Tarih: 17 Ağustos 2018
Yazan: Şakir Arslantaş
Konu: Vatan toprağımızda her taşın altında biz varız.
Okunası bir kitap kaç yılda yazılır? Bilemiyorum! 7 cilt olarak düşünülen, 3 cilt halinde Bulgarca çıkan “Balkan İnsanı” 3 bin sayfadan taşmış. Okumaya başlayınca Orta Çağlarda kaybolma endişesine kapılan çekingenler korkmasınlar. XIV. ve XVII. yüzyılların arasına yayılmış huzurun 300 yılık hikâyesi…
Şehir öykülerinden doğmuş bir eser. Elinler devrinde uygarlıkla barbarlığı birbirinden ayıran sınır nehir Meriç’in (Maritsa) iki yakasına serilmiş, 7 tepeli mihveri çok kültürlü uygarlıklar taşımış. Balkan İnsanı tiplemesini yaratan bu külliyede Yeni Çağın 2 000 yıllık tarihini anlatılan efsane, masal, atasözleri ve öyküler bulacaksınız.
Yazar Yordan Belçev, bir Bulgar. Filibe’nin ünlü Nöbet Tepe Osmanlı evlerinden birinin penceresinden bakarak 7 bin tanığın yaşantısını eserine örmüş, her söz kolayca anlaşılsın diye her sayfaya kalın bir alt çizgi çekmiş, binlerce belgesel ayrıntıyı alt dolgu yapmış.
Mesela Filibe kalesi kapıları 1 363’te Lala Şahin Paşa akıncılarına kendiliğinden açılınca hoşgörülü bir yaşam başlamış.
Şehrin fethinden sonra geçen 655 yıl, 30-35 kuşağın çok kültürlü bir yaşam içinde kaynamasından günümüz “Balkan İnsanı” oluşup biçimlenmiş. Yapıtın her sayfasında ya “atalarımız neymiş” geçiyor okurun aklından. Belçev, “Türkler kesti biçti katletti” demiyor.
300 yıl Bulgaristan topraklarında ve Balkanlarda savaş olmadığını, soykırım yaşanmadığını ve insanların toplu katledilmediğini, göçe zorlanmadığını, din, dil, isim, soyadı değiştirilmediğini, din yasaklanmadığını hukuk düzeninin, adaletin egemen olduğunu anlatıyor.
Bulgarların kaçı okur bu eseri bilemem.
Okusalar iyi olur. Okurlar arasında tartışma görüşmeleri, yazarla görüşmeler, konferanslar düzenlense çok iyi olur. Özellikle de yazarın tarih öğretmenleri, tarih fakültelerinden öğrencilerle konferanslar düzenlemesi de olağanüstü önemli. Bu eseri soydaş Türk aydınları olan bizlerin de mutlaka okumamız lazım. Bu feneri elimizde yolumuza ışık verecektir. Yeni değerlendirmede Osmanlı ve Türk konusundaki okul ders kitaplarındaki bilgilere de farklı bir açıdan ışık tutuluyor. Bu tarihi sırtlayıp belleğimize çizmeden, yuttuğumuz lokmadaki tuzun değerini bilemeyiz. Bu açıdan, en büyük gurur kaynağımız tarihimizdir.
Eserin yazarı Filibe’nin (Plovdiv) yerlisi. Çocukluğu Meriç (Maritsa) sularında alabalık avlarken, gençliği Nöbet Tepe’ye sabah koşusuyla çıkıp Güneşin konduğu şehre kuş bakışı atarken geçmiş. Daha sonraki yıllarının üçte biri şehir kütüphanesinde, üçte birini hala solumaya devam eden Osmanlı Filibe’sine bakan pencerenin ardındaki yazı masasında, diğer kısmı da tarih çukurunda geçirmiş. Filibe’nin tarih çukuru çok tabakalı ve çok derin. Roma, Bizans ve Osmanlı Çağları üst üste yatmış, şehrin görülecek yerlerinin başında da antik tiyatro, kilise ve camiler, hamamlar, konaklar, Mevlevi köşkü, kaldırım sokaklı mahalleler geliyor.
70’ini tekerlerken 4 kitabı birden vitrine koyan yazar Y. Velçev Bulgar ve Avrupa kamuoyuna “Balkan insanı olan biz, buyuz!” dedi.
“Balkan İnsanı” (Balkanskiyat Çovek) değerleri 3 cilde sığmayınca, yazar yetiştiği şehre bir de “Batı İle Doğu Arasındaki Şehir” açısından baktı. Masa üstündeki bilgisayar anlatsa dünya yüzü görmeyi bekleyen daha neler neler olduğunu öğreniriz. Ne var ki, susuyor.
Basan – “Janet – 45” yayın ofisi, 14 yıl önce ÜNESKO korumasına giren – Amasya sokaklarını andıran – cumbalı evlere çivi kakmak yasak olan – Bulgarların hala adını değiştirmediği – Nöbet Tepe’nin Filippoli antik kesiminde yazar Velçev’in nefes ettiği havayı soluyor. Burası bir Osmanlı Mahallesi!
Belçev’in “Balkan İnsanı” çağına, Bulgar Bayan yazar Vera Mutafçieva’nın, “Cem Sultan” eseriyle Bulgar okur artık girmişti. Ne var ki Osmanlı devrinin sosyal ve ekonomik hayatı üzerinde bir ömür kalem oynatıp birçok konuya ilk değinen Bayan Mutafçieva, Balkan İnsanı’nı bu bütünsellik içinde şekillendirememişti.
Eserde ortaya kovulduğuna göre Balkan İnsanı’nın oluşması ve onun içinde Bulgar Kimliği, Türk kimliği ve başka kimliklerin şekillenmesi bir tarihsel süreç olarak veriliyor.
Bulgaristan’da daha önce böyle bir eser yazılmamıştı derken, daha ilk bölümlerin, Yugoslav yazar İvo Andriç’in “Drina Köprüsü” romanını hatırlattığını eklemek istiyorum.
Bu iki eserde ortak hava var.
Filibe’yi ve insanlarını şehrin günlük yaşamında anlatan bir roman. Ciltlerde açlık ve bolluk, salgınlar, kavga ve dostluklar, iyi komşuluk ve hoşgörün sokakta pazarda yan yana yaşıyor. Balkanlar’ın tarihini, eski Filibe’yi, insanlarının paylaştığı hayatı ve bu hayatın ümmet ve milliyetçilikler çağında nasıl değiştiğini, değişimin gelişme olduğunu ve yenilenmeden doğan insan ve kimlik tiplerini önce “Drina Köprüsünde” de görmüştük gibi. Belgeselliğin sanatsal anlatımında benzerlik gizlenmiştir.
Barajların suyunun çekilmesini andıran Osmanlı’nın ayrı ayrı Balkan ülkelerinden geçilmesi aynı kural ve süreçlerle gerçekleşmiştir.
655 yıllık bir beraberlik içinde “Balkan İnsanı” arasındaki bağdaşmaz çelişkiler olduğuna Belçev kadar biz de inandık ve inanıyoruz. Bunlar kişisel zıtlar değildi, değildir. Osmanlılar Balkanlara dikey bir dünya görüşü, kültür, din ve uygarlık anlayışıyla gelmiş ve yerli halkın yatay kültür ve uygarlık anlayışıyla yüzleşmiştir. Osmanlının dinde ve kişisel ve toplumsal kimlikteki hoşgörülü yaklaşımın analiz edildiği 3 asırlık sürede azınlıkların benlik, dil, din ve kültürleri, adet ve gelenekleri gelişme ve serpilip açma olanakları bulabilmiştir. Bu Osmanlının Rumeli kültür ve bilim ocağı Filibe’de de böyle olmuştur.
Bizim dikey hareketimiz Allah’la başlar ve iman eden kulun sadaka tından güç alır. Bulgar Hıristiyan toplumunun dil, din, namus, ahlak, kültür anlayışı ve yaşam tarzından çok uzaktır.
Osmanlı yönetimi altında farklı toplulukların bir arada yaşayışın özgün çizgileri efsanelerle, masallarla zenginleştirerek dile getirirken, ne müthiş bir uyum tablosu ne de mutlak bir zulüm hikâyesi ortaya çıkıyor. Kimliklerin, dinlerin, devletlerin ve öteki değerlerin ötesinde, içinde insan olan karmaşık ve zengin bir hayat anlatısı derin izler bırakıyor.
Andriç, Nobel Ödüllü alan eserini yazmazdan önce Osmanlı yıllarından Filibe renklerini görmek için “Muradiye insanlar arasında “Cuma Cami”yi ziyaret etmiş, Bosna’da olduğu gibi Filibe’de de Osmanlıların isim değiştirme, din değiştirme veya toplu insan katletme gibi efsanelere rastlamayınca eserinin yerel sadeliğini korumuştur.
Osmanlı mahallesini soluya soluya yetişen bir Filibeli tarihçi yazarın, sayıları binlerden fazla olan Bulgar tarih yazarları sürüsünden ayrılışı belgesel kanıtların etkisiyle olmuştur. Bu, kucaklanması gereken doğal bir tarihi yeni baştan yeni kıstaslarla algılama akımı destek bulmalıdır. Bu eser çölde açmış bir gül değildir. Daha önce yine Bulgaristan’da çıkan, gazeteci yazar İvo İncev’in “San Stefano Yalanı” eserini tanıttık. Prof. Dr. Stoyan Dinkov’un „Osmanlı-Roma İmparatorluğu ve Bulgarlar ve Türkler”, “Narkoz” gibi eserine yer verdik. Bu araştırmada Balkanların ilk kez Osmanlı’da birleştiğine yer verildi. Balkan araştırmaları Balkanlı Kimliğinin oluşmasında olağanüstü büyük rol oynuyor.
Yordan Belçev Filibe’nin XIV. ve XVII. yüzyılları arasını “Balkan İnsanı” belgesel edebi anlatımın birinci cildine – 800 sayfaya -sığdırmış. Batı ile Doğu içine sıkışmış bu şehirde Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları boyunca yetişen bir Balkan Siması serüveni izleniyor. Bu şehirde Pınarcık, Cendem, Saat, Cambaz ve Nöbet Tepelerin arasında Trimonsiyum düzlüğünde doğan, yaşayan ve ölen yüzlerce Balkan insanının adı, kısa ve uzun öyküsü, onları anlatan yüzlerce kitabın sararmış adı, bu şehrin çok kültürlü yaşamı ve bin yılların içinde değişen uygarlık modelleri. Bunların hepsini birden canlandırmak çok büyük bir edinim! Yarınımız olsun diye, geçmişle ve günümüzle sürekli yürütülen söyleşi…
Eserin içinde geçmişten bugüne sesler, çığlıklar var.
Bu haykırışların belki de en önemlisi: Günümüz Bulgarlarının neden böyle insanlar olduğuna ilişkindir. Değişen nedir? Bugünkü Bulgarlarla beraber ileri gidebilir mi? Ortak yol hangisidir. 800. sayfa kapanınca okur önünde derin bir uçurum beliriyor. XVII. yüzyılın sonundan sıçrayıp XX. Yüzyılı yaşayanların çıldırmaması işten değil…
Filibe tepelerinden bakılan 300 yıl, Osmanlının Avrupa ve Balkanların güvenliğini ve huzurunu sağladığı asırlardı.
Şehrin 53 camisinden her gün 5 kez ezan sesi işitilmiş, 40 hamam ve çarşı herkese her zaman açık, ara sokaklardan gelen bakırcı ve kalaycı sesleri, Arnavut kaldırımlarındaki neşe, araba tıkırtısı, kolaç ve irmik helvası kokuları buruna kulağa geliyor. Filibe çok kültürlülükle doğmuş, kültürel zenginliği yaşamış bir şehir. 1453’te İstanbul’un fethinden sonra Filibe ve Saray Bosna İslam medeniyetinin çok önemli Balkan kaleleri olmuş.
Bulgaristan’da 2 353 cami ve mescit kurulmuş, medeniyetler arası köprüler atılmış, Osmanlı hayatın her dalında Avrupa’da ilk ve son söz sahibi olmuştur. Eserin içindeki öykülerde, 700 yıl İspanya’da kaldıktan sonra Arap Müslümanların Endülüs’ten barbarca kovulduklarını işiten II. Beyazit’in özel bir elçi göndererek hepsini imparatorluk topraklarına davet edişi, gelen Yahudilerin bir kısmının Filibe’ye yerleştirilmesi ayrıntılı öykülenmiştir.
Filibe, Orta Çağlarda zengin çok kültürlü bir Balkan şehri ve insanları da bu çok kültürlü medeniyetin zenginliği ile yetişmiş kişiler, aileler olarak anlatılmıştır.
Filibe’deki Roma Tiyatrosu, şehirden 30 km Kuzey istikamette bulunan Roma kaplıcalar şehri Hisar, Osmanlı devrinde yaratılan gül, kiraz ve ceviz bahçeleri, kurulan yüzlerce çeşme, köprü, konaklar hikâyeleriyle işlenmiştir.
Bulgarları daha iyi anlamak isteyen, Bulgarca okur yazan arkadaşların Belçev’in “Balkan İnsanı” eserini okumasını tavsiye ederim. Biz onların arasında yücelmiş, alçalmış, çalışmış, yaşamış, kimlik kazanmış insanlarız. Vatan dışında olsak da gönlümüz oradadır. Günümüzde AB kırmızı pasaportuyla övünenlerin, Osmanlıda üç kıtayı pasaportsuz gezip tozduğunu unutmasınlar. Osmanlıda, biri Osmanlıca öteki de Farsça olmak üzere iki ana dil vardı. Deniz filosunda konuşulan dil İtalyancaydı. Uzay tekniği Bulgarlar tarafından geliştirilmiş olsaydı, uzay adamları problemsiz Bulgar dilinde konuşabilirdi. Bulgarca ve Türkçe ümmette halk ağızı olarak kullanılıyordu. Bugün dünya dilleri arasında gururlu yer alan anadilimiz Türkçe o zaman köylerde, kır işlerinde, hayvancılıkta, esnaflıkta, çarşıda pazarda konuşuluyordu. Bu gerçek Türkçe diye bir dil yoktur diyenlerin dayanağı oldu, küstahlarca kulaktan kulağa dolaştı. Yalnız Bulgarlar değil, Bulgaristan Türkleri oba dilimizden edebiyat ve sanat dili yaratana kadar durmadan çalışmış. Tütüncülük dilimiz Türkçemizdi, XX. Yüzyılda o da yasaklandı. Bu eseri Bulgaristan Türkleri yazgısı açısından okurken asırlar içinde körelip keskinleşen çilelerimizi görebilme imkânı bulacaksınız.
Belçev’i okumakta yarar var kanısındayım.
Eserin içindeki Türk atasözü, efsane, masal ve öyküleri birer birer ayıklayıp çıkarmada yarar var. Onlar bizin tarih katları arasına sıkışmış değerlerimizdir. İyi okumalar.
Özellikle tarih öğretmenlerimizin, dernek başkanlarımızın, Edebiyat ve Tarih okuyan gençlerimizin okuyacağına inanmak istiyorum. Bulgaristan’da HELİKON kitapçılarından alabilirsiniz.
Bununla birlikte İstanbul, Bursa, İzmit ve İzmir derneklerinin gerişim gösterip yukarıda ismi geçen araştırmacı yazarları konferans ve sempozyumlara davet edip değişen dünyayı onların ağızından öğrenmek çok yararlı olabilir görüşündeyim.
Sizi kutluyorum. İlk kırlangıçlar uçuşmaya başladı.
Lütfen paylaşınız.