayet önderi”, “İmamü’l-Mütekellimîn/Kelâmcıların imamı”, “Musahhihu Akâidi’l-Müslimîn/Müslümlanların inançlarını yanlışlıklardan arındıran”, “Reîsü Ehli’s-Sünne/Ehl-i sünnet’in reisi” gibi çeşitli unvanlar verilmiştir.
Tahminen 256/870 yılında bugün Özbekistan Cumhuriyeti’nin sınırları içinde bulunan Semerkant’ın dış mahallesi olan Matürid’de doğmuş olan Mâtürîdî’nin hayatı, 333/944 yılında burada sona ermiş ve Semerkand’ın Çakerdize mahallesinde ulema ve eşraf kabristanına gömülmüştür.
Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan Mâtürîdî, yaşadığı asırda özellikle İslâm kültür merkezi olarak tanınan ve ileri seviyede eğitim veren Semerkand’da tahsiline başlamış ve bu ilmî çevreden yeterince istifade etmiştir. Zamanın en önemli ve tanınmış Hanefi âlimleri ile tanışarak onların ilim halkalarına katılmış, verilen derslere devam ederek dinî ilimler sahasında donanımlı biri haline gelmiştir. Bu doğrultuda genellikle Hanefî mezhebine bağlı âlimlerden ders alan Mâtürîdî, ilmî bakımdan Ebû Hanîfe’nin görüşleri ve öğrencileri ile bağlantılı olmuştur. Mâtürîdî Hanefi mezhebinin üçüncü veyahut dördüncü kuşak alimlerindendir. Ebû Hanife’nin (ö. 150/767) öğrencilerinden Muhammed eş-Şeybânî’nin öğrencisi Ebû Süleyman el-Cüzcânî’nin talebesi Ebû Bekir Ahmed b. İshak el-Cüzcânî, Nusayr b. Yahya el-Belhî ve Nişabur Kadısı Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed b. Reca el-Cuzcânî gibi hocalardan ilim tahsil etmişse de öğrenimini, henüz yirmi yaşlarında iken hocası Ebû Bekir Ahmed el-Cüzcânî ile birlikte ulema reisliğini deruhte eden ve Darü’I-Cüzcâniyye’de ders veren Ebû Nasr el-İyâzî’den tamamlamıştır.
Bu doğrultuda Mâtürîdî, Ebû Hanife’nin görüş ve metodunu doğruya en yakın ve düzgün olarak elde etme ve anlama imkânına sahip olmuştur. Eğitim süresini tamamlayan Mâtürîdî ardından Dârü’l-Cüzcâniyye Medresesi’nde ders vererek dönemin bilginleri arasında mümtaz bir konum elde etmiştir. Burada ve değişik yerlerde verdiği dersler ile ilmî birikim, görüş ve metodunu kendisinden sonrakilere aktaracak ve İslâm düşüncesine hizmet edecek, değerli öğrenciler yetiştirmiştir.
Bu talebeler arasında Ebü’l-Kâsım İshak b. Muhammed b. İsmail es-Semerkandî (ö. 342/954), Ebü’l-Hasan Ali b. Saîd er-Rüstüfeğnî (ö. 345/956), Ebû Muhammed Abdülkerim b. Musa el-Pezdevî (ö. 390/1000) ve Ebû Ahmed el-İyâzî (ö. IV./X. Asrın başları) en fazla üne sahip kimselerdir.
Bir nesil sonra ise Mâtürîdî’nin metodunu benimseyerek Ehl-i Sünnet kelâmına katkı sağlayan meşhur kimseler arasında, Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî (ö. 493/1100), Ebü’l-Muîn en-Nesefî (ö. 508/1115), Ömer en-Nesefî (ö. 537/1142), Sirâceddîn Ali b. Osman el-Ûşî (ö. 575/1179), Nureddin es-Sabûnî (ö. 580/1184), Ebü’l-Berekât en-Nesefî (ö. 710/1310) ve İbnü’l-Hümâm (ö. 861/1457) bulunmaktadır.
Mâtüridî’nin Eserleri
Mâtürîdî’den söz eden kaynaklar, onun İslamî ilimler sahasında pek çok eserler yazdığını kaydetmektedirler. Bunların arasında hacimli ciltlerden meydana gelen büyük eserler olduğu gibi, birkaç fasikülden meydana gelen küçük risâleler de vardır. Bu doğrultuda İmam Mâtürîdî’nin günümüze kadar gelen ve üne kavuşan aşağıdaki iki eseri bulunmaktadır.
Kitabü’t-Tevhîd: Mâtürîdî’nin kelâm alanındaki ününe yol açan temel eserlerinden birisi olan eser, başlı başına bir kelâm kitabıdır. Bu doğrultuda Mâtürîdî’nin kelâm ilmindeki yerini saptamak ve kelâmî görüşlerini bir bütün olarak öğrenmek için hiç şüphesiz onun, bu eserini okumak gerekmektedir.
-Bu kitabında Mâtürîdî, çeşitli itikadî ve felsefî konularda lüzumlu ve yeterli bilgiler vererek ele almakta ve değerlendirmeler yapmakta, farklı pek çok İslam fırkalarından, İslam dışı dinî ve felsefî ekollerden, bunların görüşlerinden ve takipçilerinden bahsetmektedir. Bekir Topaloğlu ve Muhammed Arûçî tarafından da Türkiye’de tahkik edilmiş ve Arapça metni ile yayımlanmıştır. Kitabın Türkçe tercümesi, Bekir Topaloğlu tarafından yapılmıştır.
-Te’vilâtü’l-Kur’an: Mâtürîdî’nin tefsir alanında en önemli eseri kabul edilen bu çalışma, tefsir ilmi yanında kelâm, felsefe, mezhepler tarihi, fıkıh, hadis ve birçok İslamî ilimler alanlarda zengin bilgiler içeren bir temel eser mahiyetindedir. Dirayet/Akli yorum metoduna dayalı ilk tefsir olarak da kabul edilen Te’vilât’ın Bekir Topaloğlu başkanlığında bir komisyon tarafından ilmî neşri yapılmıştır. Çalışma 17 cilt halinde yayımlanmıştır.
Mâtürîdî’nin Öğrencileri
Mâturidî mezhebi kendisinden sonra, Hâkim es-Semerkandî (342/953), Ebü’l-Leys İmamülhüda Nasr b. Muhammed b. Ahmed es-Semerkandî, (ö. 373/983), Nureddin es-Sabûnî (ö. 449/1057), Pezdevî (ö. 493/1100), Ebü’l-Muîn en-Nesefî (ö. 508/1115), Ebû Hafs Necmeddin en-Nesefî (ö. 537/1142), Şemseddin es-Semerkandî (ö. 702/1303), Ebü’l-Berekat en-Nesefi (ö. 710/1310), Kemaleddin İbnu’l Hümâm (ö. 861/1457), Hızır Bey (ö. 864/1459), Taşköprizade Ahmed Efendi (ö. 968/1561), Beyazizade Ahmed Efendi, (ö. 1098/1687) gibi meşhur âlimler tarafından desteklenerek geliştirilmiştir. Başlangıçta Türkler arasında yayılmış olan Mâtürîdîlik, amelde Hanefî mezhebine tabi olanların itikadda da benimsedikleri mezhep olmuştur. Osmanlı dönemindeki medreselerde daha çok Eş’arî müelliflerin kitaplarının okutulması sonucu, Mâtürîdîlik gölgede kalmış olsa da, Cumhuriyet döneminde Mâtürîdîyye âlimlerine ait eserlerin ilmi neşirleri yapılarak eğitim ve öğretimde kaynak kitap haline gelmesinin de etkisiyle Türkiye’de ve diğer İslam ülkelerinde bu ekol canlanma sürecine girmiştir. Mâtürîdîyye’nin görüşleri günümüzde Türkiye, Kuzey Afrika, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Hindistan, Pakistan, Malezya, Endonezya başta olmak üzere geniş bir coğrafyada itibar görmekte ve yayılmaktadır. Bunda Mâtürîdîyye’ye ait bir kısım eserlerin ilmi neşirleri yapılarak değişik dillere çevrilmesinin ve yeni araştırmalara konu olmasının büyük rolü vardır. Başta Ebû Mansur el-Mâtürîdî’nin mevcut olan veya yakın kaynaklardan yararlanılarak meydana getirilmeye çalışılan kelâm, tefsir, fıkıh ve usulüne dair eserleriyle diğer Mâtürîdî âlimlerinin eserleri üzerine yapılacak çalışmalar bu yayılmayı daha da genişletecektir.
Mâtürîdî Düşüncesinin Arkaplanı ve İslam Düşüncesindeki Yeri
Kelâm İlmi
Araştırmacılar ilimleri iki kısma ayırmaktadırlar. Bunlardan ilki, matematik, fizik, kimya, biyoloji ve astronomi gibi müspet ilimlerdir. İkincisi ise, hadis, fıkıh, tefsir ve kelâm gibi dini ilimlerdir. Mâtürîdî, bu dini ilimler içerisinde kelâm alanında önder olarak kabul edilmektedir. Ulûhiyet, nübüvvet ve ahiret gibi inanç ilkelerini konu edinen kelâmın mevzusunu göre tanımı şöyledir: “Allah’ın zatından ve sıfatlarından, nübüvvet konularından, başlangıç ve sonuç itibariyle kâinatın hallerinden İslam kanunu üzere bahseden bir ilimdir”. Amacına göre tarifi ise, “”Kelâm sanatı, din kurucusunun açıkça belirttiği belli düşünce ve davranışları teyit edip, bunlara aykırı olan her şeyin yanlışlığını sözle gösterme gücü kazandıran bir tartışma yeteneğidir” şeklindedir.
Kelâm ilminin iki ana hedefi bulunmaktadır. İlki, bir mü’mini inanç konularında aydınlatmak ve bu alanda bilinçlendirmektir. Buna, tahkiki iman denmektedir. İkincisi ise, İslam’a yönelik eleştirilere cevap vermektir.
İslam’a yönelik eleştirilerin zamanla farklılık kazanması doğrultusunda, önceki âlimlerin üzerinde durduğu konular, zamanla değişmekte ve gelişmektedir. Söz gelimi Mâtürîdî’nin de içinde bulunduğu önceki dönemlerde işlenen, konuşulan ve tartışılan konular, günümüzde önemini aynen korunmakla birlikte, günümüzde yapılan eleştiri mevzuları da kelâmın ilgi alanına girmiştir. Bu doğrultuda kelâm ilmi, “İslam dininin inanca ve davranışlara dair ilkelerini naslardan hareketle belirleyen ve akli yöntemlerle temellendirip destekleyen bir ilim dalıdır” şeklinde kapsamlı bir içeriğe sahip olmuştur.
Başlangıçtan itibaren kelâm ilminin konusunda süreç içinde gelişmeler kaydeden değişiklikler meydana gelmiştir. İslam düşüncesinin ve Müslüman toplum hayatının inkişafıyla eşgüdümlülük gösteren bu değişikliklerin ilk döneminde, kelâmın konusu Allah’ın birliği, sıfatlarının üstünlüğü, kıdemi veya hudusu, tekfir ve kader meselelerinden oluşmaktaydı. Peygamberlik, ahirete iman ve imamet konuları ikinci sırada yer alıyordu. Kur’an’da yer alan yani kesin naslarla sabit olan inanç esasları her dönemde kelâmın değişmeyen ana konularıdır. Buna “Mesâil/ana konular” denmektedir. Bunların açıklanması ve kanıtlanması etrafında başvurulan sosyal, insani ve pozitif bilimlerden elde edilebilen yardımcı bilgilere ise, “Vesâil” denmektedir. Kelâmın “vesâil/yardımcı konular” bölümü, bu ilimlerin gelişmesine paralel olarak değişiklik arzeder.
Tüm bu veriler doğrultusunda kelâm ilminin konusu, ilk dönemlerde “Mevcut/var olanlar” iken, daha sonra bu, “ma’lum/bilinebilenler” olarak şekillenmiştir.
Yukarıdaki veriler doğrultusunda, kelâm ilminin ilgi alanı, var olan her şey veya bilinebilme imkânı bulunan her nesnedir.
Kelâm ilmini diğer müsbet bilimlerden ayıran temel nitelik ise, kelâm; mevcut ve ma’luma, “İslam kanunları/İslam inanç ilkeleri” açısından bakması, ele alması, incelemesi ve değerlendirmesidir. Bu nedenle her olgu ve nesne, kelâm ilminin ilgi alanına girmektedir. Ancak bunlar İslam inancı doğrultusunda ele alınmaktadır. Sözgelimi, astronominin kelâm ilmine yönelik boyutu, evreni kimin yarattığıdır. Dini ilimler içerisinde kelâm ilminin ilgi odağı, ibadet biçimleri değil, ibadetlerin amacıdır. Örneğin namazın nasıl kılınacağı fıkıh ilminin konusu iken, niçin namaz kılınacağı sorusu, kelâm ilminin ilgi alanıdır.
Kelâm ilminin bir başka belirgin özelliği de naslardan var olan dini konulara ve inanç esaslarına, aklı kullanma yöntemiyle yaklaşmasıdır.
Mezhep Nedir ve Nasıl Ortaya çıkmıştır: İtikadi Mezhepler
Mezhep, bir dine bağlı bir toplumun manevi yapısıdır; onda çevrenin, siyasetin, ırk ve eski inançların, sosyal olayların tesirleri vardır. Mezhep, bütün bu unsurların bütünleşmesiyle, taraftarlarının düşünce ve sosyal yapısına nüfuz etmesiyle bir değer kazanabilir; zira bir mezhebin değeri, cemiyet vicdanında oluşturduğu akislerle ölçülür; bu sebeple de toplum hayatı ile ahenkli bir tarzda yaşar ve gelişir. İslamiyet’in, muhtelif coğrafi bölgelerde yayılış döneminde dini ibadet ve inanç esaslarının çok geçmeden yayıldığı her muhitin icaplarına göre, devreler geçirmesi de buradan gelmektedir. Bir din pek çok toplumun hayatına uyabilirse de, onun, her toplumda farklı tezahürü vardır. İşte dinin bir toplumdaki yansımasına “Mezhep” denir; çünkü mezhep, bir dinin inanç esasları, amel tarzları ve ahlaki yapısının bir toplumda temsil edilmesidir. Bu bakımdan bir mezhep, toplumun manevi yapısıdır, hayatının bir parçasıdır; gücünü toplumdan alır ve onunla kaim olur. Mezheplerin yapıları yaşadıkları cemiyetlerin sosyal yapılarıyla uyumlu olarak gelişir.
Bu giriş doğrultusunda Hz. Peygamber devrinde Müslümanların zihninde oluşan meseleler bizzat vahiy kaynağından alınan cevaplarla çözüme kavuşturuluyordu. Bu ise söz konusu sorun ile ilgili ya bizzat vahiy geliyordu veya problem Hz. Peygamber tarafından çözülüyordu.
Hz. Peygamberin vefatından sonra Müslümanlar, kendi aralarında meydana gelen sorunların çözümünde, öncelikle Kur’an’a başvurmakta idiler. Hz. Peygamberin vefatıyla birlikte onun defni meselesi yanında yerine geçecek ve mü’minlerin dünya ve ahiret işlerini düzenleyecek halifenin seçimi, Cemel ve Sıffin savaşları, Hz. Osman’ın şehit edilmesi gibi bir takım meseleler ortaya çıktı. Bu olayların tümü siyasi olmakla birlikte, Müslümanların itikadi ve dini anlayışlarının şekillenmesinde etkili bir faktör oldu. Bu etki de daha sonraları kendisini farklı itikadi mezheplerin ortaya çıkmasında gösterdi.
İslam toplumunun dini yapısı, Hz. Peygamber’den sonra, ilk iki halife devrinde; eski safiyetini korudu. Ancak üçüncü halife Hz. Osman’ın şehadetinden sonra ve özellikle Cemel (35/655) ve Sıffin savaşı (36/656) sonunda hem itikadi safiyet hem de siyasi ve ictimai birlik bozuldu. Bu andan itibaren teşekkül eden çeşitli zümreler kendilerine has fikirler ortaya attılar. Cemel ve Sıffin savaşlarında ölen ve öldürülenlerin durumları ile “tahkim” meselesi fikir ihtilaflarının en çok olduğu ve çeşitli görüşlerin ileri sürüldüğü konuların en önemlilerini teşkil etmektedir. Oluşan bu grupların kendileri gibi düşünmeyenleri veya farklı görüş sahiplerini küfür veya sapıklıkla suçlamaları, “itikadi ve siyasi birliğin yanısıra toplumsal birliği de bozmuştur. Nitekim Hâricîlik ve Şiîlik bu tutum ve anlayışlar çerçevesinde doğmuştur. İslam dinini iyi anlayamamak, eski inanç ve düşüncelerini İslami esaslarla birleştirmek yoluna gitmek eğilimi de bu fırkaların doğuşunda önemli rol oynamıştır.
Bu tarihsel veriler doğrultusunda İslam tarihinde belirgin olarak Hâricîlik, Şiîlik, Mu’tezile ve Ehl-i sünnet olmak üzere dört mezhep ortaya çıkmıştır. Özellikle Hz. Osman’ın öldürülmesi sonucu tezahür eden ve Hz. Ali’nin halifeliği ile belirginleşen bu gruplar, günümüze kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir.
İslam tarihinde dini ve siyasi gruplaşmalar oluşum aşamasında “ashabü’l-makalat” diye anılmıştır. Bunun sebebi, bazı âlimlerin toplumdaki meselelerle ilgili olarak “makale” (görüş, söz) adıyla risale yazmaları yahut bazı konular hakkında görüşlerini sözle ifade etmeleridir. Giderek belirginleşen bu görüşler belli bir süreç içinde gruplaşma boyutuna ulaşmış, ashabü’l-makalat artık, “bir kurucunun liderliğinde ortak düşünceler etrafında bir araya gelen gruplar” anlamına gelmeye başlamıştır.
İtikadi alanda mezheplerin oluşmasına yol açan temel konular tevhid, kader, iman-amel ilişkisi gibi meselelerdir. Bu esaslarla ilgili olarak Allah’ın sıfatları, zat-sıfat ilişkisi, müteşabih ayetlerin anlaşılması, rü’yetullah, Allah’ın iradesi, hidayet ve dalalet, amelin imandan bir cüz olup olmaması, büyük günah işleyenlerin durumu gibi hususlar incelenmiştir.
Bu doğrultuda mezheplerin oluşumunda rol oynayan temel etkenler şöyle sıralanmıştır:
-Nasların Özelliği: İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’te zaruriyyat-ı diniyye denilen ana ilkeler genel hatlarıyla anlaşılır olmakla birlikte, bunların ayrıntılarıyla ilgili hususlar naslarda açık biçimde yer almamıştır. Bizzat Kur’an’da ayetlerin, muhkem ve müteşabih kısımlarına ayrıldığı, müteşabihlerin ancak ilimde derinlik kazanmış kimselerce anlaşılabileceği ifade edilmiş (Âl-i İmrân 3/7). Hangi ayetlerin muhkem, hangilerinin müteşabih olduğu belirtilmemiştir. Müteşabih/yorumsal olarak kabul edilen ayetlerin anlaşılmasındaki farklılık, mezheplerin ortaya çıkış nedeni olarak kabul edilmiştir.
-Kader Problemi: Dünyada ve ahirette sorumluluk yükleyen fiillerle doğrudan alakalı olması bakımından kader meselesi erken dönemde gündeme gelmiştir. Nitekim Sahabiler devrinde meydana gelen siyasi ve sosyal olaylar kader konusuyla bağlantılı olarak incelenmeye başlanmış, Cemel ve Sıffin savaşlarının ardından birçok kimse bu savaşların kaderle ilgisi etrafında tartışmalara girmiştir. Sonraki yıllarda Emeviler’in halktan tepki gören icraatlarını meşrulaştırmak amacıyla kader inancını, cebir anlayışı doğrultusunda yorumlaması, meseleye siyasi bir boyut kazandırmış, böylece konu çeşitli yönleriyle incelenmeye ve tartışılmayan başlanmıştır. Bu tartışmalarda önderleri Ma’bed el-Cühenî (ö. 83/702 [?]) ve Gaylan ed-Dımaşkî (ö. 120/738 civarı) gibi şahısların öncülük ettiği Kaderiyye fırkasının teşekkülüne sebep olmuştur. Öte taraftan Ca’d b. Dirhem (ö. 124/742 [?]) ve Cehm b. Safvan’ın (ö. 128/745-46) başını çektiği cebre dayanan görüşler ortaya koyarak taraftar toplamış ve Cehmiyye fırkasının doğmasına yol açmıştır. Müslümanlar arasındaki iç ihtilaflar, siyası amiller, onların Yahudi ve Hıristiyan teolojisiyle karşılaşması gibi faktörlere bağlı olarak ortaya çıkan kader meselesi, bazı itikadi fırkaların doğuşuna ortam hazırlamış ve hemen bütün fırkaların görüş belirttiği önemli bir problem olma niteliğini daima korumuştur.
-Siyasi olaylar: Mezheplerin doğuşunda etkili olan en önemli faktörlerden birisi de İslam’ın ilk dönemindeki siyasi gelişmelerdir. Bunları, kesin hatlarıyla sosyal sebeplerden ayırabilmek pek mümkün değildir. Şöyle ki, Hz. Ebû Bekir, bir tür serbest seçim diyebileceğimiz usulle halife olmuş olmasına rağmen, Hz. Ömer’i hilâfet makamına kendisi atamıştır. Bu husus dönemindeki bazı kişiler tarafından eleştirilmiş ve tartışma konusu olmuştur. Böylece de günümüzdeki mezhepsel ayrışma düşüncelerinin ilk tohumları atılmıştır. Zira orada Hz. Ali’nin halife seçilmesini isteyen Hâşimiler, Hz. Ebû Bekir’in halifeliğini gerçekleştiren Muhacirler ve mevcut adaylardan hiçbirini benimsemeyip tarafsız kalanlar (mu’tezile) olmak üzere ashabın üç gruba ayrıldığı görülmektedir.
Öte yandan Hz. Osman döneminin ikinci yarısından itibaren çeşitli sebeplerle ortaya çıkan siyasi kargaşa genişleyerek halifenin şehit edilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu olaylar, siyasi gaye ve anlayışlara dayalı birtakım grupların doğmasına yol açmıştır. Bu gruplar, siyasi düşüncelerini temellendirmek yahut siyasi amaçlarının arkasındaki hedeflerini örtmek için dini kaynaklara dayanmaktan geri kalmamıştır. Nitekim Hz. Ali’nin saflarında yer alırken Sıffin Savaşı’ndaki tahkim uygulamasına rıza göstermeyip Harura’ya çekilen grup, İslam tarihinde ilk fırka niteliği taşıyan Hâricîler’in doğmasına yol açmıştır. Aynı şekilde hilafet tartışmalarında Hz. Ali yanlısı olanlar, zaman içinde gelişen siyası hadiselere bağlı olarak zümrelere ayrılmış, hilafetin Ali ve çocuklarının hakkı olduğu görüşü etrafında birleşmekle birlikte ayrıntıda birbirinden ayrılan birçok tali fırka meydana gelmiştir. Siyası sebepler Hâricîlik ve Şiîlik gibi iki ana fırkanın teşekkülüne yol açtığı gibi, öteki gruplaşma faaliyetlerinde de önemli rol oynamıştır.
– Sosyo-kültürel Sebepler: Hz. Peygamber döneminden itibaren yayılmaya başlayan İslam dini Yahudi, Hıristiyan ve Mecusiler tarafından da benimsenmiştir. İhtida/Müslüman olma hareketlerine, fetih faaliyetlerine ve siyası hâkimiyete bağlı olarak İslamiyet Suriye, Filistin, Irak, Mısır ve Kuzey Afrika, Endülüs, İran, Horasan, Türkistan, Kafkaslar ve Hindistan’a kadar geniş bir sahaya ulaşmış, bu süreç içinde birçok farklı din mensubu İslamiyet’i benimsemiştir. Eski inançlarını bırakıp İslam’a giren insanların bir kısmı yeni dinin temel esaslarını kısa zamanda kabul ederken bir kısmı bunu uzun bir zamanda özümseyebilmiş, bazıları da gerçekten inanmadığı halde inanmış gibi görünerek intikam almak için çeşitli hesaplar içine girmiştir. İslam’ı benimseyenler de yeni inanç ve düşüncelerini eski inanç ve geleneklerinin etkisinde kalarak oluşturmaya çalışmış, sonuçta bu sebepler de bazı fırkaların oluşmasına yol açmıştır.
İtikadi mezheplerin oluşmasında bunların dışında gerekçeler de bulunabilir. Ancak her ne kadar dinin temel kaynakları mevcut olmuş olsa da insanların kaynakları algılayış biçimi farklılıkların oluşmasında temel bir etken olmuştur. Bu tür ayrışmalar her dinde hatta her görüşte mevcuttur.
Zira bu düşünen insanın, doğal bir tezahürüdür.
Okudunuz için teşekkür eder arkadaşlarınızla paylaşmayı ihmal etmeyiniz.