Şakir ARSLANTAŞ

Konu: Uyanışımızı çözemeyenlere cevabımızdır.

                                               Birinci Bölüm

Giriş

Bulgar Bilimler Akademisi’nde ve diğer 39 yüksek okul ve fakültemizin sosyal bilimler bölümlerinde son 26 yılda kafaları kurcalayan ve bilim dünyasınca yanıt aranan Bulgaristan tarlasına ekilmeyen Hak ve Özgürlük Hareketi nasıl oluştu ve toplumu nasıl sarabildi gibi çok önemli olduğu iddia edilen, bir sıra problem ortaya çıktı.

Daha önceki araştırma yazılarında defalarca vurguladığım gibi, Bulgaristan şartlarında totaliter bir düzen olarak boy gösteren sosyalist toplumdan, özel mülkiyete dayanan sınıf ayrışımlı bir toplum olan kapitalist topluma – Serbest Pazar Ekonomisi ve demokratikleşme – kılıfı içinde doğru dürüst geçilememesi bugün artık ıslahı çok zor olan sonuçlar doğurdu. Toplumsal gelişimi durdurup donduran ana neden komünist totalitarizmin sökülüp yani bir devlet düzeni olarak dönüştürülmesi yollarının hala tıkalı olmasında gizlidir. Memlekette demokratik düşünme biçimi ve zihniyetin egemen dünya görüşü olarak yerleşmesi yollarının da kesilmiş olmada gizlidir.

 

Konumuza Bulgaristan misalleriyle girmezden önce, dinimizde ve yaşam tarzımızda olmayan şu hak ve özgürlüklerin ilk önce kimin tarlasında, kimin dünyasında bittiğine ve Bulgaristan tarlasına hangi rüzgârla geldiğine – birinci bölümde – bakmak istiyorum.

İkinci bölümde ise, doğal ve insan haklarımız, Türk kimliğimiz uğruna verdiğimiz şanlı ve kanlı mücadelemizden örneklerle Hak ve Özgürlük kavramlarının düşüncemize, duygularımıza, yaşam biçimimize nasıl yerleştiğini, ne gibi bir rol oynadığını, bizim için zararlı mı, faydalı mı olduğunu, 21 yüzyılda kimlerin umudu olduğunu açıklamak istiyorum.

 

BULTÜRK – Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği yayınları, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi çatısı altında yürütülen analiz, araştırma, irdeleme ve toparlama çalışmaları FİKİR ÖZGÜRLÜĞÜ esasına dayanır ve bu konularda tüm okurların düşüncelerini paylaşma, yazılarımızla ilgili destekleme ya da itiraz etme hakkı kendilerinde gizlidir.  İyi okumalar.

 

HAK VE ÖZGÜRLÜK HAREKETİNİ (DPS) BULGAR TOPLUMUNA KİM DİKTİ?

 

Bulgar toplumuna dendiğinde, bizde Hıristiyan toplum anlaşılır.

Buraya bir Türk Müslüman partisi tohumlarını kim saçtı?

Bizden olmayan bu fidanları kim dikti?  Ne istiyorlar gibi sorular bu nedenle günden oluşturuyor. Daha açık sorulduğunda, 1960-1990 Bulgar totaliter düzeni kokusundan gelen bu sorularda  “biz size Bulgar olma, Hıristiyan olma hakkı ve fırsatı tanıdık, elinizle geri teptiniz, istemediniz, isyan ettiniz, şimdi ne istiyorsunuz” yansıması uçuşuyor.

 

Bu soruları doğuran gerçekse şunlardır: 1912-13’te Pomakların hepsine haç öptürüp başlarına kalpak geçirildi; minarelerini yıkıp camilerini kilise yapıldı; adları da değiştirildi; Müslüman geleneklerini yasakladık, 1960’tan sonra Çingenelerin adları değişti. 1972’de Pomakları bir daha Bulgarlaştırdık. 1985’te Türklere de Bulgar kimliği ile yaşama hakkı tanındı. Hristiyan haklarının hepsi onlara da tanındı! Daha ne istiyorlar. İsimlerini geri istediler, verdik. Daha ne istiyorlar? Hakim olan zihniyet, Bulgarların kendi kendilerini haklı buldukları zihniyet budur. Bu bir ruh halidir, sözüm ona haklılık duyulmamasıdır ve ardından birçok hareketi doğuran, saldırılara kaynak olan zehirli ortamdır.

 

Kimlik değiştirmenin hakla hukukla ilintisi var mıdır? Etnik azınlıkları Bulgarlaştırmanın kanun dayanağı yok ise, nasıl hareket edildi? Kanunsuz işler yapıldığı bir toplumda insan haklarından söz edilebilir mi? Yasal olmayan ortamda yasa uyguluyoruz deyip keyfi hareket edenleri durduracak kanunlar ne zaman çıkarılacak? Yalnız yasaklayıcı kanunları olan bir toplum olabilir mi?

 

Bu soruları daha doyurucu açıklamak istiyorum.

Örnekliyorum: Kemaller’de (İsperih) geçen hafta yapılan son HÖH-DPS mitinginde “hazır bulunan Türklere Türkçe selam verdi” gerekçesiyle “seçimde Türkçe kullanmayı yasaklayan” kanuna dayanılarak milliyetçi Makedon hareketinden Avrupa Birliği (AB) milletvekili av. Angel Cambazki’nin dava dilekçesini Sofya Şehir Mahkemesi kabul etti.

Lütfü Mestan’a karşı yeni bir dava açıldı. Fakat bu mitingde Türkçe türkü şarkı dinlediler gerekçesiyle hazırlanan dava dilekçesini aynı mahkeme geri çevirdi. Sebebi. Türkçe türkü şarkı söyleyip dinlemeyi yasaklayan kanun olmamasıdır. Öyleyse solumamızdan su dökmemize kadar yaptığımız her şeyin yasası, normu, kuralı, izni, ceza maddesi mi olmalı?

Kuşkusuz bu durumda, hayatımızın bu derece sıkboğaz edildiği bir durumda, Angel Cambazki gibi 5 kuşak Türk İslam düşmanı AB milletvekili hukukçulardan bir ricamız olacak. Bizim kendi memleketimizde yaşama kurallarımızı, bizimle ilgili temel ve doğal haklarımızı yasaklayıcı yasaların tümünü yazsınlar ve biz azınlıklar Hıristiyan karanlığının içindeki yerimizi bilelim.

 

Hak ve özgürlük kuyusunun derinliklerine bakıyoruz:

 

Hak-hukuk kavramına temel olan İnsan Hakları Kavramı esas itibarıyla Hıristiyanlığa ait bir kavramdır. Öyle olsa da, “hak” anlayışının Yahudi ve İslam şeriatlarında benzer algılanış tarzıyla yeri yoktur. İslamiyet’te ise bir insanın bir şeye hakkı olması anlamsızdır, çünkü hiç kimsenin Allah’ın varlığı ve tanımlarını kabul etmeme ya da reddetme hakkı yoktur. Toparlarsak, İslam’da Allah’ın varlığı ve sözleri konusunda insanın şüphe duyabilmesi mümkün değildir. İslam’ı Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan daha gelişmiş bir DİN kavramına en uygun inanç sistemi yapan da işte bu sözlerdir. Hıristiyanlıkta ise Hz. Meryem anasının hamile kalmasından İsa Peygamberin dirilişine kadar her şey ilk günden bugüne kadar şüphe konusudur. Bu esasta hak-hukuk konuları da aşılamayan sonsuz bir şüphecilik doğurmuştur.

 

Şunu unutmayalım, Hak ve Özgürlüklerinden söz ediyoruz. Yahudilikte (başka birine hak ve özgürlük tanıma bir yana) hoşgörü yani tolerans İsa’nın kendisine bile gösterilmemiştir. Çarmıha gerilen İsa’nın kendisidir. Yani hoşgörü bir yana Hz. İsa’ya yaşama hakkı bile tanınmamıştır.

 

Şu da var. Hz. İsa’ya tolerans gösterilmese de,  İsa’nın öğretisinde insana tolerans tanınmıştır. Özellikle de sadece seçilmişlerin değil her insanın İman’ı aracılıyla, Tanrının Krallığında bir yer edinebileceği mesajı – başkalarının inayetiyle değil, kendilerinin seçimiyle bu mertebeye ulaşabilecekleri tanımı – toleransın açık kanıtıdır. Ne yazık ki, daha sonra Kilise bu hakkı Din Bürokrasisine dönüştürmüş ve hoşgörüyü askıya almıştır. Katolik dini ise toleransa tamamen karşıdır. Balkanlara hoşgörü ve iyi komşuluk, merhamet, karşılıklı saygı İslam’la gelmiş ve Türk yaşam tarzıyla yerleşmiştir. 1878’den beri Türklerin Bulgaristan’dan kovma süreci derinleştikçe iyi komşuluk kapıları kapanmış, Türk Bulgar dayanışması kalkmış, hoş görü yerini düşmanlığa bırakmış, yardımlaşma bozulunca toplum da çökmüştür. “Bulgar’dan ödünç para alınmaz!” “Bulgar’dan fayda gelmez!” gibi deyimler bu süreç içinde belirmiştir. “Bulgar’ın tanıyacağı hak ve özgürlük öte dursun!” değimi de etnik ilişkilerin donma sürecinde yaşam hakkı elde etmiştir.

 

Nitekim bu anlayışı tarih içinde yönlendiren ve şartlandıran Hıristiyanlar ve özellikle de Katolik alemi, çağlar boyunca sayısız katliamlar yapmış ve bunların hiç biri unutulmamıştır. 1918 -1948 yılları arasındaki 30 yıl içinde (bu zaman kesiminde Bulgaristan’a Avusturya kökenli Bulgar Çarı Ferdinant ve oğlu III. Boris hükmederken Müslümanlara karşı düşmanca tavır kemikleşmiştir) Hıristiyanların katlettiği diğer Hıristiyanların sayısı İsa’nın Çarmıha gerilmesinden sonraki 300 yıl içinde katledilen ilk Hıristiyanların sayısından 200 kat daha fazladır. Dedelerimiz başa gelecek kötülük bulutlarının karardığını, tepelerinde çakan şimşekleri görememiş olsalardı, Türkiye’ye göç yolları arar mıydı!

 

Bizden son olumsuz örnekler.

 

Aynı şeyleri bugün de yaşıyoruz. Bulgar Başpiskoposluğu, reddedilmez bir insan hakkı olan sığınma hakkı talep eden Suriyelilere “ülkemize giremezsiniz”, “biz sizi istemiyoruz” dedi. Yıl 2015. Soruyorum. İnsan hakları, özgürlükler demiyorum, şu ağızdan düşmeyen haklar meyve vermeyen, Hıristiyanlık karanlığında yaprakları da görünmeyen bir kuru ağaç mıdır?

 

Şu yukarıdaki Kemaller’de  (İsperih) 25 Ekim mahalli seçim ve halk oylaması toplantısı Türklerin kendi aralarında ana dillerinde konuşmasını yasaklaması açısından ele alındığında Hıristiyan Bulgar toplumunda devlet makamının tolerans esintisi olmayan bir zulüm ve zorbalık ortamı tesis ettiğine kanıttır. 21. yüzyılda insanların anadillerinde konuşmasını yasaklayan bir toplumda İNSAN HAKLARININ HANGİ MADDESİNDEN söz edilebilir.

Bulgaristan’da anadilde konuşma yasağına ilişkin bir yasa maddesi olmadığına göre, yasa dışı “yasakların” uygulanmasına yol açan kimsenin bilmediği, yalnız ırkçıların kafasına olan yasalar ve yaptırımlar mı var?

 

İşte bu yüzden biz Bulgaristan Cumhuriyetinde insan haklarının sıfır olduğunu, etnik azınlıkların her bakıma haksız ve özgürlüksüz yaşadığını iddia etmiyor, gözle gördüklerimizi yazıp anlatıyoruz. En kötü olansa, 1990’dan beri iktidara uzanan Hak ve Özgürlükler Hareketi kuruluş maksadına ve özüne ters hareket ederek, olmayan hakların, tanınmayan özgürlüklerin, en doğal insan haklarının ayaklar altına alındığı bir ortamın ALDATICI YASAL BOŞ BALONU OLDU. En kötü olan ise, insan haklarına ihanet edenleri yargılamak HİÇBİR için kanun olmamasıdır. Maalesef, haksızları yaşatan durum budur.

 

İnsan Hakları” Kavramının doğuşu:

 

İnsan Hakları’na, dil ve din özgürlüğüne, Düşünce ve İnanç hürriyetlerine esas olan Tolerans (Hoşgörü) Fermanını İmparator Konstantin, Hıristiyanlığın kabulünden önce,  313 yılında yazdırmıştı. İlan edilmesi de gecikmedi. Bu Ferman aynı zamanda insan haklarının ortaya çıkışında ilk düzenlemedir. Demek oluyor ki, insan hakları bir sosyal kavram olarak Hıristiyanlığın gelmesinden çok önceleri, dinler dışı münasebetlerin düzenlenmesinde gerekli görülmüş ve biçimlenmiştir. Hıristiyanlık daha sonra Hıristiyanlığı Devlet Dini haline getirince insan haklarına da el attı. Sonradan gelen Hıristiyan kurallarına ve Kral fermanlarına uymayanlara verilecek ceza tekti: Yakmak.

 

Karşılıklı hoşgörü fikrinin doğuşu:

 

Orta Çağ Avrupa’sı karanlığında (12. ve 13. yy.) ve ardından yürütülen din savaşlarından sonra 1648 Westfalya Antlaşmasında, (o dönemlerde sosyal ilişkileri belirleyen kurum Kiliseydi)  ulusal kiliselere Roma kilisesinden ayrılma hakkı tanındı. Roma Kilise’nin parçalanma kapısı açılırken bir de, Katolik bir prensin tebaasının da tamamen Katolik olması şeklinde uygulama ortadan kaldırıldı. Yani Müslümanlar da Hıristiyanlar arasında yaşayabilirlerdi. Oysa İspanya Endülüs’te artık 700 sene yaşıyorlardı. Biz Balkanlara Osmanlıyla geldiğimizden bu inceliklerin yakan ateşini hiç hissetmedik. Westfalya Anlaşmasıyla Hıristiyan dünyaya gelen yenilikler İslam’ın özünde il günden vardı, Osmanlı da bir devlet olarak bu dereyi 300 sene önce geçmişti.

 

Tohumun oluşması ve çatlaması:

 

Neyse, işte böyle bir ortamda, bizim bugün umudumuz olan Avrupa’da, Aydınlanma Çağında ilk kez “karşılıklı hoş görü içinde yaşama ilkesi” tohum çatlattı. Bu tohumu, karanlıkların en karanlık zindanında, asıp, kesip yıkıp yakmaktan usananların aydınlık kıvılcımı aramaya başlaması doğurdu. Aydınlık Çağı tohumu ışıktır. Bu gelişmelerin belirli bir sabitliğe yerleşmesi en az 200 sene sürmüştür. Analizimizi, yazımıza başlık olan, Bulgaristan tarlasına biz hak ve özgürlük tohumu ekmedik, bu da nereden çıktı?, sorusuna cevap verme açısından sürdürürsek, yazımızın ikinci bölümünde, biz Bulgaristan Türkleri arasında bütün köy ve kasabalarımızda, bütün hanelerimizde ve gönüllerde birden olmak üzere, bu tohumun (kurtuluş, hak ve özgürlük tohumunun) 1878’den, yani özümüzden koparılmamızdan tam 95-100 sene sonra yerde gökte birden yeşerdiğini görürüz. Demek oluyor ki bizim gelişmemiz de diğer halkların ve toplumların gelişmesi gibi tamamen doğal süreçlere uygun olmuştur. Kötülüklerden, acılardan, çekilerden, alınan yaraların sızılarından, zulümden kurtuluşun tohumu belirli birikimden sonra oluşmuş ve çatlamıştır. Bu çatlama, cinin şişeden çıkması gibi bir şeydir ki, geri dönüşü yoktur. Tohum çatlaması,  yeni bir kimlik bilinciyle doğuş, yeni bir umuda uzanıştır. Karanlık üzerindeki aydınlık dünyasını amaçlar. Hak ve özgürlüklerle yaşamanın anlamı budur. Bu da toplumsal hoşgörüyü ve karşılıklı tahammül ve anlayış varlığını zorunlu kılar.

 

376 yıl önceki Avrupa’da yürütülen 30 yıllık din savaşlarında 24 milyon Alman’dan 20 milyonu öldü diye hatırlarsak, zulümde, katliamlarda, çekilen çile ve akan kanda hoşgörü olmadan yaşanmaz çekirdeği çatlayışını hemen görürüz, oracıkta şakıyordur. Bizde, de hak ve özgürlük davası, İslam’da böyle bir sorun olmamasına rağmen, çektiğimiz eziyetlerle mayalanmış ve pat diye açmıştır.

 

Herkese bütün haklar tanındı da yalnız biz mi mağduruz diye düşünmeyin lütfen. Hafif dalgalı denizine hayran olduğumuz Yunanistan’da Kilise’nin bastığı İncil’’den başkasını okumak ve okutmak hâlâ yasaktır. İrlanda’da Katolikler Protestanları hala kabul etmezken, Belçika’da dil ve din kavgası alabildiğine sürüyor. Dil konusu Ukrayna’yı parçaladı. İspanya’da Basklar ülkesinde Katolunyalıların dil, din ve özgün kültürel haklar dokusunda kaynaşmaları, iki hafta önce yerel seçim zaferi getirirken, nihai çözüm yolunu açacak benziyor. Şu kocamış dünyada eskimemiş bir şey varsa o da ateşin hep bir kıvılcımla yakılmasıdır. Bu din, dil, yazma, çizme, şarkı, türkü vs vs kıvılcımı olabilir.

 

Aman onlardan bize ne demeyiniz.  Biz bir AB üyesi bir ülkeyiz. Eski kıta hukukunda geçerli uygun örnek (emsal) çok etkilidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin doğal haklar, genel geçerli insan hakları gibi konularda alacağı bir emsal karar eski kıtayı bir anda alt üst edebilir.

 

Eski Yasakların son şekilleri:

 

Tarih olarak bu kadar gerilere gitmemin nedeninde şöyle bir ince ayar var. Bugün Avrupa Birliği’nin bir din devleti olmadığını siz de bilirsiniz. Dünya değiştikçe, Avrupa’ya Müslümanlar dolup yerleştikçe biz bir “Hıristiyan Kulübüyüz” deyenlerin tezler sağır kalmaya başladı. Şöyle bir gerçek de var. Kilise ve Papalar tarafından tanımlanmış birçok kavram, AB’nin “resmi” metinlerine monte ediliyor. Papa Xİ. Pius’un 1931’de yayınladığı bir Risale’de yer alan ve bugün AB üyesi Bulgaristan gibi küçük ülkelerde aynen uygulanan yasalar var. Bu yasalar günümüz ırkçılarına kendi ülkelerinde nefes alma hakkı tanıyor.

 

Küçük birimlerin yetkileri onlara ait olmalıdır. Büyük birimlere bırakılmamalıdır.”

Bu, 85 yıl önceden bir Papa doktrinidir. “Yerel Yönetimlerle” ilgili olan bu doktrin, AB bürokratları tarafından Brüksel’deki her oturumda binlerce defa dile getirilmiştir. Bir norm haline getirilmiştir. AB’nin nihai senedine sokulmuştur. Bizdeki milliyetçi ve ırkçı sürüsünün başlarından olan AB milletvekili (Makedonya İç Devrim Örgütü -VMRO) An. Cambazki,Parti Başkanı Kr. Karakaçanov, Parti Başkanı V. Simyonov, Parti Başkanı V. Siderov vb okullarda Türkçe okunması, Türklerin özgün kültürel haklarının tanınması, radyo ve TV yayınları açılması ve Türkçe gazete, dergi ve kitap çıkarılmasına karşı zehir kusarken sanki AB adına konuşuyor, saldırdıkça saldırıyorlar. Şu örnek düşündürücü olabilir:

Güneye dönüş seferini kaçıran bir leylek, Burgas hava limanı pistine yumuşak iniş yapmış ve orada 4 saat kalmış, bu zaman kesiminde yani tam 4 saat piste uçak inip kalkmasına izin verilmemiş. Bizim anadilimiz bile yasak, bir leylek kadar haysiyetimiz var mı?, siz söyleyin.

Avrupa Birliği’ne üye olurken sevinmiştik. Farklılıkların demetinde bir çiçek olacağımızı sanmıştık. Şunu da eklemek istiyorum, biz AB üyesi bil ülkede, Ortaçağ Hıristiyan dogmalarının kalıntısı olan, zamanını asırlar önce doldurmuş,  ama AB senedine ve yasalarına işlenen ve yeni gibi dayatılan ayrımcı anlayışın kurbanı olarak varolmaya çalışmak da istemiyoruz. Artık tolerans (hoşgörü) de kimse için yeterli olmuyor, hoşgörü bizim özümüzü belirlerken, karşılıklı hoşgörü olmadan yaşam ortamı bulmakta zorlanıyor. İnsan haklarının karşılıklı hoşgörüyü ayarladığı bir dünyada yaşamak istiyoruz. Avrupa!’da olumlu olan ne varsa hangi güçlerle yaşama çağrıldıysa bizim insanca yaşama ve gelişme mücadelemiz de aynı rüzgârlarda güç toplamıştır.

 

Bugünkü Avrupa’da bizi yok etmek isteyen güçlerin birikim yaptığına tanık oluyoruz.

Gizemleri çözülemeyen bir dünyada yaşamak istemiyoruz.

 

Boş bir uğraşıya dalmışlar. Gizemli dünyalarında bizi çözerken zorlanıyorlar.

AB’nin 28 üyesi olduğu halde bayrağında yalnız 12 yıldız var. Diğer ülkeler üvey evlat mıdır.

Bulgaristan’ın sembolü olmayan adı geçmeyen bir toplulukta, etnik halk toplulukları haklarını nasıl elde etsinler, özgürlük arayışlarını nasıl yönlendirsinler?

Ortak para birimi Euro’nun sembolü ne anlama gelir? Bu para biriminde biz neredeyiz?

NATO’nun dört köşeli yıldızı ne anlama gelir? Dğnya barış ve huzurunu koruyan bir güç nasıl olur da azınlıkların hak ve hukuku konusunda sağır ve dilsiz kalır.

Yöneticiler halklarından tamamen kopmuş, kutu içinde kuru, sır küpü, esrarengiz.

Her dönemde uykularını kaçıran yine “hak” ve özgürlüklerimiz.”

Bulgaristan’ı örnekleyen İkinci Bölümü de okuyunuz!

Reklamlar