Neriman KALYONCUOĞLU
Bugün yine Pazar, hava yine çok güzel ve “Unkapanı” kemerlerinden geçip perdemi aralayarak odama dolan Belgrat Ormanları’nın sabah esintisi kahvemin kabarcıklarını patlattı patlatacak. “Gelin Armudu” öyküme aldığım telefonlar, bütün hafta sizi düşünmeme neden oldu.
Gönüllere sızmak zor iş. Sızsan bile içinde ne göreceksin ki!
Gönlün dili yok. Bana kalırsa bütün iş bellekte yani hafızada.
Öyle ama hafıza da kendiliğinden dile gelmiyor. Hafızayı canlı tutan nedir?
Yaşantıların gücü mü? Olabilir.
Bu hafta en uzun konuştuğum kişi çocukluk arkadaşım Hülya oldu. Hülya’nın amcalarından biri “Belene” sürgün kampında yattı. Belenicilerin geleneksel iftar yemeğine geçen akşam, ailesiyle birlikte Hülya da davet edilmiş.
Ve söz sözü açarken, “Dayı orada, en çok neden korktun? – diye sormuş dayısına.
“Tuna Irmağı’nın taşmasından!” – cevabını vermiş yaşlı adam.
“Belene” bir ada değil mi?” – derken, Hülya’nın ilgisi artmış, bunu gören dayısı, herkese anlatmış:
“Ada da, Tuna ırmağı deniz gibi değil, aktıkça kabarıyor, akıyor akıyor bitmiyor. Çok yağışlı ve rüzgârlı günlerde işe çıkarmıyorlardı. Karyolaya oturur, adı “radyo” olan kutudan bütün gün su seviyesini izlerdik. Önce Fransızca veriyordu, sonra da Bulgarca. Tuna şiştikçe korkumuz artıyordu. Öyle doluyordu da, bizi karaya bağlayan köprü su altında kalıyordu. Bir defa “kutu” derinlik 5.70 dedi. Gözle kestirmek imkânsız olduğundan, biz kıyıdaki ağaçların beline bakıyorduk. Gece uyku yok. Titriyoruz. Korku insanı titretir. Herkes titriyor. Gözler cam, ağaçların dallarında. Tuna uğultusu bambaşka bir şeydir. Geçmiyor, bitmiyor, gitmiyor. Dev nehir akıyor belini hafiften kıvıra kıvıra. Su bulanık. Gece gibi kara! Avrupa’nın bütün dehşet ve çirkefini “Kara Denize” taşıyor gibimize geliyordu. Neler yok kara deryanın içinde. Avrupa aklanıp paklandı, diyorum kendi kendime… Orada yaşadıklarımı sözle anlatmam o kadar zor ki. Belki sözler o dehşetin içinde doğmadığı için, yaşantımızı tam olarak yansıtabilmem çok zor”…
Devam ediyor; “Yağışlı bir gün hepimizi üçüncü kattaki odalara doldurdular. Sanki sular iki katı alıp götürse üçüncü kattakiler kurtulacak! İşte o zaman yanız kendimin ve sürgün Türk arkadaşlarımın değil, bize nezaret eden milislerin de korktuğunu gördüm. Onların elleri ayakları birbirinden farklı boşa sallanıyor, sözleri birbirini tutmuyordu. Köprü su altında, adaya kayık gelemiyordu.
O gün bu gün, akşam saatlerinde gök gürlemeye ve hava çilemeye başladığında, beni uyku tutmuyor, Tuna’nın bulanık suları üzerime üzerime geliyor, ada sular altında kalıyor ve ben ve arkadaşlarım Allaha dualar ederek sürgünden kurtulurken su denizini kucaklıyoruz ve kayboluyoruz.”
Ve Hülya’nın dayısı taşkın Tuna deryasında “özgürlüğüne kavuştuğu anı” unutamıyormuş. Yıllar sonra gece rahmet boşanınca Tuna’nın bulanık sularında boğularak kayıplara karışmak aslında çok acı bir trajedi. Özgürlük ile yok olmanın buluştuğu an, Tuna deryasının kâbusu, dayımın zavallı ruhunu öyle yaralamış ki, ömür boyu acı çektiriyor. – demekle yetinmiyor Hülya’nın, göz bebekleri doldu. İnsanın sevdiği bir akrabasının başına gelen kötülüklere üzülmesi çok doğaldır.
Düşünüyorum da, – diyor Hülya kendine geldiğinde: belleğimizi, kabuğunun soyulmasını, zarlarının açılmasını bekleyen bir soğana benzetiyorum. Geçmişimiz o ince zar hafıza zarı tabakalarının arasında, değil mi!
Ah! Öyle olsa, ne güzel olur, açabilsek hafızamızın o incecik zarlarını ve içindeki “özgürlük ile ölümün karşılaştığı anı” çıkarabilsek gün ışığına. Trajik de olsa görebilsek acıyan yaranın yüzünü. Beldi güzel bir temizler, ilaçlar ve unuttururduk sızıları. Dayımı da bitmeyen gece kâbuslarından kurtarırdık.
“Hülya!” – diyorum, seni anlamaya çalışsam da, 1944 öncesi Çar faşistlerinin ve 1944’ten sonra komünizm milislerinin insanları, aslında Tanrı tarafından bir tatil cenneti olarak yaratılmış olan Tuna’nın “Belene” adasına sürmelerinin derin anlamı unutulmayan kötülük izleri bırakmak değil mi! Sürgünlere yalnızlığın çaresizliğini yaşatmak. Hapishane odalarında “mahkûmları” aylarca karanlık hücrede tutmak; saçlarını “o” kazıyıp kafataslarına su damlatmak; elektrik ampulünü sürekli yanıp sönmek; yemek taslarına solucan, sıçan yavrusu, hamam böceği koymak; bunların sebebi hep tutukluyu ömür boyu yaralı bırakmak, tiksindirmek, delirtmek ve kalıcı izler bırakmak.
Hülya’ciğim, tabii ki, hayatla ilgili başka söylenecekler de var:
Örneğin, suç kalıcıdır. Borç olsa azar azar ödenerek kapatılıp unutulabilir, ama suç, üstü örtülse de, tahmin olarak kalsa da kalıcıdır. Saat gibi tıklar insanın beyninde. Her yolculukta yerini alır, ondan kaçamazsın. Rüyalarda kış uykusuna yatar, ne zaman uyanacağı belli olmaz, uyur gibi görünse de, hep canlıdır. Zaman aşımına uğramaz, bağışlandığını, sıfırlandığını düşünmek ister ama elinde değildir.
Şu soğan soymayı düşünelim, zarları çıkarıp bir bir güneşe sersek ve buruşarak kuruduklarını, içinde ne varsa buharlanıp uçtuğunu, unutulduğunu kabul etmiş olsak bile, soğan kokusu, yani unutulmayan suçların korkusu, yeni çıkan tazecik yaprak zarlarında belirir, hayat hakkı ister, adamın burun deliğini kırar. Ne kadar uzakta kalırsan kal, bu koku her yemekte, her salataya çatal uzattığında seni bulur. Soğan perhizi olsan bile kurtulamazsın kokusundan. Hep burnundadır, rüyandadır, gözlerinin önündedir.
Neriman sen, dayıma bu eziyeti edenlerin, kâbusları yaşatanların da aynı trajediyi yaşadıklarını mı söylemek istiyorsun bana?
Evet! Hülya. İnanmalısın – bu böyledir.
İnsan kendi suskunluğunu yok saymak, yerine genel suçu ortaya sürmek ister ya da kendisinden üçüncü tekil kişi olarak söz etmeye heveslenir, ama yapamaz. Gün gelir balon patlar. Bir gazyağı fıçısı düşünsene, yıka yıka koku gitmez, bitmez…
Bu gerçek diğer olaylarda da böyledir Hülya: Keşke peltek peltek konuşarak yirmi üçüncü zarında zedelenmemiş noktalar gösterebilseydi soğan, sen suçsuzsun diyebilseydi kendine, bu koku başka koku diyebilseydi, başka bir değişle, A. Doğan’ın askerlikteki ihbarları için “sen o zaman geçtin, budala çocuğun biriydin,” kötü bir şey yapmadın, hiç kimseyi, nişanlısını çok seven veya Türkiye’ye kaçmak isteyen asker arkadaşını gammazlamadın, hapishanedeki mahkûmların “köy sevgisini, yeni ev yaptırma”, “çocuğunu okutma” özlemini bile ihbar etmedin, diyebilse, ama diyemez, diyemiyor.
Toplum belleğinin kendi kuralları, kendi vicdanı, bilinci, onuru var. Tavuklar arasında horoz olmak doğal bir şey ama öne geçmek için aralarına sızdığın soydaşlarını mimlemek, en azından alçaklıktır. Kötülüğün yaşı yoktur. Soğanın kokmayan zarı olmadığı gibidir bu. Geçmişleri ihanetle geçenler, tarihin parlak sayfalarında yer alamaz.
Bunları ikide bir tartışıyoruz da Hülya, biz 29 yıldan beri sepetteki çürük elmaları ayıklıyoruz ve bir türlü bitmiyorlar. Şimdiye kadar dayananlar oldu ama şimdi birden bire buruşup çürüdüler, tabiatta hiçbir şey ebediyen gizli kalamaz.
İşte bu tipler oydular Hak ve Özgürlükler Partimizin altını. Bugün basında ya da internette iki gerçekçi yazı çıksa, yorum yapan iki kişiden biri: “Belene sürgün kampındakilerin yarısı ajandı,” deyiveriyor.
Soruyorum o zaman ajan olana, orada kaldığı yıllarda, taşan ırmağın seviyesi onun için özel olarak düşürülemeyeceğine göre, boğulma kâbusunu kendileri de yaşamadılar mı? Yoksa ajanların vicdanı, bilinci, korku duygusu yok mu? Kişiliğimizin bu kadar sakatlanmış olabileceğine inanmak istemiyorum.
Neriman, benim uykularımı kaçıran başka bir şey de var:
Totalitarizm yıllarında adalet sistemimiz yolsuzluklara batmıştı. Söz konusu yolsuzluklar, batağa boğazına kadar batmış olanlara bugün son derece zenginlikler sağladı. Eski bataklık hainleri, günümüz demokrasisinde elit grup, mafya, oligarşi, soylular, politikacılar, sosyal figürler değil mi?
Biz, ihanet çıkmazının hangi noktasında arayalım adaleti söylesene.
Yoksa şimdilik, hiç bir şey, uzun süre gizli kalmaz, deyip keselim mi?
Saygılarımla,