Vatanımız Bulgaristan’da anadilimiz Türkçemizle özgür düşünce düzeyinin vardığı noktayı (yeri)  kimseye anlatamıyorum. Yıllardan beri aynı yerde duruyoruz. Dipsiz çukurda gibi…

Gözle görülür, elle tutulmaz!” – nedir o?

Duman!” ya da “Sis!” Bilebildik diye yerimizde sıçrardık.

Karbüratörü boğulmuş bir araba olsaydık, aksırır öksürür yerimizde sıçrar, hayat ışığı arardık…

Türkçemiz, sis ve çukurdaki araba arasında fark yok.

Birisi boşa sıçrıyor. Öteki yerinde sayıyor.

Totaliter dönemde  (1956–1989) Bulgaristan Türklerinin başına neler, neler geldi?

Bu bir soru değil, durum tespitidir. Soru olsa herkes kendine göre yanıtlar, ortak noktalar hemen göze çarpardı.

Yetmişli yıllarda Türkçe basına yasaklar kondu. Bir süre sonra da Türkçe konuşma kanun dışı ilan edildi. Bir süre daha sonra Türkçe konuşanlara ceza kesildi. Bir toplumun başlıca sözlü ve yazılı iletişim aracı dildir. Bir edebiyatın, bir kültürün, sanatın başlıca aracı dildir. Hayat dille dile gelir. Dilimiz gelişmeden bunlardan hiç biri gelişemez. Kendi arabamızda değil, belediye otobüsünde yolculuk ederiz. Dil öldüğünde yaşam göz yumar. Halkı körelir, yok olur. Bu dünyadan dillerini kaybettikleri için yok olan haklar çoktur. Her halk kendi öz diliyle yaşar. Bir dil başka dillerin var olmasına engel olmaz. Hindistan’da 656 dil var.

Basın yayın açısından 1877 – 78’den beri Bulgaristan Türklüğünün durumu hiçbir zaman bu kadar dibe vermemişti. Halen ele alacak bir gazete ve dergimiz, kapısı açık bir  Türk Kültür Merkezimiz yok.

Biz Türkçemizin köklerinin kaç bin yıl gerilere dayandığını bilmekte zorlansak da 27 asırlık edebiyatımız var. Bundan bin yıl önce bu topraklara kendi dilimizle ve kültürümüzle geldik. Bunu dedelerimizin dedelerine ve atalarımızın atalarına borçluyuz. Ve bugün Türkçemizin yaprakları solgundur ama can damarları çok derinlerdedir ve her an yeniden fışkırabilir.

1950’lerde köyde her haneden bir yumurta toplanır, Kırcaali’de satıp bir Türkçe gazete alalım diye köy gençleri nöbet tutardı. Gazete cani odasında Nüvvab’lı hoca tarafından sesle okunur ve haberler ek bilgilerle yorumlanırdı.  Biz bugün bu durumdan da kötüyüz.

Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni seçilen Başkanı Recep Tayyib Erdoğan’ın geliştirdiği  “barış süreci” ülkede yaşayan tüm etniklerin, dil ve dinlerin, kültürel özelliklerin yaşama hakkına saygı ve teşvik verdi. Güney Doğu’da Kürt Enstitüsü açan Türkiye, Rom Kültür ve Dil Yüksek Araştırma Merkezleri etkinlikleri başlattı. Dünyanın en büyük kozmopolit kenti İstanbul yöre kültür geceleriyle yaşarken, hemşeri konağı düğün salonları dolup boşalırken, “Biz halk kültürü düzeyini aştık” edası savuranlar klasik sanat dallarında gönül coşturuyor. Piyanolar her gece kaval, flüt, bağlama, yaylı tambura, davul, zurnalı türkü ve şarkımıza renk katıyor. Ressam bayan sergileri göz kamaştırıyor, hayaller uyandırıyor.

Biz, Bulgaristanlılar eskiden olduğu gibi şimdi de sanat dallarında nazlılardan nazlıyız.  “Davulcuya kız verilmez!” “Zurnacı yuva kurmaz!” “Resim işi kız işi mi? gibi saplantılarımızdan bir türlü kopamadık. İnce işleri hep başkalarına iteledik. “Bizim şarkımız içimizdedir. Derin dünyamız gönlümüzdür! Bu deyimler bizimdir. Kına düğün gecelerinde bir kol belde, öteki omuz düzeyinde oynarız. Ne birine dokunur, ne el kaldırırız. Coşkumuzu yüksek sesle ifade ederken yere bakarız, biz basarken hep köklerimize basarız. Rumeli TV’ye gözüm kaydığı oluyor. Son dönem sanatçıların alt çeneleri dik, ünikleri fırlamış, sağ ellerinde sopa gibi mikrofon dimdik gökte….içten içe bu bizden değil, diyorum. Biz düşmanı el kaldırmadan yenen soylardan olduğumuzdan sesiz konuşur, söyleneni anlar, anladığımızı unutmayız.

Bu işlerde bizdeki faşizm ve demokrasi dönemlerinde değişen hiçbir şey olmadı.  Aslında değişiklik olsun diye bir şey yapmadık. Hayatın sunduğu yenilikleri uygun bulduğumuzda özümsedik, uymayanları ret ettik.

Liderlikten geçinen Ahmetlerin Lütfülerin halkın nabzına şerbet verdiğini göremedim. Ezilenlerin ve üsttekilerin yaşamı birbirinden koptu. Sürünenin halinden anlayan yok. Ana dilimize, halk kültürümüze, sanatımıza, yazılı ve sözlü edebiyatımıza, özgün kültürümüze karşı umursamaz, ilgisiz, vurdumduymaz tavırları sürüyor. Çeyrek asır bir şey değişmedi. Süreç kötüye gidiyor. Liderler özel seçilmiş, onlar anneler günü, babalar günü olmayan, Kurban ve Şeker Bayramı kutlamayan, ezan dinlemeyen, mevlit okutmayan, saza gitmeyen, konser dinlemeye vakit bulamayan, baleyi baldır bayram sanan, Noel Bayramı ile Yılbaşı kutlamaları arasında gönül eğleyen tipler olarak, kopyalanmış ve kavanozda korunan numunelerden seçmelerimizdir. Bir kişinin hafıza ambarında, duygu dünyasında kültüre, sanata susamışlık yoksa o kişi özürlü kopyadır. Bir kişinin beden hareketlerinde, coştukça parlayan ya da solup sönen bakışlarında kültür özü yoksa tohum örneği alamazsın. Bir yaprak, iki yaprak, bir başak iki başak vermesini bekleyemezsin, çünkü klonlu tipler doğrudan saplı, yapraklı ve başaklı doğuyor. Öyle ki, Ahmetler Lütfüler gibi bizim topluma bir yerlerden düşseler bile dibini kazıp sulayamazsın, kültür ve sanat eserleriyle eğitemezsin, çünkü kopyanın hafızasında kültür ve sanat zekâsı yoktur. Onun için konservatuarda bir Türk veya Müslüman öğrenci yok. Kültürel özürlüler kültürün gelişmesinden rahatsız olur. Kültür onlar için gereksizdir. Müspette insanın hayatı karanlıkta başlar ve karanlıkta geçer.  Kültürel karanlıkta geçen hayat yaşarlar. Etraf karanlık kafalar bulanıktır. Karanlıkta hiçbir şey gözle görülmez, gözle görülemeyen elle de tutulamaz! Karanlık bekleme yeridir. Beklenen şafaktır, umut edilen mutlaka gelecektir.

Ahmet ikide bir, şopar damarı tuttuğunda Apazı ya da Slivneli Dukiyi davet eder, biraz doğaçlama dinlerdi. Şimdi o da bitti. Vidin’de bir dansöz, Burgaz’da bir orkestra, şair istemez, yazar istemez, tiyatro oyunu istemez, filarmoni istemez, Türk kültürü istemez… çok sevdiği yalnız bir şey kaldı, Omar Arap Bankalarından dolarlar sayan makine orkestrasının ritmik sesi. Makineler saray karanlığında gece çalışıyor.

Bizi etnik kültür karanlığında tutuyorlar. Karanlıkta tutmalarının nedenini biliyor musunuz? Gece karanlığında devlet düzeni güçleri genelde uykudadır. Bürokrasi, gardiyanlar, polisler, okullar, kısacası hayatımızı düzenleyen güçler uykudadır. Askerler erken yatağa girer. Baskı ve terör elemanlarının uyku satı bellidir. Yatılı okullar, cezaevleri, toplama kampları, hastaneler …. Kişinin istediği saatte yatma hak ve özgürlüğü yatmamızı ve uyumamızı ister. Çiftler aynı saate yatağa girer. Avrupalı kent sakinleri feodal toplumda mumlarını aynı saatte söndürmek zorundaydı. Düzen ve baskı güçleri her zaman belirli bir uyku saatini zorunlu kılar. Bu belirli saatin erken bir saat olması ve uzadıkça uzaması yine uyuyan insanın düşünmediği gerçeğinden kaynaklanır.

Tüm kültürler bize karanlığın kötü güçlerle ilişkili olduğunu öğretir. Türk kültürü için olduğu kadar, Bulgar kültürü için geçerlidir. Masallarda gece karanlığından, gece yaşayanlardan korkmamız gerektiği anlatılmadı mı? Oysa hayatımız uyuklarken ya da uykuda geçtikçe gündüz hayatımız kısalır ve anlamsızlaşır. Ne var ki, gece ve gündüz hayatını yaşayan kişiler hep aynı kişilerdir. Yani biziz.

Kültürel bakıma uyumamıza özen gösterilen bir halk topluluğu olduğumuzdan, bize korkuyla bakmaya başladılar. Çünkü geceler gebedir, sosyal egemenlik kuralları ancak gece bozulur. Bir de gece düş görme zamanıdır. Emeller gözle görülmez, elle tutulmaz ortamlarda mayalanır ve gün doğarken gerçek olur!

 

Seyhan ÖZGÜR

Reklamlar