Şakir ARSLANTAŞ

 Sahte Bayrak Kaldırıldı

Yazılarımla ilgili gelen mesajlardan biri dikkatimi kilitledi. “Bghaber. org” yayınlarını Chicago’da izleyen Mustafa Kazak “Batı Dünyası bizden ne aldı? Onları da anlatın. Bilelim de bizde buralarda anlatalım,” demiş.

Güzel bir niyet! Dünya, bizden öğrenileni bir bilse, Müslümanlara ve Türklere bakış açısı kökten değişirdi. Sorunuza örnekle cevap verme imkânımız olsa da, sizi bilgiye boğup bardağı taşırmak istemiyorum. Her yazarın konusu vardır. Cevabımı yazıma işleyeceğim.

Dünyayı değiştiren liderler ansiklopedisinde yazdığına göre, Napolyon Bonaparté kullandığı savaş taktiklerini kimden öğrenmiş biliyor musunuz? Hz. Muhammet’in muzaffer savaşlarından;  Roma İmparatoru ordularını Akdeniz’e döken Arap göçmen kabilelerinden! İşin özündeki inanarak savaşmak; kovalarken yenmek var. Arapları Afrika’dan Avrupa’ya taşıyan ve Fransa’nın burnu dibine Endülüs Müslüman devletini kuran bu zaferlerdir. Napolyon Müslüman Araplardan inançlı ordu kurmayı ve imanla savaşmayı öğrenmiştir.

1812’de Moskova kapılarına dayanan Fransız askerleri yeni bir din kadar yüreklendiren Büyük Devrim ateşi oldu. Dünyaya yeni bir din getiren Hz. Muhammed’in idealleriyle silahlanan Araplar güçlü ordular kurup eski Roma’nın bir bölümünü hızla fethetmişlerdi. Muhammetleşmiş dünyaya yeni dinle yenilmez inanç gelmişti.18. yüzyılda ruhen tamamen çökmüş olan Batıda devrim aşkı yeni kutsal bir din rolü gördü.  Devrim adalete susamışların savaş silahı oldu. Napolyon ordularını eğitirken, İslam’ın dünyayı kucaklamasıyla müritlerin kalbine dolan inancı örnek aldı. Askerlerinin kalbine devrim ateşi aşıladı. O dönemde Fransa’da tek gerçek Napolyon ve Cumhuriyeti Zaman 1800 arifesi ve sonrasıydı.

İslam için savaşanların Allah katında eşit olduğu inancı yeni bir ruh yaratmıştı. Bin yıldan fazla bir zaman sonra Fransa’da eşitlik, kardeşlik ve özgürlük şeklinde yeniden dalgalandı. Hep aynı şeyleri hayal ve umut eden insandı. Napolyon ordularının ayak basıp işgal ettikleri yerde özgürlük savaşçıları gibi karşılanmasını hayalleri kanatlandırarak sağladı. Dünyayı ve halkları değiştiren inançtı.

Sorunuza yanıtı işte bu gerçekte aramalıyız. Batı bizden barbarlık ve insan eti yemeyi değil karanlıktan çıkıp aydınlık aramayı öğrendi. Yenilmezliği ve ebediliği bütün taşlarda yazılı Roma İmparatorluğu kalpleri fetheden İslam imanı karşısında denizlere döküldü. Aynı ateşle savaşan Fatih Mehmet Bizans’ı dize getirdi.  Değişimin ateşi bizim ateşimizdir. Avrupa’nın Müslümanlıktan aldığı en büyük nimet, inanç ateşidir.

Bu inanların içindeki yenilmezlik inancıdır. Korkmadan yaşamaktır. Esas olan, Allah adına ve onun iradesini egemen kılma yolunda Hz. Muhammed’in yalnız savunma savaşı yürüterek bile muzaffer olmasıdır. Yeryüzüne İslam ışığıyla inen toplum düzeni var olmuş olan her şeyden daha üstün olduğu için Roma’nın kölelik devrini kapatabildi. Çünkü ondan kat kat adildi. O eski çağda insan köleydi. Hayvan gibi alınıp satılırdı.  İslam’la kutsal ve saygın olan İnsan oldu.

Doğu Roma İmparatorluğu – Bizans’ı yıkıp yerine kurulan Osmanlı düzenine milenyum düşünürü Karl Marks “cennet” dedi. 3 kıtaya yayılıp hükmettiği topraklara yüzlerce yıl barış getiren Osmanlıdan başka bir devlet yoktur. 30 yıl ve 100 yıl din savaşlarında kırılan Avrupa’yı karanlıktan sıyrılıp aydınlık aramaya zorlayan Osmanlı oldu. İşte bu sebepledir ki, bugün hayran olduğumuz Batı ve benim dediği buluşların temelinde Osmanlı ve Müslümanlık örnekleri vardır. İslam ışığı olmasaydı, Osmanlı onların ensesinde solumasaydı Batı Orta Çağın zifiri karanlığında bocalamaya devam edecekti. Olaylara bu açıdan baktığımızda gerçekleri çok daha parlak ve bütünsel algılayabiliriz. Batıyı dönüşüme zorlayan dürtü Doğu’dan gelen ışıktır. Yani bizim zekâmızdır.

Roma medeniyetinin en önemli merkezleri Mısır, Suriye, Tunus, Anadolu idi. Bu diyar aydınlığın karanlığı yendiği topraklardır. Görüyorsunuz bugün de Batının karanlık güçleri bu topraklar çöreklendi. İŞİD, PKK, DAİŞ, DAŞKPC, PYD vs. kiralık katil sürüleri sayesinde bu toprakların gerçek sahibi olan yerli halkı kırıp sahte bayrak dalgalandırıyor. Köyleri yakarak sözde medeniyet çarpışmasından dem vuruyorlar. Zafer her zaman yaşadığı toprakları memleket bilen, ekip biçen halkındır.

Konum itibarıyla Batı değil, Orta Doğu olan bu diyarda tek kurtarıcı güç olarak Hz. Muhammed ruhuyla ve Cumhuriyet inancıyla silahlanmış Türk ordusunu görüyoruz. Vicdanını satıp para için katliam yapan kiralık katileri yok edip bölgeye barış ve adalet getirecek umut Türkiye’dir. Halklar Türkiye’nin barış ve güvenliği savunduğuna inanıyor. Türkiye’nin yılan başını ezeceğine güven büyüyor.

 Görüldüğü gibi, kötülük yapanlar da ölmek istemiyor. Bir öyküsü şöyle anlatır:

“Yaşlı bir adam odun kesmiş, sonra da sırtına yükleyip yola koyulmuş. Uzun bir yol kat ettikten sonra yorulmuş, hayatından bezmiş. Odunları yere bırakıp kendisini alsın götürsün diye Ölüm’ü çağırmış. Hemen karşısına beliren Ölüm, kendisini neden çağırdığını sormuş. Yaşı adam, “Ağır odunları kaldırıp tekrar sırtıma yüklemen için çağırdım,” demiş.

Katilerin bile yaşamak istediğini de anlatır bu masal. Her ne kadar haksız olsa da ölmeyi, yok olmayı, silinip unutulmayı kimse istemeyiz. İŞİD, PKK, DAİŞ, DAŞKPC, PYD gibi örgütler de kendi halkları önünde katil durumdadır ama teslim olup “idam cezamı kesin,” demez. Olayları bu açıdan değerlendirenler, Türkiye Hava Kuvvetlerinin son günlerde düşmanı nokta atışlarıyla gözünden vurmasını takdir etti. Türkiye, Türkiye’de yaşayanların vatanıdır. Irak ve Suriye katil yurdu olamaz. Bugün sığınmacı ama oralı olan yerli halkın huzur bulacağı bir toprak parçasıdır. Terörle toprak işgali ve halkları memleketlerinde silah zoruyla kovma çağı kapanmıştır. Haklı savaşlar kesin huzur tesis edilene kadar devam eder. Suçlu halk yoktur. Terör üste çıkan bir tortudur ve çökertilip temizlenmelidir.

Bu gibi nitelik taşıyan olaylara bir de Bulgaristan açısından bakalım:

24 Temmuz 2015 günü Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) milletvekillerinin istemedikleri Anayasa Değişikliğine Sofya meclisinde sıraya durup kuzu kuzu imza atmalarını izledik.

İçlerine oturmuş korku gözlerinde okunuyor. Tükenmez tutan eller titriyordu. Bu görünmez bir güce itaatti.

Hepsi statükocu olan HÖH milletvekilleri 26 yıl sonra ilk kez topluca geriledi. Statükocu yani 1990’da devralınan ve halen egemen olan totaliter hukuksal düzenin sürmesinden yana olan bu 36 kişi,  neden mi geriledi?

Aslında onlar kimliklerine sağdık kalsalardı ve Geçiş Döneminde Türk ve Müslümanların hak ve özgürlükleri tanınmadığına, yargı sistemi tökezlediğine ve adalet rafa kaldırıldığına göre, edinimlere “evet” deselerdi, doğal kabul edilirdi. Olmadı. Ayak dirediler. İşte bu noktada onların tavrını her yönlü analiz etmek zorundayız.

Ne yazık ki, en öncü görüşlerin taşıyıcısı olması gereken bu partinin mayasında tutuculuk var. HÖH yönetimi totaliter düzen takıntılarını bir türlü aşamıyor. Hak ve hukuk, adalet konularında komünizmden miras kalanı korumayı sanki kendine görev  biliyor. Bu saflarda Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ve Rusya beslemesi “ATAKA” partisiyle beraber yürüyor.

Olayın özü şudur: Sosyalist-totaliter düzende yasama, yönetme ve yargı iç içeydi. Yargı ile savcılık da iç içeydi. Mahkeme kararlarını belirleyen Bulgaristan Komünist Partisi (BK) ile gizli polis örgütü (DS) idi. Dava dosyası, kanır ve gerekçeler havada buluttu. 1990’da bizde yanlış demokrasi bayrağı kalktı. 1992 kabul edilen demokrasi Anayasası yargı sistemine pek dokunmadı, yargı organı ile savcı makamını ayırmadı. Yargıcı atayan savcıyı da atıyor. Savcılar duruşma salonunda kaldı.  O gün bu gün 26 sene geçti ama beklenen adalet mahkeme kapısını bir türlü çalmadı. Hele HÖH-DPS partisi totaliter düzen suçlularından her hangi birinin tutuklanıp yargılanmasına hep engel oldu. İsim değiştirme sürecinde işlenen suçların, totaliter dönem suçlularının yargıya teslim edilmesi yolunu kapattı. Oysa AB üyesiyiz. AB hukuku insanlığa karşı işlenen suçları unutmuyor ve af etmiyor.

1942’de 12 Yahudi’nin öldürülmesinde parmağı olan Hitler subayı Herr Gorrin 70 yıl sonra, 94 yaşında bileklerini uzattı ve kelepçeleri takıldı. 25 milyon kurban veren Almanya’nın sanki aklı başına gelmiş ki, katillerin, insanlara zulüm edenlerin suçları için zaman aşımı olamaz, diyor. Zülüm ruhunu yok etmeyi öngören bu ilke bütün AB ülkeleri hukuku için neden zorunlu değil? Hukuk normları kökten farklı olan devletlerarasında hukuksal birlik ve ortak adalet anlayışı olabilir mi?

Bugün artık ilk adım gerileyen sahte hak ve özgürlükçülüğün sahte bayrak salladığı ilk önce şöyle ortaya çıktı. Önce şuna işaret edeyim. Bir idealinin yalan olması, bir tuzak olması onun tutmasına ve yayılmasına engel değildir. Bizde de tam öyle oldu.  Sahte bir idealin başına sahte bir lider diktiler ve itiraz eden olmadı. Karşı çıkanlar da memleketten kovuldu ve herkes sustu. Olay, Bulgaristan’da devlet gücünün halka her şeyi dayatabildiğine örnektir. Olayı açmaya bu temel üzerinde devam edelim.

Bir hünersiz zevali olan ama gizli polise müzevir olmayı kabul eden ve daha sonra hainlik başı olan kukla lider Ahmet Doğan, Sofya’dan ve Bulgaristan’dan tükürük yağmuru ve lanet çığlıkları arasında kaçması beklenen Todor Jivkov’u evinde ziyaret etti. Böylece onun görülmez güçler tarafından yönlendirildiği ortaya çıktı. 10 yıl sonra onun kahpeliği tekrar etti. Hainlik başı Doğan bu defa 1944’ten önce dedesi, babası ve kendisi Pomakları defalarca din ve kimlik değiştirmeye zorlayan, üzen, ezen ve onlara etmediğini bırakmayan, camilerini kilise yapan, vaftiz eden, din değiştirmeye zorlayan Simeyon Saks Kobur-gotski’yi İspanya başkentinde ziyaret etti. Bulgaristan’a başbakanı olmaya çağırdı. Biz Bulgaristanlı Türkler olarak onun bu hareketlerinden utandık ve kendisini lanetledik.

Dahası var. 2007’de Avrupa Birliği’ne davet edildiğimizde “Bulgaristan’da yaşayan Türklerin ve diğer etnik ve dini azınlıkların çözülmedik sorunu yoktur’ bildirgesini imzaladı ve can alıcı etnik sorunlarımızın Avrupa Birliği içinde çözebilmemiz kapılarını da yüzümüze kapadı.

Bunlar ihanet edimleridir. HÖH-DPS partisinin etnik azınlıkları totaliter statüko içinde boğup eritme çabalarına kanıttır.  Azınlıkların hakları tanınmış tanınmamış ne Ahmet Doğan’ın ne de Lütfü Mestan’ın umurunda değildi. Onların anlayışında insan hakları, hukuksal edinimler ve adalet ve özgürlükler, ihtiyaca göre kesilen kumaş gibidir. Bizde ceket pantolon diken terzi kalmadı. Vatandaş Almanya morglarından gönderilen ve ikinci el satan mağazalarda kilo hesabıyla alıcı bulan hazır giyime alıştı. Kumaş kestiren yok.

İktidara gelince, 2009 – 2013 arası ilk dönem iktidar olan GERB ve Başbakan Boyko Borisov hak ve özgürlük, azınlık sorunları, dini hürriyetler gibi ufak işlerle uğraşmadı. 2014 Kasımında ikinci kez iktidar olurken, haktan hukuktan, Anayasa değişliğinden pek söz etmedi. Reform işlerini Reformcu Blok grubuna devretti ve şimdi HÖH-DPS “olmaz” deyince birden tökezledi ve kamuoyunda yeni bir durum oluştu.

RB hukuk ekibi HÖH lideri Mestan’ı uzlaşmak amacıyla dostane görüşmeye davet etti. Bu görüşmede Mestan’ın hukuk bilgilerinin ve hukuk felsefesinin takıntılı olduğu ortaya çıkınca, masadan kovuldu.

DPS partisinin en büyük hukuk uzmanı geçinen D. Peevski hakkında “Kapital” gazetesinde bir yazı çıktı. Çevre Sağlığı Bakan Yardımcılığından kovulmazdan önce savcılık makamına bağlı Sofya Sorgulamasında çalışmış görünen milletvekili Peevski, 3 yılda hiç bir dosyayı kapatmamış, hiç bir sorunu çözmemiş, hiç bir olayı dava aşamasına götürememiştir. Durum budur.

Parti ve hükümet başı olan B. Borisov, 240 milletvekili olan Sofya Meclisinde 160 veya 180 oy sağlamadan Anayasa’nın hiç bir maddesine dokunamayacağını anladı. HÖH’ün 36 oyu olmadan aranan çoğunlu sağlamak tamamen imkânsız, çünkü Moskovacı “Ataka” ile Putinci Sosyalistler görüşmelere zaten katılmıyor.

Aşılamayan çıta şudur: “Yüksek Yargı üyeleri majoriter (oy fazlasıyla seçilir) ve yargı ile savcılık makamları birbirinden ayrılır.” Her yerde “demokratım” deyen L. Mestan adaletin bu olmazsa olmazını kabul etmedi. Daha anlaşılır olsun diye yazıyorum, değişiklik yapıldığında Razgrad yargıcını Razgratlılar, Filibe yargıcını da Filibe sakinleri kendileri seçecektir. Savcılık da yargıca, dosyaya, davalara, duruşmalara direk ve dolaylı olarak müdahale hakkını yitirecektir. Ne ki, bunlar onun adalet ve demokratik hukuk anlayışına ters düştüğü için ıvırdı kıvırdı ve uzun zaman “hayır” dedikten sonra ne sebepleyse artık pisi pisi imzaladı. Uzunca oldu ama anlatmak istediğim gerileme buydu. Şu bilinmeli, bu memlekette en fazla ezilen, en haksız yaşayan, terör görmüş, göçe zorlanmış bir etnik azınlığın hukuksal savunması totaliter adalet anlayışıyla asla yapılamaz. Bulgaristan hukuk sisteminin yeni baştan düzenlenmesi zorunludur. Bunu artık AB, ABD ve tüm dünya demokratları istiyor. Aynı suçtan yargılanan ve 11 yıl alan Ak Kadınlı Sever evde rahatına bakarken, aynı kasabanın belediye başkanı D-r Tabakov aynı davadan 5 yıl alıp Varna hapsine tıkılamaz. A. Doğan’ı kürsüden indiren Oktay Yeni Mehmedov’u suçsuz bulan Sofya İstinaf Mahkemesi Başkanı Veselin Pengezov görevinden atılıp yargılanamaz. HÖH lideri olayları çok yönlü ve insanlarımızın bakış açısından görmezse kendi kendini bitirir.

Ejderha pençeleri adalet sistemimizin üzerinden mutlaka çekilmelidir.

Reklamlar