Tarih: 13 Aralık 2019
Yazan: Raziye ÇAKIR
Konu: “Bay Ganyo”nun başına gelene bak sen.
Arkadaşım Ayşe ile pazara çıktık. Portakal yığınını gösterdi.
“Memleketteydim. Silistre Çarşısından portakal aldım. Renginin koyuluğu dikkatimi çekti. Çocuğa soymazdan önce, evde ılık sudan geçirdim, soymazdan önce, ellerim yapışkan, oldu, tadı da bir tuhaftı.” Anlatırken sanki renk karşılaştırması yapıyordu. Sonra şöyle devam etti:
“Dalından tezgahtaki teraziye kadar bozulmasınlar diye ilaçlı sudan geçiriyorlarmış, parlak ve albenili görünüyorlar diye” devam etti.
Döndük dolaştık ve sonunda Ayşe, “İstanbul Üniversitesinde Bulgarca bölümü açılması iyi oldu. Vatan dili . Bilenler arttıkça bize saygı da belki artar diye düşünüyorum.
Son okuduğun kitabın Aleko Konstantinov’un “Bay Ganü”su olduğunu ve okurken çok güldüğümü paylaştım.
“Bizimkiler bir gözle hep Türkiye’ye baktıklarından, Bulgarların uyandığımız ve dirildiğimiz” devir dedikleri o yılları biz orada hissetmem-işiz. “Hibelerle Avrupa’da gül yağı taşımak kimin aklına gelir. Abayı, poturu, kuşağı, çarıkları atmaları hiç de kolay olmamış.”
“Sen de bilirsin tabii, mizah yazarı Aleko Konstantinov, aslında hiç Avrupa’ya gitmemiş, hatta gül vadisinden de sabah çiği-linde gül toplamamış, kazan başında ilk gül yağı damlasının ibrikten damlamasını beklerken ateşe odun atmamış biri, hep Tuna kıyısında nehre bakan geniş çardaklı bir Sviştov evde yaşamış. Hepsinin altında tam adresi yazılı yazılarını posta ile Sofya gazetelerine göndermiş ve yazılarını beğenenlerin Sviştov’a gönderdikleri yazıları çardaktaki koltukta okurken Bay Ganü’yü Avrupa seyahatine ve ta Chikago Uluslar arası Fuarına kadar göndermiş ve ona yaşattığı serüvenlerle dünya insanlarına “Biz Bulgarlar buyuz!” demeye çalışmış. Eserlerinde Türklük kokan sayfalar çok…
“Türklük kokusu dedin de, Osmanlı devrinde Bulgarcaya yüklediğimiz binlerce söz ve değimi kastettin değil mi?”
“Evet” anlamında başımla işaret ederek devam ettim.
“Bulgarların” eskiden “de-osmanizasyon”yani “Osmanlıdan arınma” dedikleri o vahşi süreçte aldıkları hız bu yılın yaz ayı itibarıyla yeniden canlanmış. 100 yıl önce İvan Vazov, Aleko Konstatantinov , İreçek vb yazarların kaleme aldığı eserler yorganda pire temizlenir gibi taranıyor ve Türkçe, Farsça, Osmanlıca söz ve kelimelerden temizlenip onların yerine geliştirilen yeni Bulgar sözleriyle basılıp önce okullara yardımcı kitap olarak bedava dağıtılmak isteniyor.
“İşitim Raziyeciğim, ben de duydum da, bu yenilenmeye bir anlam veremedim. Sopot şehrinde, gidip görmüşsündür, İvan Vazov’un tek katlı, çifte kapılı, avlusu taş döşeli, çeşmeli evi ile onun adını taşıya eski lise binası önündeki meydanda akan çeşmenin önüne “klasiklerin sadeliğini koruma” ateşi yakmışlar ve nöbet tutuyorlar.
“Alekoyu”okurken birkaç yerde “Haydi Bakalım!” ve “Hayırlıya da e!” deyimlerine sık rastladım ve bu paha biçilmez nimet olan ve Bulgar diline de yakışan değimleri tercüme veya uydurma yenileriyle değiştirmenin olanaksızlığını düşündüm.
Ayşe başını yanımızdan geçen çocuklara çevirdi ve “Her nesil kendi zamanını yaşıyor. Biz zamanı ne durdurabiliriz ne de hızlandırabiliriz” derken yüzüme baktı.
“Kendi dilinden (ana dilinden) utanan bir nesil. Aynı dili kullanan devlet ise Bulgarcayı 8 azınlığa birden zorla dayatmaya çalışırken, Makedonların konuştuğu Makedonca da “eski Bulgarca” diyor. Öyleyse kökten değiştirilmesi gerek. Ne ki Makedonlar dillerini sasıyorlar ve korunmasını istiyorlar. Makedoncada 35 bin Türkçe söz varmış, bunların hepsini çürük diş gibi söküp atınca, kullanıma ne kalacak ki?
Aslında atalarından insan olarak, dede ve ninesinin konuştuğu dilden, miras aldıkları kültürden sıkılan ve utanan bir yeni nesille yüzleşiyoruz. Tarihten gelen renklerle tatmin olmuyorlar. Baksana herkesin elinde şu yeni telefonlardan ve gençler tavukların yem kakaladığı gibi, tıkır tıkır durmadan yazışıyorlar. Bu yazışmanın içinde İngilizce parazitler çok. Beş kelime İngilizce bilen beşini de her cümleye sıkıştırarak modernleştiğini zannediyor. Eski, zamanını doldurmuş olanın kokusu, havası, güzelliği uçup gidiyor.
Haklısın da, orada, Sopot şehrinde bu yılın ilk karını Osmanlı zamanında kurulmuş ve kurnası hala şırıl şırıl akan o çeşmenin başında yaktıkları ateş başında yaşatmaya çalışılan “Esaret Altında” eserini ilk orijinalliğiyle koruyanların hevesi de sönecek mutlaka. Çünkü dilin ömrü çok uzun olabilir, Ay ve güneş, yaşam ve ölüm gibi ölümsüz kelimeler vardır içinde ama onlarla yaratılan (yazılan) kitaplar gerçeği anlatmıyorsa, benzersiz bir gerçekliği dile getirmiyorsa, kökü suda yaş bir söğüt kökü gibi yanar söner tüter tüter ve sonunda bir daha alevlenmemek üzere söner. Hiçbir kimse, hiçbir halk başkasının yorganı altında ısınamaz…
Bizim dilimizin yasaklanmasının acısı çekilecek daha. İnsan diken dikerse diken arasında kalır ve her gün sivrilen ve uzayan iğnelere teslim olur ve dolayısıyla yok olur.
Bu sabah TV açtım. Yazarlar tartışıyordu. Bulgar yazarlarının her biri kendisini “dünya klasiği” yeni-çağın parlayan cevheri sanıyor. Aslında yazdıkları ve basılan eserleri saman ateşi, ancak kendi kendini ısıtmaya çalışıyor. Yansıması olmayan bir tarih anlatıyorlar. Her eser bir çocuk gibidir, bilmem anlatabiliyorum, eğer bakamazsan, çocuk değil, sen yok olursun. Bulgar yazarlar, sanki kendileri için yazıyorlar, kendilerini tatmin eden ama çiçekleri kokmayan, tozlaşmak için arıları çağırmayan, meyvesi olmayan ağaçlar gibi…
Ben de aynı görüşteyim Ayşeciğim. Başkalarıyla alay etmek ve hatta kendilerinden olmayan herkesi kötülemek için yaratılan eserlerin ateşi sönüyor. Bu eserlerde gelecek günlerin güzel olmasını isteyenlerin kalbinde yanan bir ateş olmadığından kaynaklanan bir durum.
Ne de olsa, Bulgarca içine çiçekli oya gibi örülmüş Türkçe kelimelerden utanmaları, tiksinmeleri anlaşılır gibi değil. Güzel dilimizden binlerce kelime ve değim almışlar, ne kullanma ne aşınma kirası istedik, ne ekmek ne de su. Tek bedeli vardı. Tepe tepe kullanmaları.
Raziyeciğim, Bulgarcadan, Bulgar milli bilincini ve kimliğini uyandıran yaşatan ve dirilten kelimelerden, deyimlerden kurtulma çabaları, aslında Bulgar kimliğini tavsiye etmek anlamına da gelmiyor mu? Bulgarca konuşan şurada 2-3 milyon insan var. Onların yarısı da dış ülkelerde kendilerine “Ben Bulgar’ım!” demekten çekiniyor, belki de utanıyor, çünkü Bulgarca bilmeyen, ama ellerindeki kimliğe ve pasaporta bakılırsa Bulgar görünen pek çok yabancı var. Pasaport satın almışlar ve sınırlarda istendiğinde gösteriyorlar. Fakat onlar Bulgaristan’da olup biteni bizim gibi algılamıyor. Elinde Bulgar kimliği olan, dedesi kölelik devri yaşamış bir Afrikalıya, V. Vazov’un “Esaret Altında” romanını diş ve çene tedavisi için gittiği Odesa’da cebindeki harçlık ve yol parasının bittiği bir sırada, sipariş üzere para karşılığı yazdığı, parmaktan emme bir eser olduğunu anlatmak çok zordur.
Öyle de şu da var. “Esaret Altında” değiştirilmek istenen 6 bin söz ve değimi Osmanlı devrinde Bulgarların kullandığı dil olduğundan dolayı XXI. Yüzyıl öğrencilerinin, gençlerinin anlayamadığı ve XIX yüzyıl gerçekleri okullarda edebiyat ve tarih derslerinde ters yüz anlatıldığı için kafa karıştırdığı doğrudur.
Doğrusu olması bir şey değiştirmiyor ki, “Esaret Altında” romanı dil hazinesinde değiştirilecek 6 bin kelimenin yerine konacak yeni 6 bin kelime de “yabancı” değil mi. Her kelime ve değimin sicili var. Uydurulacak kelimeler köksüz olacağından dolayı yeni ve yabancı olduklarından yadsınmaları, kabul edilmemeleri de önemli bir sorun.
İyi konuştuk Ayşeciğim. Acelem var. Zaman uçmuş. Teşekkür ederim. Haberleşelim.
İyi oldu. Yazar Vazov sağ olsaydı. Diş çektirmeye gitti Odesa’da kale aldığı romanının günümüz Bulgar toplumunu parçaladığını görünce, yeni baskının son sözüne, “bir kelimeyi dilden çıkarıp atmak çürük diş çektirmekten zordur” diye eklerdi.
Bizi izlemeye devam ediniz.
Paylaşanlara özel selamlar.
Kendinize iyi bakınız.