Aldatıldığımıza ikna olsak işler düzelecek.

Almanya’da faşizmi yaratan, toplama kamplarında milyonları yakan, İkinci Dünya Savaşı’nı başlatan Adolf Hitler Alman halkını “doğru ve haklı olduğuna”  ikna etmek için bin bir yol denemişti. O ikna etmenin ikna olmak kadar zor olduğunu biliyordu.

Bir gün yanına propaganda şefi Göbelsi çağırıp,

— Halkın bize inanması için ne yapayım? diye sorduğunda, şu cevabı aldı:

—    Almanya’yı bombalayın.

Evet, Göbels Hitler’e halkın gözünü boyamak, kendisine kayıtsız şartsız bağlanmasını ve körü körüne inanmasını sağlamak için Almanya’yı bombalamasını önermişti.

Şu da bir gerçek Göbels Hitleri ikna etmeye çalışsa da, Hitler Almanya’yı bombalamadığına göre, ikna olmamıştı.

Almanya’nın bombalanması korkusu ve bu barbarlıktan Alman halkını kurtarabilecek tek güç olarak Hitler’i gösteren yalan propaganda “BÜYÜK ÖNDER F Ü R E R İ” yarattı.

O dünyaya hâkim olmaya heveslendiğinde, onu ateşe verdi. Toplam 100 milyon insanın ölümüne sebep oldu. Alman halkı Hitleri putlaştırdı. Her dediğine inandı ve başını yaktı.

Sık sık “lider” olarak tarif edilen önderlerin sivrilmesi için bazen toplumun derin bunalım geçirirken bataklık içinde çaresiz debelenmesi yeterli oluyor. Birinci Dünya Savaşı (1914 – 1918)’den ve 1918 Devrimi’nden sonra Almanya derin bunalım yaşadı. İçinden ulusal demokrat sargı bezleriyle diktatör Hitler çıktı.

1989’dan başlayarak, sosyalist düzenin geçirdiği depremden ve ardından çökmesinden sonra, Rusya da bunalım bataklığına saplandı. İçinden kurtarıcı diktatör Putin sivrildi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, sosyalizm ve totalitarizm yıllarında Bulgaristan toplumunda derin etnik alanda katmerleşip şiddetlenen boğuşma “soya dönüş” politikasında kilitlendi. Toplum parçalandı. Bir yanda, devlet terörü uygulayan yönetme, yürütme ve yargı erki, baskı ve terörle bütünleşen rejim,  öte yanda daha fazlası köylülerden oluşan emekçi Türk, Pomak ve diğer Müslümanlar. Bu çatışma isim, baba, ana ismi, soy isim değiştirmeyle kalmadı, geleneklere, tarihe, yaşam tarzına, ülkenin ikinci büyük halk topluluğu için kutsal olan her şeye uzandı. Bulgar devleti Türkleri, Pomakları ve diğer Müslümanları kimlik olarak ezip geçerken, ikna yolları aradı, değişik metotlar denedi. Basın, radyo, TV işe koşuldu, kişisel ikna denendi, hiçbir usul sökmeyince ülkenin karma bölgeleri yıllarca kapandı, izinli giriş çıkış rejimine geçildi, etrafta kuş uçurtulmadı. Halkın manen çöküşü, ruhların daralması, hapislerde, toplama kamplarında, sürgünde, evde kalanlar arasında başkaldırma ve direnme dokusu ördü, doğal mukavemet eylemlerinin erkek, kadın, genç yaşlı örgütçüleri, önderleri belirdi ve sivrildi. Devrimci direniş kendi yolunu çizmeye başladı, kolları kanatları oluştu.

Bu arada devlet de boş durmadı. Büyük baskıların büyük tepkiler ve sosyal direniş dalgası doğurduğunu iyi bilenler, direniş hareketini gemleyebilmek, direnenleri paketlemek, mukavemeti durdurabilmek için değişik planlar yaptılar. Kişisel sindirme uygulandı. Aileler baskı altına alındı. Soylar sülaleler parçalandı. Evler, haneler, mahalleler erkeksiz, başsız kaldı. Halkla hesaplaşma isteyenlerin gözüne uyku girmiyordu. Halkın tepki ve direnişinin belini kırma ve Türkleri yine kendi kabuklarına kapama planları çizilmeye başladı.  Bu sosyal tasarımlar üzerinde çalışan grupların içinde özel görevli biri olarak,  gerek Sofya’da Sosyal Bilimler Akademisinde, gerek Polis Akademilerinde, gerekse Bulgar Bilimler Akademisinde kendini halkla haşır neşir etmek için hapse bile giren bugünkü Hak ve Özgürlük Hareketi fahri başkanı Ahmet Doğan aktif yer aldı. Halktan biri olduğunu ikna etmek için üst başı kirli, saçı sakalı birbirine karışmış, pantolonu ütüsüz, ayak kapları ökçesiz gezen istikbalin “büyük lideri” insan arasında belirmeye, burnunu oraya boraya sokmaya, aldata bileceği, kandırıp başını belaya vereceği kişileri, aileleri, grupları belirlemeye başladı. Sofya’ya indiğinde cebinde otel parası olmayan bu “lider bozması, sahtekârın teki” o gün bu gün insan elemekle uğraşıyor.

İnsanları ikna etmede ustalaştı. 25 yılda en az 1500 Bulgaristan Türk aydınının başını yaktı.

Yeni yetişen ve ekmek parası için hayat mücadelesine katılanların yoluna taş koymaya hala devam ediyor. Sofya’da “Vitoşa Dağı” eteklerinde adına “Saray” denen bir süre yıkık dökük olan fakat onarımdan ve çevre düzenlemesinden sonra kirada oturduğu korumalı binaya 60. doğum gününde topladığı 100 kişi arasında Hak ve Özgürlük Davası’na baş koymuş bir tek kişi yoktu.

Hepsi istihbarat subayı, hepsi HÖH örgütü içine girmiş “Truva Atı” ajan sürüsü elemanlarıydı.  O, kendi kendini “ben büyük biriyim” diye ikna ede ede halktan fersah fersah uzaklaştı. Aslında bütün krallar gibi o da çıplak. Yarın Bulgar parlamentosunda herkes 1990 durumuna dönecek, varınız yoğunuz hazinenindir, çaldıklarınız dolandırdıklarınız devletin olacak dense, kokulu bir şopar durumuna düşeceğini bilmeyen yok. Ama halkın buna ikna olması için, önce yasanın onaylanması gerek. Nikolay Barekov böyle bir yasa yazmaya başladığını bildirdi. Yaşayıp görmek, ömür meselesidir. “Temiz Eller” operasyonu bizde de başlayacak.

1989’da Türkler ayaklandığında Ahmet Doğan Pazarcık hapishanesinde mahkûmlara Cumartesi ve Pazar günlerinde Orlin Zagorov’un (Şükrü Tahirov) Türklerin Bulgar olduğunu anlatan “İstinata” (Gerçek) adlı kitabından konferanslar veriyordu.  Türklerin başkaldırısı Bulgar devletini geriletmişti. Todor Jivkov ile Turgut Özal arasındaki söz düellosundan sonra, “Kapıkule” kapısı açıldı. Bulgaristan Türk topluluğu büyük bir sel halinde Türkiye’ye akmaya başladı. Böyle durumlarda insanımız, ailelerimiz, yakın akrabalarımız, köylerimiz “aman herkes gidiyor biz burada mı kalacağız” havasına girmeleri işten değildir.

Herkes nereye biz de oraya!” ya da “Besbelli orada yiyecek ekmeğimiz var, ekmek çeker,” havasına girer ve ne propaganda, ne ağabey sözü, ne komşu nasihati, ne imam, ne muhtar lafı dinleyen olamazdı ve olmadı da… Büyük göçle ortaya çıkan yeni durumda, Bulgar iletişim araçları pek tabii, “aman gitmeyin”, “tütünleriniz, evleriniz, hayvanlarınız, bağ bahçeleriniz kalıyor!” “her şey değişir, düzelir” propagandasına başladı. Kimse ikna olmadı. Devlet propagandasına kimse inanmadı. Yüz binler geri dönmeden çekip gitti.

Bu propaganda o zaman kokuşmuş bir hamurdan yapılmış pastanın üzerine çikolata cilası yapmaktan başka bir şey değildi. İnanan olmadı.

1985’e kadar Bulgaristan’dan göç etmeyi aklından geçiren Türk yoktu.

İsimler değiştirilirken de göç propagandası yapılmadı. Türk ve Müslümanlarına içten içe bıkkınlık veren, onları göçten yana tercihlerini sessizce yapmaya iten, hızla karar almaya zorlayan çok sert ve acımasız politik baskılar uygulandı. Böyle bir durumda, fazlasıyla ezilen halkımız Bulgaristan’ı bırakıp kaçmaya ikna olması pek zor olmadı, aslında hiçbir şey yapılmasına gerek de yoktu.

Mayıs 1989’daki başkaldırıdan sonra, en güçlü sosyal hareketlilik olan yığınsan göç büyük dinamitlerin hareketlenmesiyle, uzlaşmaz çelişkilerin keskinleşmesi sonucu ve kitlelerin bir dip dalgası olarak kaymaya başlayıp kendine yeri yatak aramasıyla gerçekleşmeye yol aradı.

Bu Türkleri ve Müslümanları devinime geçiren son etnik zülüm oldu. “Olacağı varsa olsun!” bizim ancak son sözümüzdü. Halkın gözü döndü.  Böyle durumlarda hareketlenen toplum eski kuralları tanımaz, yasaları hiçe sayarak, kendi kural ve kanun, ahlak belirlemeye başlar.

1989’da Bulgaristan’da yaşanan buydu. Gerçek durum sertti. İktidara ve baskı düzenine karşı ayaklanan bir etnik azınlığın enerjisini dışa yani komşu Türkiye’ye akıtarak deşarj olmasını sağlamak, bugünkü vahim durumu doğurdu. O zaman durum böyle sakinleştirildi. Sınır kapısının açılması ikna etmenin gayret ve yöntemlerini rafa kaldırdı. Göç seli bulanık aktı. Hareketlenme dinamitlerini birlikte sürüdü.

İşte böylece sakinleşen ortamda seralarda yetiştirilen fidanlar pazara, hapislerde beslenen “lider” adayları meydanlara, halk arasına çıkmaya başladı. Bu başlangıcın tarihi 10 Ocak 1990’dır. O gün, Bulgar milli istihbaratı, Varna İl Mahkemesinde tescil ettirdiği “HAK VE ÖZGÜRLÜK HAREKETİ” partisinin başkanlığını özel eğitimli ajan Ahmet Doğan’ın sol eline sıkıştırırken sağ eline de bir çanta para verdi ve “ha gülüm sen şu koyunları topla ve bizim sayaya kapa” ödevini, ulusal vazife olarak verdi.

O gün bu gün Ahmet Doğan Bulgaristan Türk, Pomak ve Tüm Müslümanlarının ikna olmuş, yeminli çobanıdır. Zaman döndü, devir değişti çoban işini iyi yaptı ve kıymeti arttı ve saraya girdi.

Onu ikna etmek gerekmedi.

Onun koyunları toplarken kullandığı yem ve tuz ise HAK VE ÖZGÜRLÜKLER yalanıydı.

Bu yıllarda koyunlar birer ikişer bayıldı. Bir yudumcuk da ben alayım diye koşarken melemeyi bile unuttular. Koyun tekme atmadığı için fazla yaralanan veya ayağı boynuzu kırılan olmadı.

Zaten olsa da ne olacak, kes kafasını gitsin, ne kadar azalırlarsa azalsınlar, hak ve özgürlükler yalanına kurban gitmek zaten kutsal bir şey, cennetlik olmanın da tek yoludur.

Klasikler kölelerin köle olduklarına inanmadıklarını yazar.

Rusya toprak ağılığı döneminden mujikler “toprak köleleri” hak hukuk sorunlarını mesele yapmamış, her şey kendiliğinden çöküp çürüyene kadar dayanmışlardır.

Bizim insanımız da demokrasinin güzelliklerine alıştıkça alışıyor. Sesi çıkmaz oldu.

İnsanımız uysaldır. Her şeye akan suya bakar gibi bakarken,  kenarda durup seyretmeyi tercih etmişken, bir karışsa su bulanacak ve durulana kadar yine beklemesi gerekecek. Zaman kaybı. Toprağını elinden aldıklarında direnmediler. Geri verdiklerinde ise almadılar. Kimse bir şeye ikna olmuyor. Neye ikna olması gerektiklerini de bilmiyorlar.

Olsa da olur, olmasa da olur” felsefesi ağır bastı. “Olsa da ne olacak!” deyenler de var.

Bu sözleri Ahmet Doğan’ı düşürsek de ne olacak şeklinde anlamalıyız. Saraydan çıkarıp müzeye koyacaklar. 120 yıllık Bulgar tarihinde en büyük iş, Türkleri ve Müslümanları ezmekti, kimin elliyle ezdiler, Ahmet Doğan’ın. O zaman Ahmet’i neden eritsinler ki, gün gelir lazım olur.

Ekmek halktan (halktan toplanan vergilerden),  saray kirası devletin HÖH partisine verdiği karşılıksız yıllık yardım parasından, koruma paraları da bu bütçeden).

Yesin içsin, yatsın kalksın ve herkes Sarayda çok zehirli uyuyan karayılan ve çok güçlü ve aç bir ayı olduğunu unutmasın. Korku dağları bekler. Korku halkı uyutmanın en güçlü silahıdır.

İnancımıza göre, en kötü olan bile gün gelir düzelir, bizim işler de nasılsa düzelecektir…

Herkes bilir, bir insanı elektik çarpması için, her iki telde de cereyan olması gerekir.

Telin birinde yaşayanlar durumlarından memnun! Onlar oligarşi, onlar yenginler, onlar Ahmetler, onlar Lütfüler. Kendileri yiyip içip seni, beni, hepimizi kandırıyorlar.

Oyalandığımıza artık onanmışlar. Onlar bu işten geçiniyorlar. Ya biz. Onları sırtımızda devamlı taşımaya mecbur muyuz? Mecbur olmadığımıza, bu işin bizim kaderimiz olmadığına ne zaman ikna olacağız? Sen artık ikna oldun mu? İkna olup bu işe son verme zamanımız gelmedi mi? Hadi hayırlısı olsun.

Reklamlar