Prof. Dr. Hasine ŞEN KARADENİZ
Göçler, Bulgaristan Türklerinin tarihinde her zaman önemli bir olgu niteliği taşımıştır ve Bulgaristan ile Türkiye arasındaki ilişkilerin bir göstergesi olmuştur.
Sosyalist rejimin çöküşü, küreselleşme sürecinin hızlanması, Avrupa Birliği tartışmalarının yükselmesi ve benzer siyasi ve iktisadi olayların gölgesinde gerçekleşen son göç hareketleri (1989 göçü ve sonrası), daha önceki göç hareketlerinden belirgin bir farklılık göstermekte ve gerek Bulgaristan’da yaşayan Türklerde, gerekse 1989’da Türkiye’ye yerleşmiş Bulgaristan Türklerinde kimlik, kültür, aidiyet, vatan gibi kavramların sorgulanmasına ve güncel gelişmeler doğrultusunda yeniden oluşturulmasına neden olmuştur. Bulgaristan ile Türkiye arasındaki vize uygulamalarına getirilen rahatlıktan sonra iktisadi ve toplumsal açıdan her iki ülkeye de bağımlı olan ve iki ülke arasında sürekli hareket halinde yaşayan bir grup oluşurken, 1989 göç hareketinden sonra Türkiye’ye yerleşen Bulgaristan Türkleri’nin ise tersine göçü gündeme gelmiştir.
1989 Göçü ve Bulgaristan Hükümeti Politikaları
1989 göçünden söz ederken 1989’un yaz aylarında ve 1990 yılında yaşanan yoğun göç süreci kast edilmelidir, çünkü daha sonraki göç olayları farklı ortamda ve farklı nedenlerden doğmuştur. Hatta daha sembolik bir çizgi belirlemek gerekirse belki bu Berlin duvarının yıkılması olabilir, çünkü Berlin duvarının yıkılmasıyla yeni bir dünya görüşü de ortaya çıktı ve yeni gelişmeler doğrultusunda Bulgaristan’da da 10 Kasım 1989’da totaliter rejimin yıkılmasıyla demokratikleşme süreci başlamış oldu. Yeni yasalarla Bulgaristan Türklerine isimleri geri verildi ve birçok hakkı iade edildi. Buna rağmen göç, farklı yöntemlerle (vize almanın yanı sıra sahte pasaport yoluyla veya sınırı yasal olmayan yollardan geçerek) devam etti. Türkiye’ye Bulgaristan’ da zulmün söz konusu olmadığı bir dönemde gelen bu göçmenler için Türkiye, 1989’un yaz aylarında olduğu gibi Bulgaristan Türklerine kucak açarak onları totaliter rejimin zulmünden kurtaran Anavatandan çok, ekonomik açıdan daha rahat bir hayat vaat eden ülkedir artık. Bulgaristan’ın, yeniden yapılanma sürecinde ciddi bir kriz yaşamasından dolayı, bu dönemde birçok Bulgaristan Türkü, Türkiye’nin yanı sıra, Yunanistan, Hollanda, Almanya, İsrail gibi ülkelerde de iş imkanı aramaktadır. 1989’da gelenler kısa sürede Türk vatandaşlığına alınırken daha sonraki göçmenler “yabancı” statüsündedir (sigortasız çalışırlar ve hiçbir sosyal haktan yararlanamazlar) ve Bulgaristan’ın Avrupa Birliği’ne girmesi kesinleştikten sonra yoğunluk kazanan “tersine göç” ü oluşturan ağırlıkta bu konumdaki insanlardır. Türk vatandaşı olup Türkiye’ye hem sosyal hem kültürel anlamda daha iyi uyum sağlayan Bulgaristan Türklerinin tersine göçü ise fiziksel değil, daha çok hukuki ve sosyal anlamda Bulgaristan vatandaşlığının verdiği haklardan ve ayrıcalıklardan – örneğin serbest dolaşım hakkından – yararlanmaya yöneliktir. 1989’da göç edenlerin Türkiye ile olan ilişkisi daha sonraki dönemlerde gelenlere nazaran daha duygusal zemine oturmaktadır. Seçtikleri soyadları bile bu milli duyarlılığı göstermektedir. Vatansever, Yurtsever, Öztürk, Öztoprak, Yılmaz, Yiğit, Mutlu 1989 Bulgaristan göçmenlerinin en çok tercih ettiği soyadlarıdır.
Bunun nedeni de 1989 göçünün daha önceki ve sonraki göç hareketlerinden birçok açıdan farklı olmasıdır. Her şeyden önce ortaya çıkış nedeni ve gerçekleşme biçimi onu ne bir göç, ne de bir sürgün olarak tanımlamamıza izin veriyor. 1989 yılının yaz aylarında Bulgaristan medyası, “göç” kavramından kaçınmak için olayı “büyük gezi” olarak isimlendirdi. Türk tarafında da, olaydan göç olarak söz edilse de, 1989’un yaz aylarında akın eden Bulgaristan Türkleri için, onları daha önce resmi antlaşma sonucu Türkiye’ye yerleşen muhacirlerden ayıracak soydaş terimi yaygınlaştı. Bu kavram belirsizliği söz konusu hareketin aslında yarı göç – yarı sürgün olduğunu gösterirken, Bertold Brecht’in “Göçmenler” şiirinde açıklanan durumu akla getiriyor: “Göçmenler./ Göçedenler anlamına geliyor bu: Ama biz /Göç etmedik, özgür irademizle/ Başka bir ülke seçmedik. Orada yerleşmek amacıyla/ Başka bir ülkeye gitmedik ki, orada kalmak için belki de sonsuza dek./ Hayır, biz kaçtık. Kovulduk biz, sürgün edildik.”
Edward Said de ülkesini terk etmek zorunda kalanların iki ülke arasında kalma durumunu dile getirir bir çalışmasında: “Sürgünlerin çoğu için güçlük sadece yuvadan uzakta yaşamak zorunda bırakılmaktan kaynaklanmaz,…günlük hayatın size eski yerinizle sürekli ona ulaşacak gibi olduğunuz ama bir türlü ulaşamadığınız bir temas halinde tutulmasından kaynaklanır. Bu yüzden sürgünler… ne yerli ortamla tamamen birleşebilir, ne de eskisinden tamamen kopabilir, ne bağlanmışlıkları tamdır ne de kopmuşlukları.”
Said’in düşünceleri tam olarak 1989 Bulgaristan göçmenlerinin duygularını yansıtırken Brecht’ in şiiri yetersiz kalıyor çünkü yeni ülke onların durumunda herhangi bir yer değil, Anavatan Türkiye’dir. Türkiye’ye gelme nedeni olarak Parti Sekreteri Todor Jivkov’un uyguladığı asimilasyon politikasını gösterirken bir taraftan Bulgaristan’dan kovulduklarını ifade etseler de, 1989 göçmenleri diğer taraftan kovuldukları yere karşı derin bir özlemin de etkin olduğunu vurguluyor. 1989’un yaz aylarında gerçekleşen göçün, göç ve sürgün kavramlarının ortasında bir yerde kaldığını göstermek için hemen göç öncesi cereyan eden, yakın Bulgar tarihinde “Mayıs olayları” olarak yer alan olayların incelenmesi son derece yararlı olacaktır.
1985 yılında, Bulgaristan Türklerinin isimlerinin değiştirilmesi ve temel haklarının ellerinden alınmasıyla ifade edilen ve Parti yöneticileri tarafından “Soya Dönüş” olarak isimlendirilen sürece tepki olarak Bulgaristan Türklerinin Milli Kurtuluş Hareketi adı altında illegal bir örgüt kuruldu. Bu örgütün rejim aleyhtarı çalışmaları 1989 yılının Mayıs ayında, Mayıs Barış Yürüyüşleri ‘nin düzenlenmesiyle doruk noktasına ulaştı. Mayıs hareketleri ülkenin farklı yerlerinde yapılan açlık grevleriyle başladı. Türklerin yaşadığı bölgelerde 25 Mayıs 1989’da toplu barış yürüyüşlerinin yapılması kararlaştırıldı ancak yürüyüşleri düzenleyenlerin tutuklanıp Avusturya ve başka Avrupa ülkelerine sınır dışı edilmeleri sonucunda halk gösterileri daha erken başladı. Ülkenin birçok yerinde “Biz Türküz” ve “İsimlerimizi İstiyoruz” gibi sloganlar atılarak yürüyüşler yapıldı. Bu yürüyüşlerde ilk defa “Yaşasın Demokrasi,” “Yaşasın Gorbaçov,” “Kahrolsun Jivkov” türünden sloganların atılması, demokratikleşme sürecine geçme talebinin ilk işaretleri olarak okunabilir. Göç talebi hiçbir mitingin konusu değildir. Bu yürüyüşlerin amacı dünya demokratik örgütlerinin dikkatini çekmektir, tarih olarak 25 Mayısın seçilmesi de tesadüf değildir, çünkü bu tarihte Paris’te Uluslararası İnsan Hakları Konferansı başlayacaktır ve İllegal örgüt lideri Ahmet Doğan bulunduğu Pazarcık hapishanesinden bu konferansa bir mesaj ulaştırmayı başarmıştır.
Resmi devlet propagandasına göre ise göstericiler otonomi ve Türkiye’ye göç etmek istemektedir, böylece kamuoyu yanıltılmakta ve göstericilere karşı düşmanlık hissi uyandırılmaktadır (Yalımov 462). Mayıs olayları boyunca (20-30 Mayıs 1989) 2000 kişi sınır dışı edilmiştir. Bu kişilere 24 saat içinde ülkeyi terk etme emri verilmiştir. Bu şekilde Bulgaristan’ı terk etmek zorunda kalan Bulgaristan Türkleri önce Avusturya ve Macaristan’a, daha sonda da Türkiye’ye gönderilmiştir. Medya açıklamaları ve bu “sınır dışı etme” olayları yoğun bir göç psikozunu yaratmakta gecikmez ve kısa bir süre sonra Kapıkule yolları umut yolculuğuna çıkan Bulgaristan Türkleriyle dolup taşmaya başlar.
Başka bir ülkeye gitmedik ki, orada kalmak için belki de sonsuza dek./ Hayır, biz kaçtık. Kovulduk biz, sürgün edildik.”
Edward Said de ülkesini terk etmek zorunda kalanların iki ülke arasında kalma durumunu dile getirir bir çalışmasında: “Sürgünlerin çoğu için güçlük sadece yuvadan uzakta yaşamak zorunda bırakılmaktan kaynaklanmaz,…günlük hayatın size eski yerinizle sürekli ona ulaşacak gibi olduğunuz ama bir türlü ulaşamadığınız bir temas halinde tutulmasından kaynaklanır. Bu yüzden sürgünler… ne yerli ortamla tamamen birleşebilir, ne de eskisinden tamamen kopabilir, ne bağlanmışlıkları tamdır ne de kopmuşlukları.”
1985 yılında, Bulgaristan Türklerinin isimlerinin değiştirilmesi ve temel haklarının ellerinden alınmasıyla ifade edilen ve Parti yöneticileri tarafından “Soya Dönüş” olarak isimlendirilen sürece tepki olarak Bulgaristan Türklerinin Milli Kurtuluş Hareketi adı altında illegal bir örgüt kuruldu. Bu örgütün rejim aleyhtarı çalışmaları 1989 yılının Mayıs ayında, Mayıs Barış Yürüyüşleri ‘nin düzenlenmesiyle doruk noktasına ulaştı. Mayıs hareketleri ülkenin farklı yerlerinde yapılan açlık grevleriyle başladı. Türklerin yaşadığı bölgelerde 25 Mayıs 1989’da toplu barış yürüyüşlerinin yapılması kararlaştırıldı ancak yürüyüşleri düzenleyenlerin tutuklanıp Avusturya ve başka Avrupa ülkelerine sınır dışı edilmeleri sonucunda halk gösterileri daha erken başladı. Ülkenin birçok yerinde “Biz Türküz” ve “İsimlerimizi İstiyoruz” gibi sloganlar atılarak yürüyüşler yapıldı. Bu yürüyüşlerde ilk defa “Yaşasın Demokrasi,” “Yaşasın Gorbaçov,” “Kahrolsun Jivkov” türünden sloganların atılması, demokratikleşme sürecine geçme talebinin ilk işaretleri olarak okunabilir. Göç talebi hiçbir mitingin konusu değildir. Bu yürüyüşlerin amacı dünya demokratik örgütlerinin dikkatini çekmektir, tarih olarak 25 Mayısın seçilmesi de tesadüf değildir, çünkü bu tarihte Paris’te Uluslararası İnsan Hakları Konferansı başlayacaktır ve İllegal örgüt lideri Ahmet Doğan bulunduğu Pazarcık hapishanesinden bu konferansa bir mesaj ulaştırmayı başarmıştır.Said’in düşünceleri tam olarak 1989 Bulgaristan göçmenlerinin duygularını yansıtırken Brecht’ in şiiri yetersiz kalıyor çünkü yeni ülke onların durumunda herhangi bir yer değil, Anavatan Türkiye’dir. Türkiye’ye gelme nedeni olarak Parti Sekreteri Todor Jivkov’un uyguladığı asimilasyon politikasını gösterirken bir taraftan Bulgaristan’dan kovulduklarını ifade etseler de, 1989 göçmenleri diğer taraftan kovuldukları yere karşı derin bir özlemin de etkin olduğunu vurguluyor. 1989’un yaz aylarında gerçekleşen göçün, göç ve sürgün kavramlarının ortasında bir yerde kaldığını göstermek için hemen göç öncesi cereyan eden, yakın Bulgar tarihinde “Mayıs olayları” olarak yer alan olayların incelenmesi son derece yararlı olacaktır.
Resmi devlet propagandasına göre ise göstericiler otonomi ve Türkiye’ye göç etmek istemektedir, böylece kamuoyu yanıltılmakta ve göstericilere karşı düşmanlık hissi uyandırılmaktadır (Yalımov 462). Mayıs olayları boyunca (20-30 Mayıs 1989) 2000 kişi sınır dışı edilmiştir. Bu kişilere 24 saat içinde ülkeyi terk etme emri verilmiştir. Bu şekilde Bulgaristan’ı terk etmek zorunda kalan Bulgaristan Türkleri önce Avusturya ve Macaristan’a, daha sonda da Türkiye’ye gönderilmiştir. Medya açıklamaları ve bu “sınır dışı etme” olayları yoğun bir göç psikozunu yaratmakta gecikmez ve kısa bir süre sonra Kapıkule yolları umut yolculuğuna çıkan Bulgaristan Türkleriyle dolup taşmaya başlar.
Göç psikozunun nasıl yaratıldığını anlatan kaynaklar arasında 2003’ün Mayıs ayında yayınlanan Soya Dönüş Süreci’nin Gerçeği: Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi Politbüro Arşivi Belgeleri başlıklı kitap, Merkez Komite’ nin o günlerde aldığı kararları, isim değiştirme sürecini nasıl hazırladığını, 1989 yılında meydana gelen göç olayının nasıl planlandığını parti üyelerinin arasında geçen konuşmaları ve tartışmaları gün ışığına çıkarması açısından son derece önemlidir. Bu kaynak tarihi gerçekleri çarpıtarak suni bir tarihin nasıl yazıldığını, kısmen de olsa ortaya koyuyor (sürecin sorumlularını gösteren asıl belgeler yok olmuştur arşivden), ve her şeyden önce “Soya Dönüş” sürecinin başarısızlığa doğru gittiğini görünce yeni bir asimilasyon yöntemi olarak Bulgaristan Türkleri’ni göçe nasıl ittiğini gösteriyor.
Sadece 1989 yılındaki gelişmelerin perde arkasını yansıtacak bazı kararlar üzerinde duracağım. 6 Haziran 1989 tarihinde Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi Toplantısının raporundan alınan aşağıdaki kesitler 1989 göç hareketinin Parti kararıyla başlatıldığını açıkça ortaya koyuyor: