BGSAM
1990 – 2009 döneminde Bulgaristan’da komünist totaliter zorba rejimi uzantılarına dalkavukluk eden Hak ve Özgürlük Partisi (DPS) yönetimi son beş yılda hedeflerinden tamamen saptı. 2009’da Bulgaristan demokrasi ve adil insan hakları toplumu Geçiş Dönemi atılımı tabutuna son çiviler çakıldı. Herkes Geçiş Dönemi masalının özünde komünist zulüm rejimi varislerini politik sahneye çıkarma olduğunu gördü. Bu iş yapılırken 1944 – 1990 politik lâf ebeliği söylevi temizlendi, örneğin işçi sınıfı, kooperatifçi köylüler, halk iktidarı, sosyalist adalet gibi kavramlar çöpe atılırken, yerlerine “politik sınıf”, “siyasi elit”, “Pazar ekonomisi” ve “aşamalı geçiş dönemi” gibi özsüz kavramlar gevelenmeye başlandı.
Hayata maddi ve manevi olanı birbirinden ayırmada güçlük çeken yeni siyasi elit, 1989’da kovulmadan önce başlıca Türklerin de emeği ile inşa edilen alt yapı, işleme sanayi ve tarımsal kooperatifçiliği baştan aşağı yok etti. Emekçi halkın gelir kaynaklarını tıkadı ve kesildi. Kitleler kader kurbanı oldu. 2 kuşak yalnız devlete çalışmış, özele teşebbüsse açılmak için maddi, mali ve manevi birikimi, ruhsal hazırlığı olmayan halk yolunmuş tavuk gibi sokak ortasında kaldı. Hele azınlıkla böyle bir eğitim verilmemiş, işten eve evden işe giden insanlardan harikalar beklemek de yanlış olurdu.
HÖH-DPS partisinde birleşen Türk, Pomak ve Romanların beklentileri ise tamamen boşa çıktı. Baskı rejiminin çoğulcu ve demokrasi esaslı halka açık bir düzene dönüştürülmesi için eski düzenden kalan ne varsa, malın mülkün yok edilmesi, halkın ekmek uğraşısına birçok sertifika, kota, taban ve tavan fiyat gibi sınırlama, banka kredisi kısıtlaması ve bazı yerlerde yasaklar getirilmesi gereği dayatılması inandırıcı olmadı. Oligarşileşme yönü alan sermaye birikimi refah, adalet ve huzur umutlarını dondurdu. Bu yüzden de 2000 yılına kadar devam eden Filip Dimitrov, Lübomir Levçev, İvan Kostov icadı – aktif talan devri – emekçi halkı olup bitenden yabancılaştırdı.
Kuşkusuz ilk başta ve öncelikle manevi olanın, yasaların ve kuralların değiştirilmesi gerekiyordu. Toplumdaki üst yapı değişmeden, zülüm mekanizması sökülmeden ve yerine adil yönetim, yürütme ve yargı sistemi getirilmeden ileri adım atılamadı. Yapılması gereken olan öncelikli işler bunlardı. Halkımız kendi partisinde örgütlenmiş de olsa polis şefleri, yargıç ve savcılar yerlerinde kalınca, oyunun bozulmadı hemen anlaşıldı. Demokratikleşme daha 1992’de yapılan Anayasa değişikliği ile ana çizgi ve hedefinden saptı. Kendini komünist duvara çarptığı yerde 25 yıldan beri kafasını tutmuş oturuyor.
Anayasa’dan “komünist partisinin yönetici rolünü” söküp yerine Bulgaristan demokratik, çoğulcu ve sosyal bir devlet olduğunu monte etmekle işler bitmedi. Hukuk tanımaz totaliter diktatörlüğün yerine parlamenter cumhuriyet, çok partili sistem gibi bazı esas değişiklikler getirilse de, değişim şekilseldi ve değişmesi gereken öze dokunan olmuyordu. Betonlaşmış üst yapıyı belirleyen ve tek yanlı çalışan yasadışı zihniyet tuzla buz edilemedi. Bunu gören Demokratik Güçler Birliği (CDC) ve HÖH milletvekilleri 1992’de yeni Anayasaya oy vermediler.
Biz politik adalet, doğal ve yasal haklarımız, ihtiyaç duyduğumuz hürriyetlerimiz için örgütlenmiştik. Ayaklanma meydanlarından, toplama kamplarından, hapishanelerden, sürgünden, çileli çeki günlerinden gelmiştik. HÖH-DPS yönetimi daha 1990’da ve hele 1992’de yeni Anayasa hazırlanırken isteklerimizi teker teker sunup, savunup dayatamadı. Oysa böyle bir olanak doğmuştu. Bizim dini, dili, özgün kendi kültürü, yaşam tarzı, adet ve gelenekleri olan, toplu halde kendi toprakları üzerinde yaşayan bir etnik halk topluluğu yani Bulgaristan Türk azınlığı olduğumuzu bile Anayasa’ya işletemedi. Tüzel kişisi tanımlanmamış bir olayda hak hukuk aramakta da yönsüzdü. İşte bu noktada stratejik hedeflerimizin yolu kesildi. Yeni yasalar bize adeta “sizin biletiniz bu durağa” kadar dedi. Oysa büyük bir ateşin içinde yanıyorduk. Totalitarizmden demokrasiye geçiş devrimsel niteliklerle gerçekleşebilirdi.
Böylece Bulgar devletinin imza altına aldığı insan hakları, etnik halk topluluklarının haklarının tanınması gibi konuları kapsayan uluslar arası sözleşmelerin ülkemiz koşullarında yasal olarak alabildiğine uygulanması yolları da kesilmiş oldu. Yani iş daha ilk başta stop etti. Bu Çingene azınlığı ve Müslüman Pomak kardeşlerimiz ve diğer dini ve başka azınlıklar için de geçerlidir. Başka bir değişle ya da karşılaştırmayla ifade edildiğinde, biz Bulgaristan nüfusu bir otobüsün içindeki yolcular olsak, Anayasa da otobüs olsa, yenilenen yalnız dış cephe boyası ve bazı aksesuarlardı. Yeni esas kanunun ilk sayfa ve bölümlerindeki değişiklikler önemli olsa da, diğer sayfalar korunmuş, yeni bir kapakla, yeni daha lüks bir baskıyla olay rafa kaldırılmıştır.
Bugün yani, 25 yıl sonra, Sofya Meclisi’nde her gün daha da sertleşen bir dille tartışılan konu, insan hakları ve hukuksal reform konusudur. Demokratik hakların tanınmadığı bir ülkede adalet olamaz. İnsan haklarının askıda kaldığı, doğal hakların ve demokratik insan haklarının yalnız sözde var olduğu, adaletin rafa kaldırılmış olması, toplum motorunu sek telemeye zorluyor. Temel insan hakları konusu harmanlanıp yasallaşmadan ne sağlık, ne eğitim, ne kültür vs. alanlarında hiçbir başarılı reform (yenilenme) yapılamaz. 180 yerleşim yerinde eczane olmaması kendinden konuşan bir rakamdır.
Reformların arasında yapılması gerekenin arasında öncelikli olan yargı reformudur. Durum Bulgaristan’da yönetim, yasama ve yargının birbirine kenetlenmiş durumu, üç erkin bağımsızlıktan söz edilmesine engel olduğu gibi, demokrasiden söz edilmesi kapısını da kapıyor. Bugün Bulgaristan’da ve Avrupa Birliği ülkelerinde geçerli olan hukuk eski Bizans hukukudur, 1000 senede derlenmiş ve 1000 sene de uygulanmış bir yasal sitemdir. Bizim toplumun algılaması kara kaya gibi Adalet dendiğinde bizim toplumun algılaması kara kaya gibidir. Son dönemde bu konunun masaya yatırılması gereği İtalyan ve başka AB ülkelerinin sert beyanlarının sonucudur.
Diktatör T. Jivkov zamanında eğitilip özel yetiştirilen ve yargı sistemi çalışmayan, idam cezalanın duruşma salonu dışında alındığı bir rejimden miras kalmış 500 yargıç, savcı ve mahkeme heyeti üyesi bugün de kendileri seçtikleri ya da adrese gönderilen davalara bakıyorlar, biçip kesiyorlar, yabancı şirketlere bile duruşma salonunda tüzel kişilik değiştirte biliyorlar. Bizim yargıç ve savcılarımızın dokunulmazlığı var, görev süreleri ömür boyudur, onların kılına eski rejimde kimse dokunamazdı, şimdi de dokunamaz.
Savcılığın gözü önünde Kooperatif ve Ticaret Bankası’ndan (BTK) 5 milyar leva para çalındı, dava açılmadı, 518 kişi sorgusuz yargısız “Belene” ölüm kampında çürütüldü, dava açılmadı, 1500 bin sanayi işletmesi kapandı, dava açılmadı, 15 milyon küçükbaş hayvandan ancak 1 milyon kaldı, kim yeni bu kuzuları diye sorup soruşturan olmadı. Bu yargı sistemini yenilemek amacıyla değiştirmek, Adliye Saraylarının beton duvarlarıyla kaynaşmış yargıç ve savcıları sökmek sözle, yazıp çizmeyle mukayeseyle vs. ifade edilemeyecek kadar zor bir iştir. Sofya’da Adalet Sarayı önüne dikilmiş ve herhangi bir konuda hak arama davası açmak isteyen vatandaşları durduran kâhinler var. Onlar dosyayı okur okumaz nasıl bir karar çıkacağını % 99 yanılmadan söyleyebiliyorlar. Ben artık Adalet Sarayı basamaklarında kendilerini bir tuba benzinle yakanların ne demek istediklerini, neden isyan ettiklerini düşünmez oldum. Mahkeme adaletine inanmayan Bulgaristan Türkleri, Baş Müftülük taşınmazları dışında, 2014 yılında bir tek dava açmamışlar. O davalardan çıkan olumlu kararlarsa eli sopalı, motorlu, saldırgan çapulcuların tepkisiyle felç ediliyor. Bu totaliter rejim kaskatılığının bir başka biçimidir. Yasaların üstünlüğü sağlanamayan ülkelerde demokrasi kök salamaz. Tek yanlı adalet olmaz.
Hedef neden saptı? Nerede yanıldık?
Bu konunun boyutları kitaplara sığmaz. Anlatmak ömür ister. Demokratik Güçler Birliği’nde (CDC) yaşlı kurmayları, hepsi artık emekli tabii, vakitleri bol, “CDC Neden Başarılı Olamadı?” başlıklı 700 sayfalık, bir de “CDC Başkanı ve Başbakan İvan Kostov Bulgaristan Demokratik Güçlerine İhanet Etti! O Derin Devletin Babası. Perde Ardından İpleri Çeken De O!” ” gibi başlıklarla 500 – 600 sayfalık kitaplar raf dolduruyor. Sosyal İşler Bakanı Kalfin’le görüşmek üzere, Sofya’ya son gidişime bu eserleri aldım ve biraz karıştırdım.
Şu Geçiş Dönemi olayında hain ajanların yani bizim öz değimimizle döneklerin hedef saptırması var. ;ileri toslatan ve felç edenler onlar oldu. İvan Kostov’un Moskova’da eğitim almış bir komünist ajan olduğu; “CDC” partisini içerden çökertip dağıtmak ve ülkemizin demokrasi hedeflerini doğru yoldan saptırmak için görevlendirilmiş biri oldu anlatılıyor bu kitaplarda. Hainlik işi başarılı bir şekilde yerine getirilmiştir. Ahmet Doğan, Osman Oktay, ve Lütfü Mestan ile Önal Lütfü’nün bu işlerde parmağı vardır. Bulgar ekonomisi, maliyesi ve sosyal yaşamı öyle çökertildi ki, bir türlü dirilemiyor. Biz dibe vurmadık, dipte yaslandık. Bu iş Türkçemizde çok sık kullanılan “benden boşanırsan yaşatmam seni!” sözleriyle en net bir şekilde ifade bulur. Yerli komünizmden ve Rusya’dan sözde boşandık, sözde 1878’den sonra ilk kez “tam egemen bir ulus olduk” ama açız, işsiziz ve başka bir değişle “el kapısında köle değilsek bile dilenciyiz.” İyi ki, Bulgar demokratlarından eski tüfekler bunları yazacak kadar zekâ ve vakit bulabilmişler. Kendilerini kutluyorum.
Eskiyi yaşatma ve halkı ezdirme işinde HÖH-DPS kılıf değiştirip BKP’den BSP olan partiye arka oldu, destek verdi, onu yıllarca iktidarda tuttu. Totaliter rejimin çözülememesine ana engel HÖH-DPS liderlerinin dalkavukluğu ve yalakalığıdır. Onlar halkımızı çok çok ucuza sattılar.
Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının partisi HÖH-DPS lider takımının öz davamıza ihanetini, dönekliğini, hedef saptırmasını ise şöyle anlatabilirim.
Ben Sofya’dayken hava biraz sertti. “Hale” mağazasına girdim. “Cega” gazetesini alıp fıskiye kahvesine oturdum. Gazetenin birinci sayfasındaki büyük bir resim Moskova eyaletinin Klimovsk askeri fabrikasında, Devlet Başkanı Vl. Putin ile RF Yüksek Askeri heyeti yeni icat edilmiş bir kitle imha silahını inceliyorlar. Silah dört tekerlekli bir motor, motorcusu bir robot! “Kamikaze” saldırı işleri için özel tasarlanıp geliştirilmiş. Viraj almak bilmeyen bu “robot kamikaze” – “kamikaze – insan” eğitiminden çok daha ucuza mal oluyormuş.
Düşündüm de 1990’dan beri sarıca arı gibi başımızda dolaşan ve bizi ha soktu ha sokacak, sokarsa başım gözüm şişecek korkusuyla yaşatan şu HÖH-DPS liderliği, 25 yıldan beri kurulmuş bir robot kamikaze silah gibi hareket et etmiyor mu? Çok bilirseniz, yeni bir istekte bulunursanız, hak hukuk diye kaklarsanız “Ataka” kamikaze robotunu ya da yeni yurtsever cephe “PF” silahını ateşler ve 7 sülalenizi yok etmek üzere üzerinize sürerim, deyip durmadı mı. Böyle yapmakla bizi demokratikleştirme süreçlerinden uzak tuttu. Artık olup biten tamamen bizim dışımızda gelişiyor. Biz Türklere ve Müslümanlara karşı kamikaze silahı olarak geliştirilen “Ataka” ve “PF” ırkçı “ksenefob” robotları artık gündüz ödümüzü patlatıyor, gece de uykumuzdan çıkmıyor. Şu GERB milletvekili Karayançeva’yı bir görseniz, dilinin altında Türklere ve Müslümanlara karşı birikmiş sözleri, Rus mitralyözünden daha büyük bir süratle söylüyor. Bu nasıl bir eğitimdir. Bu nasıl bir iştir. Türklerin arasında yetiştiğini iddia eden bir milletvekili nasıl olur da bu denli çarpılmış olabilir. L. Mestan’ın bu gibi seviyesizlere cevap vermesine ise akıl erdiremiyorum.
Burada hedef saptırma, en başta bizi vatanımızın sosyal, hukuksal ve ekonomik dönüşümüne seyirci bırakılmamızdır. İki, biz son 25 yılda parti ile politikayı birbirinden ayırıp, belirleyici olanın parti değil, politika olduğunu algılayamadık. Halka anlatamadık. HÖH-DPS kadrolarının ufak tefek konulara parmak basmasını büyük politika sandık. Partilerse, ancak demokrasi politikalarını uygulayıp gerçekleştirecek araçlardır. Çalışmalarını sivil toplum örgütlerine, belediyelere halka dayamalıdırlar. Halkın sorunlarından kopan parti yok olmaya mahkumdur. Geçiş döneminde 150’den fazla parti kapandı. Bir de şu var, bizdeki partiler, kişisel zenginleşme ve halkı aç bırakma ve baskı altında yaşatma aracı olarak kullanıldı.
HÖH partisinin adaletli toplum, hoşgörülü ve özgürlükçü yaşam stratejisinden caydığı ilk olarak M. Dikme ve R. Atalay gibi çok zengin yamaklar yetiştirilmesinde gün ışığına çıktı. 2009’da Ahmet Doğan Gotse Delçev’e bağlı mücadeleci bir Pomak ocağı olan Koçan’i de “çaprak benim elimde, Avrupa Birliği’nden gelen paraları ben dağıtıyorum!” demekle gerçek fışkırdı. Ve balon patladı. “Geçiş Dönemi” yalanını uyduran perde ardındaki ip çekiciler, bu işi bir işçi yemekhanesi, porsiyonlarının tabak içinde sunulduğu bir gişe; Gişe başı olaraksa Ahmet Doğan’ı seçmişlerdi. Aşçılar, baş aşçı vs. başkalarıydı. Onun işi tabakları dolu tabakları uzatmak ve boşları toplamaktı. Sonra o kimse görmeden bulaşıkları da yıkayacaktı. “Çaprak benim elimde” dediğinde iş bozuldu. Görevden alındı. İtibarsızlaştı. Köpeklerin tümü ona saldırdı ve 2015’in Ocak ayının 22 sinde bu saldırı güç alıp azgınlaşarak devam ediyor. O gün bu gün bir demeç bile vermedi. Olayı anlatamadı. Zehir içinde kaldı ve acısı onu kemire kemire bitiriyor. Zavallıyı artık ne arayan ne soran ne de nasılsın deye soran var! Bu hedef değiştirme ve dönekliğin faturasıdır. Bu öyle bir evrak ki, asla ödenemez. Kendisine böyle bir döneklik faturası kesilmiş insanın Allah canını almaz, deyenler haklı olabilir.
Yeni Başkan ise, hedefi iyice şaşırdı. Karşısına GERB partisi çıkınca hedef göbeğine ateş etmekten vazgeçti. Hatta 2015 devlet bütçesi ve emekli primlerinden 8-10 milyar leva çorma tuzaklarına herkes aleyhte oy verirken, o lehte oy verdi. Maşallah, Maşallah seçtiğimiz milletvekillerinden hiç biri farklı konuşma yapmıyor, sürüden ayrılmıyor ve kara koyun nereye hepsi oraya koşuyor. Fakat bu karşı cephenin betonlaşmışlığında aralık bulabilmelerine henüz hiçbir fırsat tanımadı. Kale duvarına çıkan Karayançeva Türk Mevlidi’ne çarşaf silkiyor. Simyonov ve Karakaçanovla Siderov ise “şükür işler yoluna girdi havasında ve serin gölge arıyorlar.” İşin en kötü tarafında, her konuda hazır cevap olan L. Mestan’ın tuzağa düşüp, kendini her gün yıpratması dikkat çekiyor. Ahmet Doğan Koçan’ide “çaprak…porsiyon…..” falan derken pot kırdı ve kendi mezarını kaldı da, çakal çukul havlamalarına kulak vermez ve hatta onları kışkırtırdı. İki “lider” arada büyük bir fark var.
Hedefin merkezinde koskocaman Boyko Borisov ve onun GERP partisi ve hükümeti varken, o sol ve sağ hedefe ateş açıyor. Besbelli dedesi ona “dal kesmekle ağaç kurumaz” nasihatinde bulunmamış. Oysa soldaki “Ataka” aşırılığını ve “sağdaki yurtsever kıyafetiyle pazara çıkmış “PF” faşist kalıntılarını Türklere, İslam’a ve Müslümanlığa saldırsınlar, gece gündüz durmadan köpek gibi havlasınlar diyen Ahmet Doğan’ın kendisidir.
Döneklik dediğimiz hainliğin özünde olan “insan ekmek yediği haneye köpekle saldırmaz, asla taş atmaz.” Çirkeflik kusan “Ataka” ve “Skat” TV yayınlarına da parasal deksek verdik aynı anlama gelir.
Sözde etnik bilincinde dava ortaktı. Onlar milliyetçilik yaparak Moskova’nın Baklalar ve Bulgaristan siyasetine yamandı. HÖH-DPS partisi ise Türk, Pomak ve Çingene Müslüman koyunları yaz sıcağında anız ortasında göz önünde tutma derdinde. İnanın, bu sürü dağılır. Yabancı sürünün köpekleriyle sürü toplanmaz. Hasım gözünde “çok akıllı” olan Ahmet Doğan Türkleri sindirme gibi gizli stratejik hedef peşinde yıllar geçirdi. Kuşkusuz burada stratejik hedeflerimizden sapma “Nerde Hanya Nerde Konya” değiminde olduğu kadar birbirinden uzaklaşmış olsa da, Lütfü Mestan bir de Partiyi kendi çıkarları için kullanmaya başladı, ki bu da şifası olmayan yeni bir salgın gibi yayılıyor.
Bir defa Lütfü avcı ve balıkçıdır. HÖH Genel Başkanı olarak atandığı 19. Ocak 2013 tarihine kadar bir bıldırcın bile indirememişti. “Dediğimizi yaparsan bizim acı grubuna kaydını yaptırır ve her atışın dolu olur!” deyenler perde ardında fırsat bekliyordu. O da ne yapsın, adam av uyuzu. “Evet!” dedi. İnsanlar yükseklerden de gelse gök gürültüsünü işitiyor da, Lütfü’nün “Evet!” dediğini duyan olmadı. O da eski bayırlara bir daha serseri gibi dolaşmadı. Ajan “Pavel”in sağanlı göllerde sazan avcılığı da ilginçtir. Derisi kemiğine yapışmış aç sazanlardan tutmasına tutuyordu da, eve vardığında Şirin hanım “bu balıklar bataklık kokuyor” dedikçe huzuru kaçıyordu. Bu mesele de kendinden çözüldü, sazan bataklıkları baraj alabalıklarıyla doluverdi.
“Dediğiniz emirdir” konusunda mutabakat sağlanalıdan bu yana bu engeller hemen aşıldı.
Fakat insan bir bakıma dert çekmek için doğmuş gibi…
Örneğin, bilmediği bir dil olan Türkçe başına devamlı dert sarıyor. Cezalandırıldı. Maaşı falan eşinin kontrolünde olduğundan, devlet bütçesinden gelen paralardan da Ahmet Doğan kimseye yalatmadığından faturalı cezaları ödeyemedi. Bu işi Brüksel’e gönderdiği milletvekillerine havale etmeye çalıştı da, iş fos çıktı. Bir ara D. Peevski “şu fişleri ver ben hallederim” demişti Fakat ona da kulisteki muhasebe şefi aman karışma, alışırlarsa batarız, demiş. “Biz hepsini cezalandırmaya hazırlanıyoruz, büyük bir gelir kalemidir, artık işler iyice karıştı, yorgan altında bile Türkçe konuşuyorlar, demiş ve iş hemen bozulmuş. Şu parti işleri ile kişisel dertleri ya da yetersizlikleri birbirine karıştırmak kötü bir olay.
Şöyle de bir şey var. A. Doğan Bulgaristanlı Türkleri, Müslümanlığı defterden iyice silmiş. Dava, kazanım, edinim, hak hukuk hedefi yok artık. Lütfü Mestan henüz bu kadar ileri gitmemiş, çünkü faturalar elinde. Partiden, başkanlıktan, milletvekilliğinden şahsi işlerini halletme ve problem çözmek için kullandıkça dile düşüyor ve pek yakışık almıyor. Lütfü Mestan ile HÖH-DPS kitlesi arasındaki hendek TV yayınları diline düştü. Bu genel stratejimizden tamamen sapmadır. Biz “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz” ilkesini davamıza bayrak baymıştık, o da uçtu gitti ve bir daha geri dönmedi. Sözümüz şudur: Parti sırtı eşeksırtı ya da semer değildir.
İkincisi, son konuşmalarında insanlarımıza “çocuklarınızın kulağından tutun ve hepsini Türkçe sınıflarına götürün” derken, “ben bunu yapmadım, benimkiler ana dilini bilmiyor, isterseniz siz de yapmayın, bir de çocuk esirgeme kurumu ve çocukları haklarını savunma yasası var” burnu çekilen ya da kulağı tutulan çocuk için ceza alabilirsiniz, aman dikkat edin derken, hep göz kırpıyor. Bu cezalarla sindirilen ve sındırılan ana babalarla, halkımızla alay etmek değil de nedir?
Ben Sofya’da iken Boryo Borisov 189 maddelik Hükümet Programı açıklama niyetini basına sundu. Bu programda Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlar ne bir etnik grup, ne bir etnik azınlık, nede kendi dilleri ve dinleri olan bir halk topluluğu olarak yer almıyor.
Ne yazık ki, bu defa da HEDEFTE YOKUZ!
Program ırkçı milliyetçi cephe tarafından hazırlanmış. Onların hedefinde aslında varız. Var olmayan bir şeyle savaşmayı hedef etmemişler. Sorun çözülmüş gibidir. Stratejisi olmayan düşman baştan yenik düşmüştür.
Ne durumlara düştük işte.
Ne kadar acınası bir haldeyiz baksana!
Hedefin sapması bizi daha nerelere itecek bir bilseniz!…