Şakir ARSLANTAŞ
Ahmet Doğan köylümdür. Ben onun köylüsüyüm demeye dilim varmaz, çünkü o bizim Alaçlı (Drındar) köyüne dedesinin köyü olan Veselinovo) köyünden annesiyle geldi. Kız kardeşleri Gülşen ile Nevin köyümüzde doğdu. Annesi Demire nine emekli öğretmendir.
Hak ve Özgürlükler Hareketi bizim yöreden yalnız “lider” olarak ünlenen Ahmet Doğan’ı değil, eski Başkan Vekili Kasım Dal ve şimdiki partinin örgüt işleri sekreteri Ruşen Rıza gibi kadrolar da yetiştirdi. Muhtarımız kendimizden imamımız da bizlerdendir. Bu gençler Idırça (Nikolaevka) köyünde okul sırasına oturdu. Bu köy okuldan değişik insan çıkmıştır.
Varna dolayındaki yayla köylerinin şanlı bir geçmişi vardır. Bu hanelerin buralara konması ve kökleşmesi değişik devirlerin ve çok uzun bir dönemin eseridir. Yaşlılar arasında geçen konuşmalarda Bulgaristan’da Osmanlıya ve Türklüğe karşı söz işitilmeyen yerlerin başında Batak ve Provadı ile birlikte Kozluca yöresi gelir ki, sonuncusu bizim yerleşim yerlerimizi içine alır. Kendi aralarında ve iç içe yaşadıkları doğaya uzlaştık bu sakin insanlar, mert ve boyun eğmez oluşlarıyla ünlüdür.
Dobruca ve Provadı ovalarının kaynaştığı yerlerde Türklüğün tohumları daha Yıldırım Beyazıt akınlarıyla 1391’lerde atılmıştır. Kabası kalın ve yağsı tezeklerinde şakıyan toprağın ekmek dilimleri kalın olduğundan, yerleşenler toprağı, toprak da onu işleyenlerini sevmiştir. Bir de, bu yerlerde tabiat cömert olduğundan, toprak kavgaları olmadığı gibi, köyler birbirine girmedi.
Öykülerde ve her yıl Varna’da yapılan anma törenlerinde bu toprakları çiğneyip, o dönemde adı Konstantinopol olan, şimdiki İstanbul’a saldırmak için Avrupa’dan yola çıkan ve yolu Varna limanında Yıldırım Beyazıt akıncıları tarafından kesilirken verilen büyük savaş anlatılır. Varna yakınlarındaki Dikili Taşlar ile buraları gezip gören, ekmeğimizden yiyip suyumuzu içen büyük şairlerin çağrışımlarının da şahitlik ettiği üzere, deniz ile kara aynı havayı soluyarak yaşarken serpilip açan güzellikler Osmanlı düzeniyle 1878’e kadar ayakta kalmış ve meyveler vermiştir.
Bizim köylerin ilçe merkezi olan Suvorovo kasabasının adı 1950’ye kadar Kozluca’ydı. Şehrimize bir Rus general isminin verilmesine neden, 1774’te Osmanlıya hançer kaldırıp Kozluca ovasına kadar sokulan General Suvorov emrindeki Rus birliklerle Osmanlı Ordusu arasında bizim çayırlarda, bağ ve bahçelerde olan bir meydan muharebesinin anısını yaşatmaktır. Kara Deniz’de Kuzey ve Batı limanları, zengin düzlükleri ganimet etmek için 1768’den 1774’e kadar devam eden Rus saldırıları, 1974’ün 10 Temmuz günü Tuna kıyısında Küçük Kaynarca’da bir barış anlaşması imzalanmasıyla noktalandı. Aslında her nokta yeni bir cümlenin başlangıcıdır. O zaman da savaş sayfasının kapanmasıyla açılan ve Osmanlının topraklarımızdaki son huzur asrı olan XIX. yüzyılda, imparatorluğun suyu çekilmeye başladığından, bu ovalara derin kök salan Türk topluluğun da durgunluk dönemi başladı.
Burada yaşayanların kimliği ile süzüldükçe şeffaflaşan bilinç tabakaları oluşmaya başladığında, yerli Bulgarlar da ardı kesilmeyen Rus etkisiyle ulusal ve dinsel aydınlanmayla uyandı. Anlattığım savaşların yapıldığı yaylalardan iri ve küçükbaş hayvan sürüleriyle geçen 1853–1856 Kırım Savaşı mağdur akınları da, insanlarımızın belleğinde derin izler bıraktı. Bu göç kafilelerinden biriyle gelen Ahmet Doğan’ın, ana tarafından ataları da, bizim ovaya yerleşenlerdendir.
Tarih içinde zaferler ve yenilgiler gören köy hanelerimizin suskun, sabırlı, yardımsever ve çalışkan kimliği asırlarca oluştu. Ve biz bugün Bulgaristan Türklerinin politik öncüsü olan Hak ve Özgürlükler Partisinin neden başka bir yerde değil de, Dobruca, Provadı, Kozluca vb. yakın köylerin gençleri arasında ateşlenip hayat aradığını düşünürken, olayların temellerini kimliğimizi oluşturan köklerde aramalıyız!
İnsanlarımızın en belirgin özelliklerinden biri gönül huzurunu toprak kokusunda bulmalarıdır. Onlar yere yakın, ayakları yerde olarak, ayakta kalmıştır. Bu yüzden evleriniz toprağın hem içinde hem de hemen üzerindedir. Toprağı hissettiğimiz gibi, o da bizi duyumlar. Bu karşılıklı etkileşim arasız ve bedelsiz olup, huzur ve güç kaynağımızdır.
Ava, çifte, hasada, harmana birlikte giden insanımız sürekli yardımlaşır.
İşte, tam bu noktada, Ahmet’in annesinin bizim köye evlenmesiyle ve meslek icabı köy içinde ve kır işinde teri terimize, duası duamıza karışmadığından, özünde suni Hanefi mezhepli köyümüze geleneklerimizden farklaşan bir hava getirdi. Bu farklılığı sözle anlatmak zordur. Dildeki ifadesinde, iyi niyetin içindeki kıskançlık gibi bir şeydir. Olup olanın hepsi benim olsun, herkese faydalı kılınması önemli değil, algısına henüz tanım getirilmemiştir. Bu algı şekli, hayatı iyi ve kötü yanlarıyla birlikte kavramaya alışık insanımıza terstir. Bizim içimiz neyse, dışımız da odur. Yaptığımızı gösteriş olsun diye yapmayız. Ben ona gösteririm niyetiyle pusuya yatmaz, hile bilmeyiz, kin gütmeyiz. Sevdiğimize bağrımız, aç olana soframız, dosta kapımız açıktır. İnsanımız davranışlarında ve aldığı kararlarında kendinden emindir. En kaba ifade şekliyle bizim ovada adam yetişir inancı bizde tamamen hâkimdir.
Toprağın tavı, karın kalkması, ekinlerin boy atması ve hasatla ambarlara dolması beklendiği gibi olgun aile ilişkilerinde çocukların dola dola büyümesini izlemek doğal bir zevktir. Birimizde ikinci sınıf adam hissi yoktur. Başka birinden bağımlı olma, muhtaç düşme duygusuna yabancı olduğumuz gibi, bizde geçerli olan, benim olan senindir, bizim olan hepimizindir inancıdır.
Bu açılardan değerlendirdiğimizde, çocukluk ve erginlik yıllarını köyümüzde, aramızda geçiren Ahmet Doğan’ın bizden biri olması, bize benzeyen bir olması gerekirdi yani ancak lokmamız ayrı giderken, kardeşlik duyguları doğmadı. O, her fırsatta, evden, bizden, köy ortamından kaçtı ve soluğu Varna’da aldı. Üvey babasıyla arası açıktı. Aile sıcaklığı bulamadı. Annesine sığınsa da, tek duvarlı ev olmaz, olsa bile üzerine çatı konmaz… Daha sonra öğrendiğimize göre, yolsuz ve sefil süründüğü olmuş.
(Vladislalovo) Şişe Cam Teknik Okulu’nda yatılı okudu. Birçok iş değiştirdi. Bu arada askerde Bulgar gizli istihbaratına çalışmayı kabul ettikten sonra, köyümüze daha sık uğramaya, gençlere sokulmaya ve daha sonra öğrendiğimize göre, ambardan tane çalan sıçan gibi, öğrendiklerini gidip ilgililere bildirmeyi ve gitgide içimizi oymayı seçti. O zamana kadar bizim köy turp gibiydi.
Biz onun hafiyelik yaparak yükselme yolunu seçtiğini düşünemedik.
İyi niyetli, hoşgörülü, yardımsever olan insanımız bir de üstüne biraz naiftir. Safdilliğimiz içimizde kristalleşmiş olan Türklük davamıza engel değildir. Türklüğümüzle eşdeğer olan kimliğimizde asırların getirdiği bir muhafazakârlık yani yeni değişle tutuculuk öne çıksa da, bunun anlamı ancak dokuz kere ölç bir kere biç anlamındadır ve öfke ve kinle tuzlanmamıştır.
Bu bakıma, Ahmet’in köye uğradıkça belirli insanlara daha yakın yaklaştığı dikkati çekse de, onların içindeki ayar dengelerini kemirdiği ve kendilerini zamanı geldiğinde dingilden çıkmış tekerlek gibi yokuş aşağı yuvarlayacağı kimin aklına gelebilirdi!? Hedef, bizi kullanarak kazaya neden olmakmış da, bunu o zamanlar bizden birilerinin kestirip önlemek için, hainin yakasına yapışıp iki yanağına dört şamarla onu ayara getirmek kimin aklına gelirdi ki!? Ve sanki her şey o kadar basit! Artık üzerinden neredeyse yarım asra yakın bir zaman geçtikten sonra onun bunu neden yaptığını anlamakta hala zorluk çekiyorum. Şumen’de Bulgarca okumak için mi? Deliorman’dan Sofya’ya geçerek felsefe okumak için mi? Toplumsal Bilimler Akademisi’nde 4 yıl bedava köfte kebap yemek için mi? Beraber olduğun kızların bacak aralarındaki kılların sayısından ihbar yaparak “yaza yaza yazar olurum” saçmalığına inandığın için mi? Akıl erecek gibi değil. Öyle ki, Şu Oktay olayından sonra ruhsal dengesizlik geçirdiği anlatılıyor, onun çocukluğunda da böyle bir sapıklık olduğunu düşünmeye başladım. Çünkü dalgalı dengesizliğin beyin duvarlarını yonta yonta, ruhsal çöküntüye neden olduğunu okudum da, bizim soylarda böyle bir aşınmanın asla görülmediğini iyi bildiğimden, düşündüm kaldım.
Derken arkadaşlar arasında Ahmet’in öz babasının Varna’lı bir şopar olduğunu esas alarak yaptığımız araştırmalarda, Varna Çingenelerinin bizim buralara nereden geldiğini tespit edemedikse de, “Varna” isminin Hinduizmden geldiğini öğrendik. Bu, Arilerin Hindistan’a girdikten sonra kurdukları toplum düzenine verdikleri isimmiş. Bizim eski Odesos’ta da bin bir milletten insan olduğundan, bu ad uygun görülmüş. Bu arada, Ahmet’le ilgili çıkan gazete yazılarında en sık kullanılan söz ise, “bohem”. Bu söz de, Fransızcadan alınmış ve “kedersiz kayıtsız şen yaşayan” anlamındadır. Hinduizmin felsefesine göre, hayat sonsuzdur ve insan yeniden dünyaya gelir. Bu kavramları incelerken, Ahmet’in yazdıklarını ve özellikle de yaptıklarını çok daha iyi anladım.
O, kafası karışalı hayatta her şeyi ters yaptı. Bizde böyle insan yok. En kötüsü onun yüzünden Köyümüz dağıldı. Koskoca köyde 150 insan kalmışız. Olacak iş değil.
O, köyümün eski okulunun yerine İngiliz Şatosu gibi “lise” kurdurdu. Ama şerit kesip açmadı, içinde yalnız hamam böcekleri ve sıçanlar yaşıyor. 9 yıldan beri kapısında kilit sallanıyor. Liseyi bir yana bırakalım, anaokulu ve çocuk bahçesi olarak işletmeye açsa, gene hayır işlemiş olacak, bazı günahları af olur görüşündeyim, ama nerede!
Çok düşündük de, ömür boyu hiç çalışmayan bu adam, bu parayı nereden buldu! SORUSU geçti aklımızdan. Bize göre, ona her işini yarıda bıraktıran ve sürüm sürüm süründüren bir tabanca var kafasında. Bu tabancayı elinde tutan ona her şeyi yarım bıraktırıyor. Hele yapılan iş Türkler içinse. Bu işlerin içinde istisna yok değil tabii. Bizim köye de tuvalet kanalları yapmışlar ve bir yerlere akıtılıyor. Adamlar memlekette Türk b… kokmak istemiyor.
Okul da öyle VİTRİN OKUL.
Köy de öyle, VİTRİN KÖY!
Bu, kavanoz dışından komposto yemek gibi bir şey değil de ne? . Hem var, hem yok.
“ONDAN GELEN HAYIR ÖTE DURSUN! Deyen halk tamamen haklıdır.
Dünyayı karıştıran ve VİTRİN KURBANI KESTİREN, VİTRİN MEVLİDİ YAPTIRAN kanımca, işlerin ta baştan bozulmuş olmasından kaynaklanıyor. Şu anası var ya, hani şu bizim dilimizde olmayan DEMİRE ismiyle övünen bayan, kokan balığın başı biraz da o. Gelin geldiği köyümüze yeni adet kalkamaya bıkmadı usanmadı. Şimdi de mevlitsiz kurban âdeti çıkarmış.
Çok akıllı olarak tanıtılan Ahmet’in aslında kendi aklını barlarda yitirdiği ve başkasının aklınla ve lazer tabanca altında yaşadığı ortaya çıktı. Yani bu VİTRİN KÖYDE VE VİTRİN DÜNYADA O DA BİR AKVARYUM İÇİNDE BİR SÜS BALIĞI GİBİ BİRŞEY, YEM VERİRLERSE YİYECEK VERMEZLERSE SU YUTUP HAVA ALACAK. Böyle saray sevdası da olmasın!
İşleri ve kafaları karıştıran şu Oktay’ın su tabancası falan değil, onun aklını bozan, LAZER TABANCA, LAZER! Beyin falan kalmamış köylümde, dört yanı donmuş. Öyle bir şey ki, yardımcıları kendilerine Sarayda kurşun çekti. Bu açıdan Oktay’ın yaptığını al da alnına sür. Burada “kurbanlık” falan bir şey yok.
Bu kadar yalan, bu kadar dolan, bu kadar acı, bu kadar çile, bu kadar öfke içinde ruh hastası olmak işten değil, CAMAKANA KAPANMIŞ BİTRİNDE YAŞIYOR, insan arasına çıkamaz olmuş. Tabii her şeyin bir de sonu var.
Bu yüzden ben şu kurban işine bek sıcak bakmadım. HAİNE KURBAN KESİLMEZ! Kurban eti vitrine de konmaz!