Yazan: Nevzat ÖZTÜRK, İlahiyatçı, Eğitimci Yazar
“Allah sizin şeklinize (yani kılığınıza – kıyafetinize) ve mal ve mülkünüze (yani zenginliğinize) bakmaz, imanınıza ve eylemlerinize (amellerinize, davranışlarınıza) bakar” Bu hadisten bir kişinin dil, din, kültür, davranış, ideal ve değer yargıları… bakımlarından bir topluma benzemesi halinde değişik kimlik kazanacağı kastedilmektedir. Bu mantıkla hareket edildiği zaman bir kişinin, bir toplumun kimliğini, birliğini sağlayan ve oluşturan milli kültürdür.
Bir toplumun kültürünü oluşturan ana öğelerin başında dil gelir ve onu din izler. Din toplumda davranış birliğini sağlayan, toplumların varlıklarını ve kimliklerini yaşatan bir faktördür.
Atalarımızın en eski dinî inancı dinler tarihçilerine göre “Gök Tanrı merkezli, onun etrafında şekillenmiş, tamamen kendine özgü bir Monoteizmdir ” Bu husus Kuran-ı Kerîm’de geçen ve Hz. Peygamber’den önceki bir inancın adı olan Hanif Dini ile eş anlamlı gibi görünmektedir. En eski yazılı belgelerden biri olan Göktürk Abidelerindeki Tanrı kavramına göre atalarımız öncesiz, sonrasız, güçlü, yaratıcı, hiçbir şeye benzemeyen, madde ve şekil olmaktan uzak, koruyucu, bağışlayıcı… bir Tanrı’ya inanmışlar, herhangi bir put’a ve resme tapmamışlardır.
Daha sonra atalarımız X. Yüzyıldan başlamak üzere İslâm dinini benimsemişler.
T.S. Eliot’in “Dinde meydana gelen değişiklik mutlaka kültürde de kendini gösterir” cümlesindeki köklü değişim ve Türk kimliğini kaybetme gibi bir dejenerasyona atalarımız uğramamışlardır. Misyonersiz din olan İslâm Dini’nde kendi kültür yapılarıyla paralellikler, benzerlikler, örtüşen değer yargıları bularak varlıklarını ve kimliklerini kaybetmemişlerdir.
Bu dini, Alpler, Alp-erenler, Türkçe konuşan ve dinin cazibesini anlatan dervişler, şairler atalarımıza sevdirmişler. Böylece atalarımız İslâm Dini’ni Türk kültürü içinde yoğurdular, onu kendileri için millî din haline getirdiler.
Bu dini atalarımıza sevdirenlerden biri İmam-ı Maturidi’dir.
Asıl adı Ebu Mansur Muhammed b. Mahmud el-Mâtüridî es- Semerkandî olan bu Türk bilgininin Mâtüridli (Mâtüridî) veya Semerkandlı (Semerkandî) adlarıyla tanındığı bilinmektedir. Bu adlarla anılmasının sebebi doğum yerindendir.
Zira Muhammed el-Mâtiridî Maveraünnehir bölgesinde bulunan Semerkand’ın Matürid kasabasında doğmuştur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte H/238-M/862 yılı civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu sebeple doğum tarihi konusunda tabakat kitaplarında açık bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Mâtüridî’nin ölüm tarihi olarak gösterilen H/333-M/944 tarihinde ittifak vardır. Mâtüridî’nin Semerkand’ın Câkerdîze mahallesinde bilginlerin defnedildiği mezarlığa gömüldüğü bilinmektedir.
Mâtüridîlik, Türk kültür muhitinde ortaya çıkan ve tarih boyunca – günümüze kadar-özellikle Türk toplumları arasında yaygın duruma gelen, Türk kültüründe bir dinî (kelâmî) ekoldür. Mâtüridî’nin toplumumuz tarafından bilinmesi ve öğrenilmesi Türk kültür tarihi bakımından son derece önemlidir. Zira Mâtüridî sadece Türk kültür muhitinin yetiştirdiği büyük bir bilgini olarak kalmamış, X. yüzyıldan başlayarak günümüze kadar Türk toplumlarının inanç sistemine damgasını vuran bir kimse olmuştur. Gerçekten de Türkler İslâmiyet’e girdikten sonra ibadet ve sosyal ilişkilerini İmam-ı A’zam Ebu Hanife (öl. 767)’ye göre düzenlemişler, inanç ilkelerinde (akaid’de) de Mâtüridî’nin sistemini benimsemişlerdir. Türkler daha çok hoşgörülü, hayata ve bilime yönelik, insan sevgisine ve yardımlaşmaya dayalı yaşayışlarını bu iki büyük bilim adamına borçludurlar. İslâm’dan sonraki Türk toplumlarının estetik anlayışlarının değer yargılarının ve toplumsal ilişkilerinin oluşmasında, şekillenmesinde dinî inanışlarının rolü vardır. Bu sebeple Türk-İslâm kültürünün kökenlerini iyi anlamak, günümüzde halkı Müslüman olan ülkelerin neden en gelişmişi olduğunu tespit etmek için kültürün önemli bir elemanı olan toplumun din anlayışını iyi bilmek gerekir.
Mâtüridî’nin dine yaklaşımının akılcı ve ilimci olmasının yanında hoşgörülü ve taassuptan uzak bir anlayış içinde bulunması da ona saygınlık kazandırmıştır. O, kendi çağında, insanları kendi görüşlerine inanmaya zorlayan, kendi görüşlerine inanmayanları cezalandırmakla kendilerini görevli sayan farklı grupları onaylamaz. Mâtüridî, ana inanç ilkelerini ilgilendirmeyen inanç ve eylem farklılıklarını hoşgörü ile karşılar, kıbleye yönelen herkese mümin gözüyle bakar. Açık bir şekilde inanç esaslarıyla ilgili bir hükmü yalanlaması/inkârı olmadığı sürece insanların ibadetlerine ve işlerine karışılmaması kanaatindedir. Bu düşüncesini, “amelin (eylemin) imana dâhil olmaması” formülüyle açıklar.(Amel imandan bir cüz/parça değildir) Daha açık ifadeyle; Mâtüridî kıble ehlinin farklı eylem ile düşünceye sahip olmalarını hoşgörü ile karşılar ve kendi prensiplerine uymaya ve inanmaya kimseyi zorlamaz. Mâtüridî’nin diğer önemli bir yönü ise dinde akıl ile nakli (Kur’an ve Sünneti) ahenkli bir şekilde kullanmaya verdiği önemdir.
Mâtüridî’ye göre akıl bilgi kaynaklarındandır.
Bilginin diğer kaynağı duyu organlarının verdiği bilgilerin doğruluğunu akıl ayırt eder. Akıl, hakkı ve bâtılı ayırmak için tarafsız bir hakem gibidir. Akılla sihirbazların sihirleri ve hileleriyle gerçek peygamberlerin mucizelerini ayırt edebiliriz. Ayrıca insanlar Kur’an-ı Kerîm’de akıllarını kullanmaya teşvik edilir.
Aklın kullanılmasında Mutezile mezhebi ile hadis ehli (Selefiye) arasında yer alan Mâtüridî, çoğunlukla Eş’arî mezhebi ile Mutezile mezhebi arasında bir çizgi üzerinde olduğu kabul edilir.
Yani Mâtüridî Selefiye’den ve Eş’ariye’den daha fazla akılcıdır. Başka ifadeyle, akla güvenme ve aklı dinde kullanma yönünden Mâtüridî Mutezile’ye Eş’arî’den daha çok yakındır. Ancak Mutezile’den de birçok yönlerden de ayrılmaktadır. Mâtüridîye ile akılla nakil arasında bir denge kurulmuş, akıl ve nakil, biri diğerine tercih edilerek ihmale uğramamıştır. Matüridî’nin din anlayışında kişisel hürriyete, kişiliğe önem verildiği görülür. Hürriyetçi ve hoşgörülüdür, dışlayıcılıktan uzaktır.
Meselâ amel (eylem) imandan bir parça değildir. İman ve amel (inanılanları uygulama) ayrı şeylerdir. Mâtüridî’ye göre ibadetlerini ihmal etmek, zina etmek, içki içmek, hırsızlık yapmak… ve benzeri günahları işlemek mümini imandan çıkarmaz. Bunlar münkir değil, günahkâr olurlar. Büyük günah işleyen kimse günah işlediği anda Allah’ı yalanlamaz (inkâr etmez), O’na inanır ve O’nun rahmetini umar durumdadır. Taklide dayalı iman bâtıldır, dinî ilkelerin akılla ve delillerle bilinmesi gerekir. Bir Müslüman işlediği büyük günahı sebebiyle imandan çıkmaz ve küfre de girmez. O, bu dünyada hakiki mümindir. Yalnız işlediği günahı dolayısıyla fasık, yani ahlaksız mümindir. İşlediği günah dolayısıyla Allah’ın cezalandırma tehdidinin muhatabıdır. Böyle birinin Ahiretteki durumu Allah’ın dilemesine kalmıştır; Allah isterse onun günahını bağışlar, isterse cezalandırır. İnsan, ne günahından dolayı ümitsizliğe kapılıp korku içerisinde, ne de affedileceği ümidiyle ümit içerisinde yaşamalıdır. İnsan korku ve ümit arasında bir tavır takınmalıdır.
Allah kullarına kendi fiillerini (eylemlerini) yapma ve kazanma (iktisab) hürriyetine sahip kılmıştır. Mâtüridî Kitab üt-Tevhîd adlı kitabında “Bizzat her kişi bilir ki yaptığı işte hür olduğu gibi fail (yapan) ve kâsip (kesbeden, kazanan) dır” cümlesini kullanır[7] . Prof. Dr. Mustafa Sait Yazıcıoğlu bu konuyla ilgili araştırmasında Mâtüridî’nin bu cümlesini naklettikten sonra şu açıklamayı yapar: “Bu ifadeden insanın yaptığı bir işi hür olarak, kendi irade ve inisiyatifini kullanarak yaptığı anlaşılmaktadır. Fiilin Allah tarafından yaratılmış olması, insana bir mecburiyet yüklemez. ‘Fiilinde hür olduğuna göre, Allah’ın yarattığı o fiili ister yapar, ister yapmaz. Hür iradesini yapma yönünde kullanınca o fiili kesbetmiş olur”. Mâtüridî’ye göre insan, kendi eylemlerinin kazananı (müktesebi)dır. Ancak bazı âyetlerde belirtildiği gibi (Bak. Saffat/96) insanoğlu her ne kadar kendi eylemlerini iktisab ediyorsa da, gerçekte bunları yaratan Yüce Tanrı’dır. Mâtüridî Allah’ın fiiline halk (yaratma), kulun fiiline kesb (kazanım) adını vermek suretiyle tek bir olay olan eylem (fıil)’in farklı açılardan isimlendirilmesini yapmaktadır.
Ona göre fiil (eylem) Allah ile kul arasında paylaşılmaktadır. Fiil Allah’a izafe edildiğinde yaratma, insana izafe edildiği zaman kesb (kazanım) adını almaktadır. Böylece Mâtüridî kuldan (insandan) iradeyi tamamen kaldırıp, onu robot haline getirmiyor. İnsan, bir işi yapmayı isteyince, Tanrı onda bu eylemi, işi işleme, yapma gücü (istidatı) yaratır . “Dilediğinizi isteyiniz” (Fussilet/40), “yaptıklarınıza karşılık olarak” (Secde/17) “ iyilik yapın” (Hac/77) gibi âyetler insanın eyleminin serbest ve hür olarak işlenmesi gerektiğine dair delillerdir. Başka ifadeyle bu âyetlerden Mâtüridî, insanın hür eylem sahibi olduğunu anlamaktadır. Hür eylem sahibi olmakla insan, iyi iş sonucunda mükâfat, kötü iş sonucunda ceza alacaklardır.
Bu ceza ve mükâfatları onların o eylemdeki irade ve kasıtları oranındadır. Zira “Tanrı’nın tek başına meydana getirmesi mümkün olan şey halk (yâni yaratma)’dır, insanın kendi isteği ve iradesiyle isteyerek oluşan olay (fiil) kesb’dir. İnsanoğlu bu kesbinde (kazanımından) hür ve sorumludur.”
Bu konuya devam edeceğiz.
Allah’a emanet olunuz.