Rafet Ulutürk Rafet ULUTÜRK

Konu: Uyu, ama uyumayanları kontrol et!

Hainlere karşı aynı siperdeyiz.

 Bulgar basınını izliyorum da, Türkiye ile ilgili yanlış bir algı oluşturulmak isteniyor. Bulgaristan Başbakanı ve GERB Partisi Başkanı Boyko Borisov dünyanın en büyük köprülerinden biri olan, Avrupa ve Asya kıtaları arasında hem kara yolu hem de demiryolu bağı kuran “Sultan Selim” köprüsünün açılışına katılacak.

O, 16 Ağustos günü Türkiye Cumhuriyeti devlet başkanı Sayın Recep Tayip Erdoğan’la İstanbul’da yapacağı görüşme arifesinde basına verdiği demecinde “Ne pahasına olursa olsun Türkiye ile en iyi ilişkiler geliştirmek zorundayız” dedi.

Bir devlet siyasetinde şeffaflık ifade etmesi bakımından bu sözler, iki ülke arasındaki ilişkilerde yirmi birinci yüzyıl bir yana, geçen yüzyıl boyunca işitilmemiştir.

Bulgaristan halkının Türkiye’den bu kadar büyük ve içtenli siyasi desteğe ihtiyaç duyması ikili ilişkilerimizin ufkuna çarpıcı yeni bir tablo serdi. Bu, yalnız bir daha yakın işbirliği daveti olmakla kalmayıp bütün bir yüzyıla ilişkin uzun süreli bir işbirliği, yardımlaşma ve dayanışma ufkudur.

Bunun bir anlamı da, Sofya’nın bunalımlara teslim olmayan, krizi bataklıklara basmadan atlatabilen,  Büyük Türkiye açılımında ve 2023, 2050 ve 2071 program boyutlarında kendini araması da çok önemlidir.

Bugün Bulgaristan, Avrupa Birliği üyeliği ile ne kadar böbürlenirse böbürlensin, eski kıta bunalımlarını sırtında taşımak zorundadır.

Sanayi, tarım, teknolojiler, ulaşım vb bir yana, milliyetçi kesimden Bulgar araştırmacı yazarlarından İvaylo Hristov  “Ulusal Bulgar Karakteri” başlıklı bir kitap yazdı. Bu eserin başlıklarından birinde, 20. yüzyılın sonunda ve 21. yüzyılın başında Bulgaristan’ın Bulgarsız kalacağı anlatılıyor. Yazar yazmış yazmış da vatanının insansız kalmasının temel nedenine inememiş.

Bulgaristan’da şapkasını alanın gitmesinden sorumlu olan kimdir?

İnsanların karakteri mi, yoksa siyasi ekonomik ve sosyal dar boğaz mı?

Her şey devlet yönetiminin çok zor olduğuna işaret ediyor.

Temel nedeni göremiyoruz. 19. ve 20. asırlarda Bulgar milli karakteri çok değişmiş. Olaya Türkler açısından bakıldığında, Bulgar milli karakterinin Türk ve Müslüman düşmanlığı üzerine tesis edildiğini görüyoruz.

Kendi milli kimliği oluşmamış bir millerin diğer etnik azınlıkları asimile etmesine dayanan bu siyaset ulusal çöküşün ana nedenlerinin başında gelir.

Bulgar prensliği ilan edildiğinde (1878) nüfusun % 52’sini oluşturan Müslüman Türklerin öz topraklarından kovmak da Avrupa’ya yakışır bir Bulgar Ulusal Karakteri oluşturmaya yeterli olmadı. Azınlıkların dil, din, kültür ve yaşam tarzından mahrum edilmesi, gözü dönmüşler ortamında ulusal kaynaşmanın mümkün olamayacağı bilincine varılamadı. Bir de şu çok önemlidir. Türk ulusu gibi ulusları parçalamak, bölmek, eziyet ederek hırpalamak mümkün değildir. Çünkü onlar çok derin bir milli kimliği ve uygarlığın varisleri olarak kalmıştır bu topraklarda…

Bulgarların bilmedikleri bazı başka şeyler de vardı.

Her bir özgün milli varlığın temel öz çizgileri arasında en önemli olan aynı tarihe sahip olmaları, aynı ortak dili kullanmaları ve aynı edebiyattan yüreklenmeleri ve aynı dine inanmaları paha biçilmez nimetlerdi. Bulgarlarınsa ne Türkler kadar derin bir tarihi vardı ne Türk dili kadar zengin bir dili ve edebiyatı, ne de gönül dini vardı. Türklerden Türklüğü sökmek ve onlara Bulgarlık ve Hıristiyanlık aşılamak adeta imkânsızdı.

Olmadı da. Bu deneme ilk kez 1912’de askerle, jandarma, papaz, hükümet ve Çar gücüyle denendi.

1936’da “Rodina” (vatan) saçmalıyla denendi. 1972’de Pomaklıkta kan aktı. 1984’te Türklerin Türklüğüne ateş açıldı. Olmadı. Olmadı da onlar bu işin olmayacağını anlayamadılar gibi. Hem de 1997’de Başbakan İvan Kostov Türkiye’ye gidip özür dilemesine rağmen, Türkiye devletine gülümsense de, ülke içinde kılıflı yumruk Türklüğe darbe vurmaya devam etti. Türklere zulüm eden Bulgar eğleşti, medenileşti, kültürleşti mi?

Hoşgörülü mü oldu? Hayır. Faşizm ve totalitarizm yaraları kanatıldıkça kanatıldı. Zulüm asla dinmedi.

Bulgarlar da Bulgaristan’ı terk ederken, 710 bin kardeşimiz Türkiye Cumhuriyeti’ne sığındı, göç etti. İnsansız kalan topraklar, köyler, kasabalar birer ikişer söndü. Bulgar devleti borçlandıkça borçlandı.

 

Bir de olaya şu açıdan bakalım. Zulüm eden Bulgar cezasız kaldı da, şimdi ne yapıyor? Allah’ın adaleti onu bulmadı mı? Bulgar ırkının bencil, kıskanç, biraz yalancı, biraz hırsız nitelikleri iyice keskinleşti. Maddi kazanç elde etmek veya devlete yaranmak için hainlik eden tabaka belirdi. İktidara yamanmak isteyenlerin her dönemde hep bir leke gibi suyun üzerinde kalmak istemesi toplumsal ahlakı bozdu.

Omurgası değişmeyen eski toplum ayakta kalabilmek için cepheleşti, parçalandı, iç ve dışta dönüşümler aradı, arıyor.

Her yerde etrafımızda kör cahil, ahlak çökmüş soy boy aile içi ilişkileri kopmuş her şeyini satmaya ya da peşkeş çekmeye hazır gözü pek yeni tipler kol geziyor. İdealist dönekler de sivrilme peşinde!  Kendilerini zor zar koruyup kokuşmuş durumu atlatmak isteyenlere yeni şans olmaması üzücü…

Her nedenlerle kimliğine ihanet eden insanlardan oluşan bir toplumda yaşanır mı? Yoksa her zaman dışardan bir şeyler bekleyenler bu defa işleri toparlayamamasında mıdır?

Konuya bu açıdan girmemin sebebine de bir bakalım.

Tüm Bulgar TV programları, sayısal programlar topluma “SİZ TÜRKİŞYE’DE 15 TEMMUZ 2016 ASKERİ DARBE DENEMESİNİN ARDINDA FETOCULARIN DURDUĞUNA İNANIYOR MUSUNUZ, YOKSA İNANMIYOR MUSUNUZ?

Sorusu günlerce soruldu.

Amacı anti Erdoğan, anti-Türkiye düşmanlık dalgasını körüklemek olduğu hep sırıttı.

Bu gelişmeler, propaganda, ideolojik savaş, siyasi kapışma almış başını gidiyor. Bulgar toplumunun kafasının köklü değişmesi için belki de başına çok büyük bir olay gelmesi gerek ve olabilir ya artık “Ne pahasına olursa olsun Türkiye ile çok iyi ilişkiler geliştirmemiz gerekiyor!” diyen Başbakan Borisov, bu işin ilk farkına ve bilincine varmış kişi olabilir.

Fakat propaganda omurgasını oluşturan taş kafaların bunu algılamasına olabilir ya yıllar gerekebilir. Binlerce ırkçının umudu suya düştü. Hepsi Türkiye’nin mekanik kafa ruh hastası bir topluma dönüşmesini hayal ediyorlardı.

Mutluluk kaynakları Türklerin kötü olmasıydı.

Kendileri o kadar kötü hissediyorlar ki, adeta yutkunamıyorlar. Etrafınıza bakınız, Ahmet Doğan, Lütfi Mestan, Mustafa Karadayı, Çetin ve Metin Kazak, Osman Oktay, Güner Tahir ve daha kimler kimler “dut yemiş bülbül gibi” dil yuttular. Hiç biri çıkıp ta bu dünyaya örnek olan Türk halkını kutlayamadılar. Duyur duymaz kendisini soka atan halk, Ben bu ülkede darbe yaptırmam diyen, Tankların altına kendini atan, Tankın önünde “Ben ölmeye hazırım ya sen beni öldürmeye hazırmısın” diyebilen bir kadının tarih sayfalarına geçmesi, dünyaya demokrasi dersi veren bu halkı göremediler, Avrupa, Amerika gibi.

Komşu evinin yanmasına sevinen bu tiplerden, hain planlar gereği, Türkiye’de önce bir iç savaş çıksaydı, ardından da Türkiyeyi yabancı işgale açık duruma getirilebilselerdi, bunu yapmaya kalkışan FETÖ terör çetelerini alkışlamaktan daha büyük bir hainlik düşünebilmenin mümkün olduğuna inanamıyorum.  Sanki Türkiye baştan başa yanacak da Bulgaristan’a kıvılcım sıçramayacak!

Ama bu kendini beğenmiş ve Türkler, Türkiye ve İslam dini konusunda taş kafalarında tek bir hücrenin değişmesine tahammülleri olmayan milliyetçi-ırkçı tipler, sanki Sakar Balkana dikenli ter germekle ya da Karadeniz’de zırhlı bot gezdirmekle durumu kurtarabilecekler.

Kuşkusuz izninize sığınarak, her şeyi unutarak,  “Ne pahasına olursa olsun Türkiye ile ilişkilerimizi en iyi şekilde geliştirmeliyiz” diyen Başbakan Boyko Borisov’u gönülden kutluyorum.

Tabii, bu beyanın çok derin arka planı olmalı. “Tarih bilmeyen siyasetçiler pusu bilmeyen gemi kaptanları gibidir” demeye dilim varmıyor. Borisov iç politikada, azınlıkların haklarının tanınması konusunda pusulayı şaşırmak istemiyor.

Bu pusula 1912’de Çar askerleri Edirne’yi bombalamaya başladığı andan Bulgaristan Müslüman Türklerinin 1984’te evlerinde ve köylerinde kurşunlandığı günlere kadar, etnik azınlık haklarımızın verilmediği her an şaşmıştı.

Dünya genel insan hakları sözleşmelerine uygun değildi.

Atalarımız, babalarımız, vatanımızdan kovulduğumuz an hep şaşmıştı bu pusula. Bulgaristan Türkleri bakımından bugün de şaşmıştır. Kuşkusuz Türkiye’nin devlet çıkarları ile Bulgaristanlı zavallı, 138 yıldan beri oralarda ezilen Türklerimizin çıkarları yakın tarih boyu birçok dönem çakışamadı, çakışmadı.

Evet 4 kuşak bekledik. Eritilmemeye direndik. Bizi görmekte kör olanların bu defa fırsattı bizim lehimize çevirebilirler. Hak ve özgürlüklerimizin serpilip açmasına destek olabilirler. Büyük ricamızdır. Ne de olsa şanlı ortak tarihimizin derin kökleri başka yerde değil, bizim bastığımız topraklardadır.

Türkiye’nin geleceğine kast edenleri haklı göstermeye, FETÖ çetesiyle beraber olmaktan gurur duyanları akıllarını başlarına toplamaya davet ediyoruz.

Bir milletin gücü köklerinin derinliği kadardır.

Bunu ölçmeye arşı olmayanlar bu işten vazgeçsinler. Anlaşalım, sarmaşalım, kardeşleşelim yolumuza birbirimize saygı göstererek devam edelim. Hayatın gösterdiği üzere en büyük diplomatlar okullardan değil hayattan çıkıyor.

Vize kalkmazsa geri kabul de yok” sözleri nükleer bombalardan güçlü etki yaptı.

Türkiye’de bizi rahatsız etmeyen sığınmacı kardeşlerimiz Avrupa’da uykuları kaçırdı. Savaşa karşı yola çıkan ve bu gidişle Avrupa’daki tüm silah fabrikalarını işgal edecek olan sığınmacı kardeşlerimizin hiç bir silahtan, hiç bir uçak ve tanktan korkmaması gerektiğine, Türk halkı örnek verdi. 15 Temmuz kahramanlığı 21 asrın dünyanın her devletinde tarih ve edebiyat kitaplarında sınav dersi olmalıdır.

Bir şiirimiz şöyle der:

Halk olmadan bir şey olmaz

Halkım uyandır beni!

Bu kavga halkın kavgası

Halkım uyandır beni

 

Reklamlar