Tarih: 02 Temmuz 2018
Yazan: Mehmet ÇAKIR
Konu: Gür sesli ve bizden olan bir dava adamı yetiştirmeliyiz.
İnsanların çiçeklerin saksılarını neden değiştirdiğini henüz anlamış değilim. Çiçeklere haksızlık ediyorlar. Onların en güzel açtığı yer tohumun düştüğü topraktır.
Özel saksılarda yetiştirilen çiçekler güneş görmeden açtıkları için kokmazlar. Kokan çiçeğin dikeni olur.
Bu, çiçeklerin yaprakları ve renklerinde gizlenen sırlar için de geçerlidir.
Sözde hapse atılıp özel köşklerde yetiştirilen kişiler, Hürriyet Şarkısı yazamaz. “Hak”, “adalet”, “vatan”, “dil”, “din” kavgası verip her şeyin üstüne bir de gurbet cilası sürmekle yol alamazlar.
Demek istediğim, 20. yüzyılda Bulgaristan Türkleri olarak, ezilen Bulgaristanlı etnik azınlıkların hepsini kucaklayan bir düşünce adamı, halk önderi yetiştiremedik. Beklenen kişi, kültür tarihimizin çilelerinden, halkımızın çektiği eziyetten, insan hakları ve adalet atılımlarımızın ateşinden, zindanların karanlığından, esaret zincirlerinden boşanıp gelmeliydi. Yenilmezliğimizden ve yenilikçiliğimizden fışkırmalıydı. Gökten düşen bir yıldırım olarak değil, yerden göğe söndürülemeyen bir ateş olarak büyümesi gerekirdi.
Gönüller sarıldıkça yücelmesi gerekirdi. Dirliğimizde mayalanmış, birikimli genel bilgi ve kültürle birlikte, edebiyat, sanat, dil, din konularında psikolojik ve felsefi içerikli, sözü söz birini bekledik. Dönmez, yılmaz, ödün vermez vasıflarla parlayarak gelmeliydi. Kalbiyle, zekâsıyla ve ruhuyla örnek biridir o! Hedefindeki düzeni değiştirip adalet ateşini yakmak olmalıydı.
Bulgaristan Türklerinin iman ve düşünce dünyasını belirleyen sentez her aşamada şu olmuştur.
“Ben ezelden beridir, hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!”
Bu bir bilgi, birikim ve duygu yansıması olarak karanlık gecelerimizde beklenen şafak olmuştur.
İnsanlarımız düşmanlarımızın üzerimize saldırmak için pusuda bekleyişini her zaman yakından sezmiştir. Bunun için insanlarımız her zaman bireysel kahramanı, güçlüden güçlü olanı, umudun koruyucusunu, sırtı asla yere gelmeyen yiğidimizi yaratmaya gayret etmiştir.
Demir Baba öykülerini anlatanlar, Köroğlu’nu, Aslıyı, Ferhat’ı, Mustafa Kemali biliyor ve her defasında bir başka anlatıyordu.
1950’lerde, 60-70’lerde ve 1989’un Büyük Göçünde en kısa molalarda bile anlatılan, yorgun düşenlere nefes olan bir Erkek Kurt masalı vardı.
Bu masalda, totaliter dönemin zalimleri köpekleriyle ava çıkmışlardır. Konuyu somutlaştıranlar buraya sabah karanlığında tütün tarlalarından sürü sürü geçen avcılara ve köpeklerine işaret eder. Türk aileleri ise, biri erkek biri dişi iki de yavru olmak üzere dört kurttan oluşan bir aileye benzetirdi.
Erkek kurt, avcıların ve köpeklerinin bütün kaçış yollarını kapattığını anladığında ön ayaklarının tırnaklarıyla kara toprağa saplanarak çömelir ve üzerine atılan köpeklerin en fazla cüretkâr olanının boğazına dişlerini geçirir.
Avcılar sürekli kurda ateş eder ve onu bıçaklarıyla da delik deşik bir hale getirirler; fakat erkek kurt, köpeğin canı çıkıncaya kadar dişlerini onun boğazından ayırmaz. Bu hengâmeyi fırsat bilen ana kurt ise önündeki tek çıkar yolu tercih eder: Çocuklarını kurtarmak. Dişi kurt artık etrafında her an pusuda bekleyen düşmanla nasıl baş edebileceklerini yavrularına öğretecektir.
Kurdun yavruları artık büyümüştür.
Bu hikâyeyi anlatanı ve dinleyenleri derin derin düşündürmüştür. Olayda, sanki Bulgaristan Türklerinin memleketlerinden kovulmalarını öykülenmiştir. Dişi kurt anne Vatan toprağımızdır. Bu kurdun yuvası bizim dayanma gücümüz, sabrımız ve 1989 Mayıs Ayaklanmamızdır.
Hak ve Özgürlük davasını politik platforma taşımamızdır.
Ve bugün babaları toplama kamplarında, sürgünde, hapishane koğuşlarında yatarken büyüyen, gurbette öksüz yetişen çocuklarımız babalarının davasını devam ettiriyorlar. Ve artık onların arasında kurt sürüsünün lideri yetişiyor.
***
Bu yol uzundu. Olaylar farklı öykülendi. Şehir olun ama gitmeyin. Kalın ve tutunun diye haykıranlar her defasında haklı çıktılar.
Şiirlerini Tuna soyadıyla imzalayan Razgrad’a bağlı Torlak köyünden Yusuf Aliev Ömerov Cinaliev (1910-1982) Bulgaristan’da çıkan Türkçe yayınlarda dağınık bir şekilde yayınlanan eserleriyle okurlarına can suyu verdi. Yaratıcı 1 Kasım 1950 sabahı kaleme aldığı bir şiirinde başımızın üzerinde devamlı Demokles Kılıcı gibi duran göç tuzağını şöyle dile getirmişti:
BİR DEMET GÜL
Kuzeyden beklenmedik sert bir rüzgar esti
Kara bir el bahçemden bir demet gül kesti.
Bakma ak güllerin hepsi yerli yerinde
Kesilen güllerin kökleri çok derinde.
Bir ak güle dedim: Ağlama sen, ağlama…
Dilinden, dininden gayrıya bel bağlama.
Sen, dikeninle her an koru yaprağını
Sakın değiştirme, bahçeni, toprağını.
Bil, bu diyarda itler hep bizi itecek
Bu bahçede hep, yeni ak güller bitecek.
1950, Torlak
Şairimiz bir imamdır, Şumnu Nüvvab okulunu fakirlikten bitirememiştir. Bir elinde saban sapı, ötekinde karakalem, konusu ailesinin çaresizliği ve milletin derdidir.
Bir demet gül, iyimser bir yüreğin duygu topudur.
“Sert rüzgâr”, Moskof emriyle, 10 Ağustos 1950’de Bulgar hükümetinin Türkiye’ye gönderdiği notadır. Sert bir dille, Bulgarlar Türklerinden 250 bin kişinin üç ay içinde (10 Kasım 1950’ye kadar) Türkiye’ye göçmen olarak alınması istenmiştir.
“Kara el” olarak tarif edilen Bulgar devleti, Türklük bahçesinden bir demet gül kesme niyetini açıklamıştır. Büyük bir göç sorunu ortaya çıkmıştı. Yeni bir sorun değildi, savaşın en ağır koşullarında ve 1945-1949 yılları arasında bile göç durmamıştır. Yılda 631 ile 1670 kişi arasında anavatana akış devam etti. Fakat 3 ayda 250 kişinin sınıra itilmesi olacak bir iş değildi. O zaman normal şartlarda Bulgaristan’dan Türkiye’ye 10 yılda 150 – 200 bin göçmen gidebilirdi. 1950 Ağustosuna kadar Türkiye’ye göç etmek için vize isteyenlerin toplam sayısı ancak 26 788 kişiydi. Kovulmak istenenlerse 10 kat daha fazlaydı. “Sert rüzgârın” ve “kara elin” kararı tek taraflıydı. Kabul edilemezdi. Buna rağmen 1950-1951 yıllarında toplam 154 393 Bulgaristan Türkü göçe zorlandı.
Halkımızın ve yurdumuzun bağrına büyük bir göç gibi derin bir yara açılacağını görünce, insanlarımızı avutmaya çalışır, göçlerin Bulgaristan’da Türklüğü asla bitiremeyeceğini haykırır şair Yusuf.
Bakma ak güllerin hepsi yerli yerinde
Kesilen güllerin kökleri çok derinde
Sözleri ve iyimserliğiyle dile getirir. “Ak güller” Deliorman’da Türk kadın simgesidir. “Sarı gülden”, “kırmızı gülden” önde gelen bir saygın değimdir, yaygın bir kültürün, namusluluğun ve ruhsal berraklığın ifadesidir. “Ak Kadınlar” örneklerden biridir.
Şair bizi göçe zorlamakla bitiremeyeceklerine vurgu yaparken, soy köklerimizin, tarihimizin çok derin olduğunu, işlediğimiz toprakların mayasının alın terimiz olduğunu hatırlatır. Bu ifadeyle Bulgar bizi vatan toprağımızdan söküp atamaz demiştir. Ocağımızı burada yaktık söndürmeyiz anlamındadır bu değiş.
1950’lerde Bulgaristan’da sözde rejim değişmiş, komünistler 12 yaşındaki Çar adına atılan imzalarla 249 kişiyi darağacına asmış ya da kör bir kurşunla toplu mezara itilmiştir. 49 toplama kampında yarı aç yarı tok çalıştıranlar gün sayarken, “sosyalist hürriyet”, “sosyalist demokrasi”, “insan hakları” ve “vatandaş eşitliği” gibi masallar bozuk plakta döndürülerek halk kandırılmaya çalışılmıştır.
“Dilinden, dininden gayrıya bel bağlama.” Torlaklı genç şair Yusuf’un halkımıza kesin çağrısı olmuştur. O burada, siyasi düzenler, rejimler, diktatör ve diktatörlükler değişir, devrilip gider, ama dilimize, dinimize ve vatan toprağımıza bağlı kaldıkça biz ebedi yaşarız, demiştir.
Sen, dikeninle her an koru yaprağını
Sakın değiştirme, bahçeni, toprağını.
Şairin işaret ettiği “diken” bizim iman ve bilincimiz, vatan sevgimiz, birlik ve beraberliğimizden doğan irade ve gücümüz, geçmişi ve bekamızı yurdumuzda görmemizdir. Hayatın her bahar yeşeren “yaprakları” ise yaşam tarzımız, adet, gelenek ve törelerimiz, ahlaksal üstünlüğümüz, öğrenme ve bilme hevesimiz, yaratma ve yüceltme atılımlarımızdır. “Diken” ve “yapraklar” hayatımızın kendisidir, hürriyet çiçeğimiz ise nazlımızdır. 20 yüzyılda koncalarımız yıllarca açamamıştır. Beklenen Hürriyet gelmemiştir. Haklarımızı elde edemediğimiz ne karanlık yıllar ve devirler yaşadık. Goncalarımızla birlikte yapraklarımız da yolundu. Dayandık, yenibaharlar bekledik, sabrımızın dallarında açan hürriyetin ak güllerine sevindik, seviniyoruz ve sevineceğiz. Her milletin bir rengi, bir gülü vardır. Bulgar’ın ve tüm diğer etniklere ve milletlere tüm renkler helalımız olsun, bir tek beyaz gül Türklüğümüze yeter de artar.
Bir zaman önce “Kaynak” dergisinde gazeteci Hikmet Efendi’nin 1990 Deliorman mitinglerinde yarınlarımızı güllerle nasıl tarif ettiğini okumuştu. O, mitingcilerin önünde renk renk güllerden demet derlerken, milli gül demetinde, Beyaz Gül biz olalım, Bulgar kırmızı Gül, Çingene kardeşlerimiz Sarı Gül, Pomak kardeşlerimiz Pembe Gül vs olsun, önemli olan Gül Demetimiz Vatan koksun, demişti.
Bu bir özlemdir. Gerçekleşmesi hürriyettir. Kokusuyla nefes almak hakkımızdır. Şairimiz işte bu mantığı daha 1950’de, aynı bayrak altında “kültürel otonomi” isteklerimiz biçimlenirken derin bir inançla dile getirmiştir.
“Sakın değiştirme, bahçenin, toprağını.” Bir çağrıdır. Göçü durdurun. Bizim vatanımız var! Haykırışıdır. O zaman şair Yusuf’u işitenler anladı, fakat durmadılar. Akan bir ırmağı durdurmak zordu. 1878’den sonra en güçlü göç rüzgârı 1950’de esmişti. Kabaran korku dalgası 150 bin kardeşimizi aldı götürdü… Bu korkunç dalga o zaman ancak büyük şair Nazım Hikmet’in onun köyüne de giderek, “Gitmeyin! Memleketiniz bir beyaz gül bahçesi, dünyanın hiçbir yerinde bir benzeri yok!” davetiyle durmuştu.
Bil, bu diyarda itler hep bizi itecek
Bu bahçede hep, yeni ak güller bitecek.
Bu mısralar şairimizin yavrularını kaçıran “Dişi Kurt” öyküsünü hatırlattığı gibi, bahçelerimizde hep ak güller bitecek inancıyla, Vatan toprağımızda bizim varlığımızın, geleceğimizin ebedi olduğuna her birimizin duyacağı şekilde bir haykırıştır.
Gidenler gitti. Kaçanlar kaçtı. Yavruların birer beşer geri dönme ve dev çınarların köklerine yeniden gömülme zamanı geldi. Beyaz güller bu sene de her defasından daha fazla ve yine topaç topaç açtı, bahçelerimiz bembeyazdı. Etraf Vatan koktu. Hürriyet nazik bir Ak Güldür…
Okuduğunuz için teşekkür ederim