Tarih: 18 Ocak 2019
Yazan: Oya CANBAZOĞLU
Konumuz: Süt dökmüş kedi gibisiniz de, yanlış mı yaptınız yoksa?
Tuna’ya sel gelse “Persin” Adasını alıp götürse bile, “Belene” zulmü asla aklanamaz. Katolik Papaz Paolo Kortezi, Bulgar’a hizmet ederken hayır işine girişmişti. İşkence kampından bir anıt parkı yapıp kötünün üstünü cilalamak ve izleri silmek istemişti. 2017 yılında Bulgaristan’da hem “Yılın Adamı” seçildi, hem de Suriyeli savaş kaçaklarına iğrenç muameleden dolayı utancından ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.
ANIT Parkı fikri iyi idi. “Ölüm adasına düşenlerin isimleri yaşatılmalı”düşüncesi tutmuştu. Ne var ki biz Türklerden ölüm adasına Bulgar ismiyle kapatılan yoktu. İsimler, o uğultulu ve karanlık adada işkence mengenelerinde, tecrit odalarında, örs üzerinde tokmakla Türk kemiği kırılarak, aç bırakılarak ve daha bin bir işkence uygulanarak zorla değiştirilmişti. Adadan parmaksız, çenesi çatlak, sırtında kamşık izleri olan, topallayarak çıkanlar vardı.
1985-1986’da işkence adasına Bulgar ismiyle kapatılan yoktu.
İsimler orada, Türk ruhumuz mengenelere sıkılarak, tecrit odalarında, kafamıza günlerce su boyu su damlatılarak, dondurulmak istenen Türk kimliği derin donduruculara atılarak değiştirilmişti. Fakat bu ancak kâğıt üzerinde, sahte evraklarda değiştirildi. “Belene” de kalanlar aralarındaki temasta asla Bulgarca konuşmadı. Bulgar ismi kullanmadılar.
Ahmet Doğan haini Pazarcık zindanına düşen Türk kahramanların kafasında beton burgusuyla delik açıp içine Şükrü Tahirov’un (Orlin Zagorov) “Gerçek” (İstinata) kitabındaki uydurmaları zorla sıkıştırmaya çalışırken, ölümün bekletildiği binanın 3. katındaki büyük odaya toplanan entelektüellerimiz karanlıktan aydınlığa çıkma yollarını arıyorlardı.
Bulgaristan’da Türk ruhu şahlanmış, 20. Yüzyılın dalgalı karanlıklarından bir siyasi yapılanmayla çıkma yoluna umut döşüyordu. 18 Ocak 1985 gecesi kamp tıklım tıklım olmuş, kapalı araçlarla getirilip yarma odun gibi meydana atılan elleri kelepçeli kardeşlerimizi domuz kotrelerinin arkasındaki samanlığa dolduruyorlardı. “Belene” kendini kendi üretimiyle besleyen bir kamptı. Fasulye ve mısırlar 1945-1948’de burada kalan Bulgar mahkûmların kemiklerinin arasında yetişiyordu. Lahana ve havuçların yetiştirildiği ocaklar da kemik yığınıydı..
“Türk tükürdüğünü yalamaz” diyenler bilir ki, Papaz Kortezi ada meydanına gerilen duvara isimleri yazdırmaya başladığından Türkiye’deki kahramanlarımızdan birkaç kişilik bir heyet “Persine” uğradı ve “Papaz efendi, biz bu adaya Türk isimlerimizle girdik ve Bulgar isimlerimizle çıktık. Lütfen Anıt Duvarına giriş isimlerimizi yazınız!” ikazında bulunmuştu.
Anıt duvarındaki Bulgar adlı 517 mahkûmun Türk olduğu yazmıyordu.
Doğum tarihleri, köylerinin isimleri de yazılmamıştı. Dışarıdan gelen biri en ağır işkencelerden geçen Türk aydınların,Türk olduklarını anlayabilmeleri imkânsızdı….
Bu isimler 1985-86’da yasa dışı bir baskı ve terör düzeni olduğunu kanıtlamaya yeterliydi, fakat iz bırakmamak için her şey yapılıyordu.
Bu olaylar Bulgaristan dışına sızdı yıllar önce.
İskoçya, Hollanda Üniversitelerinde okuyan Bulgar öğrencilere diploma tezi olarak önerilmiş fakat 1984-85 zorla isim değiştirme, Türklerin vatanlarından kovma gibi konular önerilmiş, ama hiçbir öğrenci bu konulardan birini işlemeyi kabul etmemiştir. Olay ikinci kuşağın bilinç altına işlemiş ve zonklamaya devam ediyor. Gençler yapılan zulmün uyanmasından ve öfke dalgası yükselmesinden ve intikam rüzgârı esmesinden korkuyorlar…
Bulgaristan’da yakın geçmiş deşildikçe ve eşelendikçe leş, irin ve kan kokuyor. Toplumsal duyumsama yeni rüzgarlar bekliyor.
Yine, ülkede yükselen “her şey unutulsun” dalgasıdır. Ne var ki, kendileri hiç bir şey unutmuyor. Devlet elini kolunu sıvamış ve katil diktatör Todor Jivkov’un “Pravets” Parkındaki 4 metre yüksek anıtına hizmet sunuyor. Bundan 35 yıl sonra Türkleri yok etmeye yeltenenlerin torunları 35 yıl sonra çiçek ve çelen taşıyor. Baş suçlulardan biri olan Penço Kubadinski anıtı Razgrad’a bağlı Kubadınlı’da (Loznitsa) belediye parkına dikildi. Bulgaristan “demokratikleştikçe” totaliler soykırımcılar kahraman oluyor.
İrademizin sesi “unutulacak bir şey yok” diye haykırıyor.
Dün bizi isimsiz, dilsiz ve dinsiz bırakarak yok etmek isteyenler, bugün de hasır-altından su yürütüyor, çalan çanların sesi “son Türk ne zaman gidecek” sorusunu sormaya devam ediyor. Kar kış ortasında Dünya Kültür Merkezi Filibe (Plovdiv) belediyesine bağlı “Voyvodino” köyünde 25 belediyesi Bize karşı uygulanan devlet terörüdür. Devlet çingene evinin yıkılması ve bu insanlar çok fakir ve kalacak yerleri yok diyenlere Başbakan Yardımcısı K. Karakaçanov’un cevabı “geldikleri yere gitsinler” olması uyarıcıdır. Etnik azınlıkları, etnik kimlikleri yok etme kararıyla hareket edildiği ortadadır. Bunun Avrupa dillerindeki adı “etnisiteizimdir” ve azınlıkları yok etmek amacıyla dilsiz, dinsiz, okulsuz, işsiz ve çaresiz bırakmayı hedefler. Bu bir devletin yazılmış ve mecliste onaylanmadan uygulanan bir tür “soy kırımdır.“ Çok tehlikeli bir oyundur. Şu an çektiklerimizin adı bir “kültürel soykırımdır.” Kimliğimizle, şerefimizle geleceğimizle oyun oynayanların zamanı dolmuştur. Tüm haklarımızı, insan haklarımızın hiç eksiksiz tümünü elde etmek sorundayız. Kayıtsız koşulsuz istiyoruz.
Biz; dili, dini, toprağı, üretim gelenekleri, aydın tabakası, edebiyatı, kültürü ve medeniyeti olan otonomi hakları uğruna başkaldıran bir milletiz.
20. Yüzyılda doğal ve yasal haklarımızı alamadık. 20. Asırda Bulgaristan’ı titreten, totaliter diktatörlüğü deviren 1989 Mayıs Ayaklanması bizimdir. Politik ve bilinçli kimliğimizin aynasıdır. Biz politik kitle bilincine ulaşabilmiş bir seliz. Bulgar Devleti aşırı milliyetçilik ve faşizm rüzgârına binip azınlıkları görmemezlikten gelemez. Bulgaristan’ı yarın ufkuna taşıyacak tek güç Müslüman Türklerin mihveri etrafında toplanacak tüm azınlıkların güç birliğidir.
Biz kendi gerçeğimizi kendimiz biliriz. Biz durumun bilincindeyiz.
“Bulgaristan’da yaşayan Türk ailelerimizin hepsi, istisnasız, Anadolu’dan rastgele değil, seçilerek Balkanlara getirilmiştir. Bulgaristan’a yerleşenler Türk kimliğinin kahraman öncüleri, dinimizin inanmış müritleri, iki elinde on hüner olan yüzü ak, onurlu ve gururlu seçkin soylarımızdır..”
Biz tarihimizi bilincimizde ve geleneklerimizde yaşatan bir halkız.
Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi BGSAM Ocak ve Şubat 2019’da “Belene” ölüm kampında kaleme alınan, yaşayan, türküleşen şiir ve destanlarımızın hepsini yayınlama kararı aldık.
İşte ilki: BELENE MAĞDURLARI
Kırca Ali’ye bağlı Tosçalı köyünden
(Bursa – Nilüfer – Ramazan Ulusoy)
Bir Yavrunun Feryadı
Anne, babam nerede?
Ağlama, yavrum, ağlama.
Türklük adına Belene’de
Ağlama, yavrum ağlama.
Belene neresi Anne?
Tuna nehrinin küçük adası
Babam gelecek mi ANNA?
O benim kalbimin yarası.
Tuna’yı buz tutmuş Anne
Üzerinde ceylanlar yürümüş.
Arkadaşları açlıktan yorulmuş.
Babamın sesi çınladı, kulaklarımda Anne.
Anne bu gece yine uyuyamadım.
Uzun gecelerde babamı düşündüm
Belene adası çok soğukmuş
Sıcak yatağımda, ben de üşüdüm.
Ramazan Ulusoy
Ve biz bugün de uyarıyoruz birbirimizi.
“Su uyur düşman uyumaz!”
O Gece
O geceyle başladı her şey
Ve yine o gece kirlendi
Mumların aydınlığı şamdanlarda
Sütler bozuldu güğümlerde
Kazaen öten horozlar sesleriyle
Yağmalandı ekmekte umut
Ceviz dalında sükût
Ve Dobruca’nın poyrazı
Kanı dondurur poyrazı
Eserken Kurtpınar üstünden,
Yediden yetmişe Kurtpınarlıköylüler
Köy meydanına dikildiler
Adlarını savunuyorlardı adlarını
Sarı Saltuk Babadan mirası…
Taş topraktı,
Ekmekti, suydu ezandı Türk adları
Köy meydanı meydan olalı ilk defa
İlk defa böyle köylüleriyle dolup taştı
Dolup dolup şaştı kaldı.
Ve ay habersizdi bulutların koynunda
Deniz uzak ve kirliydi
Lağım suları akıyordu
Bir yerlerden bir yerlere
Uykulardaydı çocuklar, balıklar
Kirli sulardı çocuklu, balıklı rüyalar.
Ay kara, deniz kara, rüya kara
Kapkaraydı Koyunluköy Meydanı
Ve yine o gece Dobruca…
Galip SERTEL