Filiz SOYTÜRK
İnsan dünkü yağmurdan bugün ya da yağmamış yağmurdan yarın ıslanması mümkün değildir.
Şu da çok önemlidir. Bulgaristan’da Türk halk kültürünün ve edebiyatımızın kendini besleyemez duruma geleceği gün yaklaşıyor gibi görünüyor. O an geldiğinde anadilimizin ayakta durma gücü kalmayacak, sönecek ve geleceğimizi kendi ışığımızla görebilmemiz olanaksızlaşacak.
Karanlık basacak. Düşmana uymaktan, ihanet deresini akıtmaktan artık vazgeçmeliyiz. İçimizden geldiği gibi davranmak, yazmak, söylemek, yaratmak gerektiğinde Türkçe küfür etmek ve Türk ruhumuzu yaşatmak zorundayız.
Şu iyi bilinmeli! Bizim kavgamız Hak ve Örgütlük Hareketinin yerel veya merkez yöneticileriyle veya milletvekilleriyle, Kasım Dal ve Korman İsmailov gibi particilik oynayanlarla ya da politik sahnede fol yumurta gibi tekerlenen Nedim Gençev’le değildir.
Anadilimizi bilmeyenlerin Türklük mumu çoktan söndü. Yıl 2015!
Bu üç partinin üçü de şimdiki ve yarınki seçimlerde bir olsa Bulgaristanlı Türk ve Müslümanların evrensel değil, en doğal haklarına bir zırnık ilave edemez.
4 Ocak 1990’da Varna’da HÖH partisi kurulurken bizim bahçeleri çiğ kavurdu. Bizi yakan sabah zehrinin adı Ahmet Doğan’dır. Güz mevsimini beklerken yaz boyu sepet ördük. Maalesef nafile!
Bu üç partinin ve Bulgaristan Türk aydınlarının ve demokratik kamuoyunun karşısında Bulgaristan etnik azınlıklarının dilini, dinini ve özgün kültürünü ne pahasına olursa olsun yok etme konusunda sımsıkı kenetlenmiş siyasi partiler ordusu, yasama, yürütme ve yönetme ve binlerce bilinçli ve bilinçsiz, ama hepsi vicdansız hain sürüsü var.
1921’de 1923 Türk Okulu olan memleketimde kardeşlerim istemeye istemeye de olsa “Merhaba’yı” unuturken, “Maraba!” kendi gelen oluyor yani biz köleliği kabul etmeye kendimiz geldik işaretleri veriyoruz.
Maraba, anadilimizde toprak kölesi demektir. Dilin çamaşır makinesi ve kuru temizlikçisi edebiyat, yazmak ve okumaktır…
Türk’üz ama bugün bir tek okulumuz yok. Ne kadar geriletildiğimizi, ne büyük darbelere göğüs gerip dayandığımızı düşünebiliyor musunuz? Biz artık yaralı değiliz, çünkü yara acılarını hissetmez duruma gelmişiz.
Kırılan her kalem kalbimizi kanattı. Onlar nice nice idi.
Bizi bir asırdan fazla bir zamandır Türk olarak, dil, din, özgün kültür olarak silip süpürmek isteyen Bulgar devletinin ta kendisidir. Son 136 yılda 63 başbakan değişti. Bulgaristan Türklerine ve Müslümanlarına karşı politika hiç mi hiç değişmedi. Anayasalar değişti, Türklerin insan hakları yazacak ne sayfa, ne madde ne de fıkra bulunabildi. Fıçının çemberleri devamlı sıkılıyor ki, Türk halkının Türk balından tadamasın. Edebiyatımız, anadilimiz, halk yaratıcılığımız bizim balımızdır. Şiirlerimiz, düz yazımız, şarkı ve Türkülerimiz, efsane, masal, öykü ve romanlarımız, fıkra ve taşlamalarımız ruhumuzun balıdır. Manevi hayatımızın tek gıdası, kıvamlı şerbeti, tatlısı ve acısıdır.
Gıdalaşamayan ruh ölür. Ruhu ölen halklar yaşayamaz.
“You Tube” bakıyorum, 600 Türkü ve şarkısı olan Bulgaristan Türklerinden bir eser takılmamış. Çalınmayan Türküler ölür. Yazılmış ama okunmayan, ezberlenmeyen, şarkılaşmayan şiirler de dayanamaz, can verir. Şairlerimiz nerede olurlarsa olsunlar sabah çiğiyle topladıkları balı Facebook’ta paylaşmalıdır. Bekliyoruz. Her satır, her dörtlük bir cankurtaran olabilir. Konu yok, sabahları balkondan gerinmemiz, kahve gırgırı uzun sürüyor demeyin. Ahmet Kayayı dünyaya tanıtan hapishane çileleri değil, balkondan denize bakarken bestelediği şu ”kum gibi” satırlarıdır.
Dünya öyle büyük, öyle zengin, yaşam öyle renkli ki, şiir yazmak için konu bulmakta hiç dert sorun olmaz.Büyük Nazım’ın ilk şiiri “Yangındır”. Dün gece İstanbul’u sel aldı. Hiçbir şairden çıt çıkmadı.
“Aman kurtulduk şu kocaman şehrin
Kirinden pasından,
Ne olduğu belli olmayan, kokusundan!”
Diyen olmadı.
Evet sabah kahveleri hep köpük kokar ve kokacaktır.
Ne yazık ki suskunluğun kokusu yok ve belki de hiç olmayacak.
Ölülerin konuşmadığı gibi, bizim olan o güzel hayat da bir gün gelip konuşmayacak.
Aman gelsin de şu anadilimde birisi bana küfür etsin, kavga edelim, birinin yakasına yapışayım da imanını gevreteyim diye bekleyeceksiniz.
Büyük Goethe’nin nasıl şair olduğunu biliyor musunuz: Lise öğrencisiyken mahalle Papazı’na mezar başı methiyelerini yazıyormuş. Yaza yaza yazar olmuş! Yeteneğinin patlaması için 1755’te Lizbon depremi ruhunu sarsıp gözünü açmış ve o da her gün yazmaya başlamış. Bütün yazdıklarının arasında en değerli olan nedir bilir misiniz? Hazreti Muhammed’e inen vahilere Almanca ve Fransızca çeviride “DEVRİM” demiş. O zamana kadar gerçeği karanlık içinde arayan eski kıta, ışık dünyasının Doğu olduğunu, Doğuda yaşayanları görebilmiş.
Hakikat denen bir şey var. Biz bir sorun yaşıyoruz. Nefesimizi kesmek isteyenler bizi durdurdu. Her sorunun çözümü onun kendi içindedir. Her şair ve yazarın kendi yazgısı olduğu gibi, kitapların da yazgısı vardır. Ancak yazılmayan eserlerin, çıkmayan yapıtların yazgısı yoktur. Biz şu an “ölü” durumdayız. Yani yazgımız yok! Zaman canlanma zamanıdır.
Biliyorum aranızdan, “bekleyelim” yazan olur, deyenler çıkacak. Şu beklemeyi sevenlere hatırlatıyorum: “Yazı ölülerin dilidir” Boş yere dememişler. Biz uyutulduk! Çocuklarımızın anaokullarında ve okulda ana dil eğitimi almasında gerektiği gibi ısrarlı değiliz. İlerlemeyi beceremediğimiz gibi, üstüne üstelik geriliyoruz ki, bu da kabul edilemez.
Biz hepimiz köy kökenliyiz, ilk zaman tarla sürüp, hayvan gütmekten başka bir şey bilmiyorduk. Gözle görülür yoksulluk içinde alçakgönüllü idik, kendi kendimize ve biraz da el yordamıyla anadilimizde yazı yazmayı güzel çizmeyi öğrendiğimizde başladı mutluluk duygularımız kıpırdamaya. Biz o zaman zevk aldık ama uykudan uyanmayı, her şeyin bilincine varmayı örenemedik. Öğrenmiş olsaydık 1989 İsyanımız destanlaşır, “Büyük Göç” romanlaşırdı, “Belene” kapında Tuna’yı dinlerken korkanlar sorunlara kendi içlerinde çözüm aramaya başlardı. Biz hep sustuk, susuyoruz. Tren garlarında doğan çocuklar Türkiye’ye kayıtsız ve isimsiz girdi, 26 yaşında delikanlılar vatan toprağımızın kokusunu, yüzlerimizin neden buğday rengi olduğunu, çiçeklerimizin mutlaka her bahar açmak için güneşi bekleyişini hala bilmiyorlar, çünkü anlatamadık. Aydın ödevimizi yerine getiremedik.
İlhamı olmayanlar konu bulamaz. Esin içimizdedir. Esin mezarlığı yok. Kaleme ve tükenmeze de gerek yok, internete yazıp dünyayı uyandırın. Biz de varız deyin. Herkes sizi bekliyor.
Haydi ileri…