BGSAM
Konu: Biz çok defa aldatıldık.
Bulgaristan’da 10 Haziran1990 ilk serbest seçimler yapıldı. O seçimlerin son 26 yıl siyasi hayatımız üzerindeki etkisi çok büyük oldu. Ortaya çıkan gerçekler analiz edilip en küçük detaylarına kadar algılamadan, Bulgaristan’da yapılacak yeni seçimleriyle ilgili başarılı strateji ve taktik geliştirip oyun kuruculuğu yapılamaz. BGSAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) konu üzerindeki çalışmalarını yazı dizisi olarak sunuyor. Kazanan biz olamamışsak, bize karşı kurulan oyunların başarılı olduğunu kabul etmek zorundayız.
Önümüzde, 26 yıl geriye götüren, bir yol var. Bu, “su gelir bulanarak, bahçeyi dolanarak” mantığına uygun bir dönüş sayılmamalı! 10 Haziran 1990 seçimleri bir subaşıdır. Bulgaristan Osmanlı’dan koptuktan 111 yıl sonra ilk kez gerçekleşen bir olaydır. Çoğulcu bir sistemle ve demokratik bir Anayasa için yapılmıştır. Totalitarizmden demokrasiye geçişin ilk durağıdır. Tarihte daha önce yaşanmamış bir olaydır. Modern sosyolojik yöntemlerle mercek altına alındığında bu seçimde ciddi dolaplar dönmüş, bilinçli yanlışlar yapılmış, seçmene tuzak kurulmuş, planlı bölünmüş, oyuna getirilmiş, birbirine düşürülmüştür. Yineliyorum, bu yol, bir siyasi düşünceden (kaynaktan) başlar. Bu kaynaktan çıkan siyaset 26 yıldan beri köpüre köpüre akmış ve akıyor.
Siyasetin beşiği bir kurgudur. Umut yaşatan bir hayal! Özünde ise, bir gerçeklik vardır. İyi ve kötüyü bir bütünde yaşatırken var olabilme çabasıdır o. Biz, Bulgaristanlı Türker’in hayat dalında acı, kötülük, gam, kader, öfke, düşmanlıklar pek tutunamaz, tez dökülür. Neşe bize burnumuzun kılı, dost nefesi kadar yakındır. Küskünlükleri çözen Bayramlarımız, el öpmek, af etmek, kardeşleşmek içindir. Bu bayramda defalarca Türkiye’den gelip sofra açan kardeşlerimiz gönül hoşluğu ve hoşgörü tohumları ektiler. Sağ olsunlar.
Biz seçimlerde yanıp kül olan umutlarımız için şimdiye kadar isyan etmedik. Bizim isyanlarımız haklarımız, özgürlüklerimiz, adalet, demokratik bir ortamda bildiğimiz gibi yaşamak içindi. Demokratik seçimlere ana kaynak olan da bizim kavgamız oldu. “Bulgaristan’da demokrasi tutmaz” deyenlerimiz oldu. “Tutmuyorsa, gelirken mayamsını beraberimizde getirmişiz” belki ondandır, deyenlerimizi de dinledik. Elimizden çıkan ve tanıdıklarımıza ve tanımadıklarımıza giden oylarımız için hesap sormadık, gönülden vermişizdir, kısmet onlarınmış, “tepe tepe kullansınlar” temennisi bizimdir…
***
10 Haziran 1990 seçim gerçeğini anlayamayan siyasetçilerimiz, bu yıl yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerini asla yönetemezler. Seçim oyunu kuramazlar. Ardın gelen meclis seçimlerini de yönetemez.
Artık Bulgaristan’da yeni bir seçim ortamı var. “İki köfte bir biraya”, seçim çadırında içilen şaraba oy verme zamanı doldu ve o defterler kapandı. 20 veya 50 levanın da artık pek hükmü yok. Seçmen seçeceği kişiyi, onun plan ve programını, yapacağı işleri, Batıya mı Doğuya mı baktığını, nasıl bir kimlik sahibi olduğunu bilmek, tanımak istiyor. Birçok siyasetçimiz için Türk isimlerinin bir ambalaj etiketi olduğu, kravat takıp etrafımızda dolaşanların halkımızın çileli yaşamından çoktan iyice koptuğu, kimseyle ve sorunlarla ilgilenmediği, taş kafa gibi dolaştığı artık biliniyor. İnsanlarımız etiket okuma işini öğrendi, ustalaştı, çukurları atlayarak ilerliyor.
1990’dan sonra yapılan seçimlerden hiç biri dört dörtlük yapılmadı. O ilk seçimde sandık başına gitmemizden 3 gün önce 7 Haziran 1990’da Sofya’da 1.300.000 (bir milyon üç yüz bin) kişinin katıldığı, Bulgaristan tarihinin en büyük açık hava mitingi yapıldı. Demokratik Güçler lideri Jelyü Jelev konuşmuştu. “Türklerin tüm hakları hemen tanınsın. Göç durdurulsun!” demişti. İlk seçim için Türklerin hazırlıkları karma bölgelerin il ve ilçe merkezlerinde yapıldı. Sofya dev mitingine yalnız Sofya Türk aydınları katılabilmişti.
Aynı saatlerde Milli Kültür Sarayı (NDK) önünde komünist partisinin topladığı mitinge yalnız 50 bin kişi katılmıştı. Totalitercilerle Demekrasi isteyenler başkentte birbirlerine 26 defa fark atmıştı. Bu gerçek, diğer büyük kentlerde de böyleydi. Görünümde memleket baştanbaşa yenileşecek gibiydi.
O mitinge siyasi dalgayı çok yükseltmişti. Adına komünist totaliter baskı-terör rejimi dediğimiz ve bize çok çektiren, halkın dilinde Todor Jivkov diktatörlüğü olan ezildiğimiz yılların tüm pisliğinin temizleneceğine, özgürlükten korkmayan, insan haklarını tanıyacak, demokratik topluma yeşerecek günlerin geleceğine inanç doğmuştu. Sanki tüm vatandaşlara her bakıma eşitlik tanıyacak, toplum adalete gark olacak, kolektif içinde var olan prangalarından kurtulan vatandaşlar kendi kimlikleriyle özgürce yaşayabileceklerdi. Bu daha önce koklanmamış bir havaydı.
İlk seçimde, Büyük Millet Meclisi vekilleri seçildi. İlk defa hem Bulgaristan’da hem de Türkiye’de oy kullandık. Kime sorsan, komünist rejiminden kurtulmayı ve Batı uygarlığına dönük demokratik toplum düzeni kurmayı seçmiştik. Bulgaristan Müslüman/Türkleri yine ilk kez olmak üzere, Bulgar partilerinden farklı bir partiye, kendi partilerine – Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) oy verdiler, 24 milletvekili çıktı. Bu adımların hepsi yeniydi, Kendi başımıza Sofya parlamentosuna girdik. Mecliste kendi grubumuzu oluşturduk. Siyasete halkımız adına kendi irademizle katılıyorduk.
Ne ki, bunu biz böyle düşünüyorduk. Oysa bizim için perde ardında, siyasi kulislerde düşünenler varmış. Haberimiz olmadan Türklerin, Pomakların ve Çingenelerin bir siyasi partide örgütlenmemize ve Bulgar kamuoyundan ayrılmamıza ve daha ilk demokratik seçimlerde Bulgar seçmenden kopmamıza izin verenlerin kurguları bambaşkaymış. Onlar, adını değiştirip Bulgaristan Sosyalist Partisi olan (BKP) partisine oy vermemeciğimizi bildiklerinden, Demokratik Güçler Birliği olarak seçim meydanına çıkan ve milyonları peşine takan CDC ‘ye oy vermemizi önlemek için, bizim HÖH bülteniyle seçime ayrı katılmamıza işaret vermişler. Bu bizim öz haklarımızın tanınması değil, Bulgar demokratik hareketiyle birleşmemizi engellemek için kurulan bir tuzak değil de nedir?
O seçimde muhalefet güçlerini temsil eden, Demokratik Güçler Birliği’ne katılmamızı önleme planı böyle işletilmişti. Hedefte olan, CDC’nin seçim kazanmasını önleyerek totaliter komünizmi ayakta tutmak, azınlık haklarımızın tanınması yolu kesmek, ayaklanmadan ve Büyük Göçten geçen halkımızı Bulgar siyasetinde üçüncü dördüncü yere itmekti. Bunu başardılar. Ne CDC 1990’da hükümet kurabildi, ne Türkler, Pomaklar ve Çingeneler haklarını alabildiler, ne de gerçekten demokratik bir Anayasa hazırlanabildi.
İlk kez demokratik, çok partili, % 50 majoriter (mutlak çoğunluk usulü) ve % 50 proporsiyonel (oranlı seçim) yani iki sistemle birlikte seçime katılmamızın heyecanı içinde biz o zaman, gerçekten de Bulgaristan’ın demokratikleşmesine bir fren olarak kullanılarak, bize çok zulmeden totaliter komünistlerin tuzağına düşürüldüğümüzü fark edememiştik. Belki de perde ardı görüşmelere tek başına katılan Ahmet Doğan bu sinsi iğrençliği biliyordu, fakat dut yemiş bülbül gibi susuyor, ağzını bıçak açmıyordu. O, önüne topladığı danaları kasaba götüren sırt maç gibi hareketlerde bulunurken, düşman planlarına kurban edilişimizi gizledi. O zaman gelenekleri olan Bursa ve İzmir dernekleri de oyuna getirildiklerini anlayamadan, çuval çuval oyları Dobriç’e göndererek, biz taş söktüren Bulgar generallerini, bizim adımıza meclise gönderdiler. Bu cahilliğimizden kaynaklanan çok acı bir gerçektir. Bakıyoruz da, dernekçilerimiz aynı kendini beğenmişliği bugün de yenememişler.
O seçimde büyük hileler olmuştu. Yüksek Seçim Komisyonuna “mavi” bülten dolu çuvallar taşındı. Oylar “kırmızı” olarak kaydedildi. Sosyalistlerin hanesine 500 000 “ölü canlı” oyu katıldı. Daha sonraki yıllarda gözleri önünde oynanan aynı sahtekârlığı “hiç bir şey görmemiş”, Bulgarca bir değişle buram buram soğan samsak koksa da “ne soğan yedim ne sarımsak gördüm” iddiasıyla idare eden Mustafa Karadayı nihayet HÖH-DPS Genel Başkanlığına “seçilerek” umut ettiğine kavuştu.
BSP hesabına 500 bin oy havadan düşünce, CDC seçim sonuçlarını 10 gün tanımadı. Birden bire çömeldi ve bu CDC’nin ilk pes edişi oldu. Halkımız “bir iş nasıl başlarsa öyle gider” der ya, işte o günden beri Bulgaristan seçimlerinde pek fazla değişen bir şey olmadı. Yani demokrasinin en büyük kalesi olan, topluma yepyeni bir yargı değeri getirmesi gereken, vatandaşın seçme ve seçilme gibi en temel hakkını kullandığı serbest seçim süreci zamanını dolmuş olana yenik düştü, yamuk, eğri başladı. İlk seçimde hile kabul edilince demokrasi sahte renk aldı. Bu gerçekler seçmene indirilmeden yaklaşan Cumhurbaşkanı seçimleri için kurulan tuzaklara işaret edilemez, kendi oyunumuzu kuramayız, soydaşa ve memleketteki seçmene kime oy vereceğini doğru olarak gösteremeyiz. Bu iş susmakla, beklemekle ya da birilerin kulağımıza bir şeyler fısıldamasını beklemekle olmaz… Aynı yanlışlıkları tekrar etmiş oluruz. Buna hakkımız yok.
Bu çok önemli konuya daha açık girebilmek amacıyla şimdi 3 aydan sonra yapılacak Cumhurbaşkanı seçimleriyle ilgili iktidar partisi GERB’in kurduğu oyuna, taktik ve stratejik yaklaşımına bir göz atalım:
GERB’in yeni oyunu:
Artık açık olarak görünüyor ki GERB partisi Cumhurbaşkanı makamını istemiyor. Avrupa -Atlantik siyaset çizgisinde 5 yıl boyunca ilkeli bir devlet adamlığı sergileyen Rosen Plevneliev’i, ikinci süre aday olmaktan vazgeçmeye zorlayan GERB partisi ve şahsen Başbakan Boyko Borisov’tur. 6 Kasımda yapılacak seçimlere parti adayını Eylül sonunda açıklayacağını beyan eden GERB, seçmeni oyalıyor, Putinci ilhak siyasetine karşı açık tavır koyamıyor, devlet başkanı siyasetinden sorumlu olmayı arzu etmiyor. ABV partisi bakanı Kalfin’in görevinden istifa etmesi ve VMRO partisi Başkanı Karakaçanov’un hükümet ortaklığından ayrılma niyetini açıklaması ve Cumhurbaşkanı seçimlerinde oyunu sol cephenin ortak adayı olması beklenen M. Popova’ya vermeyi düşündüğünü gizlemeyen aşırı milliyetçi “Yurtsever Cephe” başkanı Simyonov’un tavrı GERB partisini yapraksız ağaç gibi ortada bıraktı.
Türk seçmenle ilgili oyun kuruculuğu yapılırken, yeni durumdan değerlendirilmeli ve eski seçimlerden ders alınmalıdır. Bütün adayların açıklanmasını beklemek zorundayız.
HÖH-çiler seçmenden uzak tutulmalıdır.
HÖH-DPS partisi ilk seçimden başlayarak, Türkiye’de soydaşlarımızın haklı olarak “biz oyumuzu versek de bir şey olmaz” deseler de sandık başına çağırdı. Gizli plan ve hesapları seçmene açıklamadı. Dobriç iline toplanan oylarla emekli “DS” Generalleri, en büyük Türk ve Müslüman düşmanları ve hatta hapishanelerdeyken bize zulüm eden gardiyanların bazılarını meclise topladı. Bunlar hatırlanması bile gam veren gerçeklerdir. Bu seçimlerde HÖH Genel Başkanı, Başkan Yardımcıları, milletvekili ve yerli ajanlarını seçmenle temas kurmaktan uzak tutmalıyız. Bugüne kadar hayatımızı karartan ters gelişmeler, insanlarımızda “bu zalim dünya asla değişmez” ve “Allah’ım ben bu dünyaya neden geldim!” gibi özgürlük korkusu yerleşmesine onlar neden oldu.
Biz Rusya’nın Balkanlara çöreklenme stratejisine oy veremeyiz.
Şimdi sizlere ilk demokratik seçimlerle ilgili bir az daha derin bilgi vermek istiyorum. Bu seçimlerin bir Moskof planı olduğunu da artık yazıp çizenler anlatanlar belirdi.
Merkez Seçim Komisyonu 10 Haziran 1990 seçim sonuçlarını resmen açıklayamadı. Resmi gazete olan “Devlet Gazetesi” seçim sonuçlarını 26 yıldan beri yayınlamadı. Bunun komünist yasaya göre bile yapılması zorunluydu. Bilinmeyen bir prosedürle mecliste bir açıklama yapılmakla yetinildi.
Bu durumda Anayasa geçerli sayılmamalıdır.
Çünkü sonuçları resmen açıklanıp yayınlanmamış olan bir seçim meşru (yasal) kabul edilemez. Bugün geçerli sayılan Anayasayı kabul eden Büyük Halk Meclisi aslında gayrı meşru bir yasama organıdır. Demek oluyor ki, 1992’de Büyük Millet Meclisi’nin Demokratik Güçler Birliği’nden 39 ve Hak ve Özgürlükler Partisi’nden de 24 milletvekilinin zaten imzalamadığı Anayasa gayrı meşru yani yasal sayılabilecek durumda değilse, o tarihten sonra seçilen Halk Meclisleri’nin, tüm hükümetlerin ve bu parlamentonun tartışıp onayladığı tüm kanunların hiçbir geçerliliği yoktur. Görüldüğü üzere, 1990’dan beri Sofya’daki yürütme organı yasa dışı çalışıyor ama partiler, savcılık, Anayasa Mahkemesi susuyor. 1990’dan beri ülkemizde demokrasi güçleri ile totalitarizm kalıtı arasında kıyasıya süren kavgayı bu açıdan baktığımızda daha kolay anlayabiliyoruz. Tutuklanan sorgulanan yok, neden çünkü tüm kanunların hepsi geçersiz. Geçiş dönemi kanunu çıkmadı. Geçiş döneminin neden süresiz bir süreç olduğu böyle daha kolay anlaşılıyor. Çünkü totaliter kalıt sökülmek istenmiyor. Hiçbir siyasi parti sorumluluk almak istemiyor. Komünistler bu kavganın devam etmesini istedikçe sorumluluk alacak subje bulunamayacaktır. Demokrasinin sürünmesi hoşlarına gidiyor. İşlerin yoluna girmemesi isteniyor. Demokrasi ve adaletin yerleşme çabaları uykularını bozuyor.
Bu seçimleri kim kazanır?
7 Haziranda 1990’da “Kartal Köprü”de yapılan o büyük mitingden sonra, Demokratik güçler Birliği (CDC) yönetimi “bu seçimler torbada keklik” demişti. Sosyolojik araştırmalar gençlerin, öğrenimli olanların ve büyük şehirli seçmenin CDC’ye oy vereceğini ortaya çıkardı. Partilerin seçim mitinglerine bizde yakınlık duyanlar (sempatizanlar) gider. Seçimleri kazananlar ise, mitinge katılmayan, ne olur ne olmaz deyip evde bekleyen, ikircimlikli kitleyi kandırabilenlerdir. Bizde ikna edilmeyi bekleyen bir kitle var. Türklerde bu bekleyiş yok. Her seçimde aktiftik. Gerçeği anlayıp inanana kadar oylarımızı hep topluca HÖH partine verdik. Bazılarımızın lider olmak için sahtecikten hapis yattığına inanamadık. Kimseyi aldatmadığımız için aldatılmak beklemiyorduk. Şimdi artık bu sayfa kapandı. 5 yıl önce yalnız BULTÜRK başkanı Rafet Ulutürk’ün anlatıp yazdıklarını bugün artık Lütfi Mestan’ın, Şabanali Ahmet’in, Mehmet Hoca’nın Osman Oktay’in ve daha binlerce kişinin ağzından işitebilirsiniz, 10 sayfa kitap çıktı okuyabilirsiniz. Gerçekleri işitmeye tahammülü olmayan, tartışmaya girmekten kaçan, kendi hayat öyküsünden utanan, insanların gözüne bakamayan hiçbir siyasetçi bizi içine düşürüldüğümüz bataktan çıkaramaz. Siyaset oyunu bu gerçek üzerine kurulmalıdır.
Korku uyandıran nedir?
Bulgarların yoğun yaşadığı küçük yerleşim yerlerinin sakinleri, köylüler 1990’da koyu kırmızıydı. Başka bir ifadeyle, küçük kasabalı tahsilli gençler demokratikleşmeye oy verirken, yaşlılar ve kör cahiller totalitarizmin ayakta kalmasını istedi. Burada dikkatten kaçmayan bir özellik var, 1990’da 40–45 yaşlarında olan ve demokrasi için oy kullananlar 2005 seçimlerinde yine kırmızı oy kullandılar. Bu iş düşündürücüdür. Neden değiştiler. Korktukları nedir?
Yine demokrasiye giriş döneminde, mitinglere gelen, olayları izleyen, her şeyden haberdar olmak isteyen, fakat oy vermeyen büyük bir kitle oluştu. 22 yıl sonra bu kitle başını su yüzüne çıkardı. Toplumsal nimetlerden daha büyük bir pay isteyerek Bulgaristan’ın Avrupa Gelişimi için Vatandaşları (GERB) partisinde birleşti. Bugün iktidardadır. 5 seneden beri süren polis grevlerini başka türlü anlamak mümkün değildir. Bu kitle aşağı yukarı toplumumuzun üçte birine eşittir. Polis, ordu ve diğer güvenlik birimlerini ve onların yakınlarını birleştiren bu harekettir. 1990’da Bulgaristan’da Türk sorunlarının kökten çözülmesini, göçün durdurulmasını, Türklerin tüm demokratik haklarının verilmesini engelleyen suskun güç odur. Bugün de GERB’in stratejisi Türklerin ve Müslüman azınlığın devletten sökülüp kazınmasına dayandırılmıştır. Türk bölgelerinde spor tesisi açılışında şerit kesmek, Deliorman’da pehlivan abidesi açmak göz boyamadır.
1972 ve 1985 isim değiştirme, tutuklama, zorlama, yargılama, cezaevlerinde çürütme ve toplama kamplarında ve sürgünlerde uygulanan zulmün başat devlet gücünü oluşturan bu kitle, haklarımızı isterken, suçluların da cezalandırılmasını isteyeceğimizden korktu. Demokratikleşmeyi frenlediler. Memlekette GERB partisi merkezlerinin kapısını açan tek Türk yoktur. Yutamadıkları büyük gerçek, Türklerin kovulmasından sonra ekonominin çökmesidir. Yakın geçmişte, Bulgaristan’da Demokrasiyi Araştırma Merkezini kuran, Sofya Üniversitesinde Prof. Ognyan Daynov’la bir görüşmemizde “ekonomi çöktü” dendiğinde gözlerinin önünde beliren gerçek nedir’ diye sorduğumda şu yanıtı aldım:
Dedemin köyü Tırnovo ilinde Mindiya köyüdür. Köyümüzdeki Yusuf Bey ailesi büyüktü. Tarım Kooperatifi (TKZS) fermasında 300 inek bakıyor, her gün 5 bin litre süt teslim ediyorlardı. Türkiye’ye göçe zorlandılar. Gittiler. Yerlerine sarhoş Bulgarlar ve Çingeneler tayin edildi. 2 senede 17 inek kaldı, hepsi hastalandı ve öldü. Daha anlatayım mı?
Bu, alçak gönüllü, yardımsever, neşeli, çalışkan, eşi olmayan ailelerin göçünden sorumlu olanlar, isimlerinin değiştirilmesinden cezalandırılmaları gerekenler, zulmün sorumluları, dil ve dinlerinin, yaşayış tarzlarının yasaklanmasından sorumlu olanların mutlaka tutuklanıp cezalandırılması gerekiyordu. Bu işleri yapanların başında bugünkü gerbacılar olduğundan, daha 1990’da yol kesen rolü oynadılar.
Başka bir tuzak ve ihanet örneği.
29 Aralık 1989’da Bulgaristan Müslüman / Türklerinin isimlerinin ve din haklarının iade edilmesi kararının çıkması, aşırı milliyetçi Bulgar kesimde şiddetli protestolar uyandırdı. Razgrat şehrinde “Bulgaristan Bulgarların” hareketi başladı. Bu aşırı ırkçılıktı ve hepimizin kovulmasında direniyorlardı. Türklerin ülkeyi boşaltmasında direndiler. Milliyetçi hareketlenmede güç bulan öncelikle eski gizli polis “DS” subayları ve polis görevlileri Kırcaali’de iki adet uğursuz örgüt kurdu.
1) Ulusal Çıkarların Savunulması için Umum Milli Komite ve
2) Emeğin Vatan Partisi.
Bu partiler Razgrat, Veliko Tırnovo, Stara Zagora, Smolyan, Haskovo, Tırgovişte ve diğer il ve ilçe merkezlerinde de kan kusan örgütler kurdu.
Milliyetçi, ırkçı ve özellikle de Türklere karşı sivri uçlu partiler ve hareketin yöneticilerinden birisi, bir gizli polis ajanı olan, daha sonra Bulgaristan Sosyalist Partisi Başkanı seçilen, Ahmet Doğan’ın aldatıp yönlendirdiği HÖH seçmen oylarıyla 22 Ocak 2002’de Bulgaristan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı da seçilen Georgi Parvanov’tur. Bu bizim demokrasi davamıza en büyük ihanetlerden biridir. En büyük düşmanımızı Cumhurbaşkanı seçecek kadar körleştirildik. O zaman hepimizin Bulgaristan demokratik kamuoyunun gözünden düştüğümüz gündü. Bize “siyasi köle” deyenler haklıydı. Birçok defa aldatıldık derken vurgulanmak istediğimiz noktalardan biri tam da budur. O zaman – Demokratik Güçler Birliği adayı Petır Stoyanov’un biraz desteklememizle bir süre daha Cumhurbaşkanı seçilmesi olanağı vardı. Bu olanak biz Müslüman Türklerin oylarıyla rafa kaldırıldı. Bu seçim, memleketimizde demokratikleşme davasına en büyük ihanet oldu. Ahmet Doğan bu hainlik için çok büyük paralar aldı. Çok defa aldatıldığımızı gören Bulgar kamuoyu 2015’te bize “körleştirilince kapsülleşmişler” dedi. Biz demokrasi kalkanını delen bir ayaklanmadan geliyorduk. Bizi bu kadar alçak düşüren, demokrasi davasına “ihanet” gibi durumlara sürükleyen, tuz yaşamaya giden koyun durumuna iten hainlik Türkiye’deki soydaşlarımız da yürekler acısı durumlara sürüdü. Bulgarlar bize siz “1908’den beri hiç değişmediniz mi” sorusunu sormaya başladılar. Zavallılaşmıştık. Sahayı boş bulan Doğan haini kendini hindi kuşu gibi şişirdi de şişirdi. Bugünkü durum ortadadır. Yine evirip çevirip HÖH seçmenlerini, Rusçu, anti-Türk kesimde yetişmiş milliyetçilerden olan, sol cephenin adayı M. Popova’ya oy vermeye hazırlıyor.
Bu kadar büyük bir gücü yenebilmiştik.
1989’da Bulgaristan’da 800 bin komünist, 130 bin kişilik ordu, 80 bin üniformalı milis ve gizli polis “DS” ile 7 milyon Vatan Cephesi üyesi varken ayaklanan Türklerin ve demokrasi ve insan hakları davamızdan ateş alan Bulgar demokratların T. Jivkov rejimini devirebildik. Halkımız birleşince her şeye muktedirdir. Geçmişteki başarılarımızdan ders alınmadan yeni oyun kurulamaz.
Bugün artık 17 Aralık 2015 HÖH iç darbesinin neden yapıldığı iyice anlaşıldı. Aslında demokratikleşmenin ilk aylarında böyle bir olay bizzat yaşanmıştı. 1989 Bulgar devrimi hem Bulgarlar hem de Türkler açısından bir sokak devrimidir. Bu, totaliter zulme karşı bir patlamadır. Mükemmel örgütlenmiş olduğunu asla söyleyemeyiz, çünkü Demokratik Güçler Birliği CDC bile 1.300.00 Sofyalı meydanları doldurduğunda kuruldu. Devrimin örgütsel yapısı sokak ve meydanlar insan dolunca tamamlandı. Büyük kavga üretim araçlarını ellerinde bulanlarla emekçiler arasında değil, zulüm edenlerle, zulüm görenler arasındaydı. Serbest nefes almak isteyenler sokaklara akmıştı.
Bugünde, totaliter hurdalığı arkasına alarak Bulgaristan Müslüman Türklerinin demokrasi mücadelesini boğmak isteyen Ahmet Doğan kliğine karşı bir milli hareketlenme gelişiyor. Türkler işleri kökten temizleme ustası olarak bilinir. Bağımsız hareketlenme büyük endişe uyandırıyor. Yeni devinimi L. Mestan, K. Dal ya da başka biri başlatmadı. Gelişen bir halk hareketidir. İlk tepkileri 2014 erken seçimlerinde görebildik. 2016 yerel seçimlerinde olay yeni boyutlar aldı. Bağımsızlar deresi doldukça kıyılarına sığmıyor büyük bir nehre dönüşme yollarını arıyor. Bu hareketin Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça güç topladığı gözden kaçmıyor. Biriken enerli şimdi statik (dural) olsa da, hayatta el atıyor. Çok yakın gelecekte siyasi partilerin adayları belli olduğunda, Türkiye ve Bulgaristan seçmenimizin bu hareketle uyum sağlayıp ortak aday göstereceklerine inanıyorum. Yeni olan her zaman üstün gelir. Onu doğarken yutmaya hazırlananlar akbabalar gibi uçuşmaya başladılar bile…
Liderlerin ödevi hareket yaratmak değildir! Oluşan halk hareketlerine önderlik etmektir. Halkın hareketlenmesi doğal bir olgudur. Toplumsal çelişkilerin kesin yansımasıdır. Yeni liderlerin zamanını doldurmuş partilerden olması şartı geçerli değildir. Halkımız derneklerden yükselen liderleri kucaklamaya hazırdır.