Osman BÜLBÜL
Tarih: 14 Mayıs 2017
Konu: Dünya cenneti ile öbür dünya cenneti aynı yerdeyse, yerim köyümün
Kabristanlığıdır.
Ben bu dünyadan Bulgaristan Türklerinin vatan türküsünü söyleyerek gitmek
İstiyorum.
Son doruktayım. Kazanlıkta hastaneye girip çıktım. Son savaşa girmeden şapkayı alıp gitmek istemiyorum. Dünyada yaşamayı kolaylaştırmak için zaman ve uzamı bulanlar, takvimi, yıl sayımı ve daha birçok şey icat edenler, doğanın kurallarından yalnız birini değiştirebilselerdi ne güzel olurdu. İnsan insan olalı hayatı, hayattın sırrını çözme uğraşısındadır. Ne ileri ne geri, hayatın içine giremedik.
Bundan iki sene önce, sapı, yaprağı ve çiçeği kuruyunca, mahzene indirdiğim bir saksım vardı. Koyu mavi goncayla masamın üzerine dökülen ve açtıkça mavisini yıkayıp durulayan ve yapraklarının ucunda, sevgi gözlerinden süt maviyle gülümseyen çiçeğim! Kış, yolculuklar, hastane, gelip gidenler ve zaten güzelliğine kıyamadığım için 2 sene toprağını bahçeye saçamadığım benim sevimli uykucum, bu baharla birlikte uyanmış, üç beş yaprakla fışkırmış saksıdan, bu sabah o bana, ben de ona “Hoş geldin!” Dedik. Bakıyorum yakalamış saçlarından baharı.
Mahzenden bambaşka duygularla çıktım. Elimde kurumasına kıyamadığım, hayat bulmuş, adını bilmediğim sevgilim. Yol kenarındaki kavağa baktım, yün döküyor, asfalt üzerinde beyaz topçuklar birbirini kovalıyor. Bu bahar kestanem çiçeklerinden ayrılmak istemiyor. Her biri ışık saçan bir lamba gibi, yeşil yapraklar çiçeklere öyle sevdalı ki, büyümeyi unutmuş. Şu günler, akasya salkımları kestane çiçeklerinin beyazlığına erişti. O emsalsiz beyaz yeşil cümbüşü dünyayı gölgeledi. Arılar şaşkınlık içinde! Akasya balını kestane balına karıştırmayalım deyip, koşar gibi uçuşuyor, beyazdan beyaza mekik dokuyorlar.
Ben elimde yeşeren umutla dondum kaldım. Hangi çiçeğin hangi tarihte açacağı listesini yapanı düşünüyorum. Hepsi her bahar açarken, benimki neden 2 senede bir açıyor diye üzülüyorum. Yapraklarını menekşe mavisinden süt mavisine yıkayan çamaşır makinesi bu sene yine çalışır mı acaba, diye endişeliyim. Eğer yolun sonunda, yarın kenarında, yıldızlar yolunda ya da vuslat kapısındaysam, elimdeki saksıdan bana gülümseyen ve acele etme, bizi bir daha görmeden girme çığlı işittikçe huzur buluyorum. Neden her şey geri dönebiliyor da, biz bu dünyadan göç edince, bir daha neden geri dönemiyoruz? Üzgünüm.
Yeni bir kitap okumaya vaktim olmazsa, son okuduğum Herodotos’un TARİH eseri olacak.
Bu eser belki de insan yaşamının dip derinliklerine indiğinden, benim için çok değerli. Öyle ama o da, ilk çocuğun emeklemeye başlamasından bilmem kaç milyon yıl sonra, insanoğlunun kaz tüyünden divit, kök özünden boya, ceylan derisinden üzerine yazılabilen bir şey olabileceğini keşfinden sonra yazılmış. O zaman, tarih felsefesi yokmuş. Tarih, insanın, insanların gördüklerinden, bildiklerinden, efsaneleştirebildiklerinden yazıya dökülenmiş. Sözlü tarihse, dün ve yarının bugün gev elenmesiymiş. Hiçbir şey unutulmasın diye kütüphanelerde kitap depolanmışlar. Dünya benimle başladı ve benimle bitecek deyen Büyük İskender eski zamanların en büyük Kütüphanesini İskenderiye’de ateşe vermiş. Eski Elinler çok dolu insanlarmış, onlar bildiklerini arkadan gelenlere anlatmasınlar diye, düşmanları dillerini kesiyormuş. Ölü dillerin sayısı konuşulanlardan kat kat fazla… Dil insanın hem dostu hem de düşmanı. Bizim dilimiz de yasaklı. Biz de tarih oluyoruz gayrı.
İnsanoğlu tarihi yaşatmanın başka yollarını da aramış tabii. Anlatamasam, çizerim, boya bulamazsam yontarım, heykeller dikerim, mağaraların içini döşerim gibi birçok şey aramış bulmuş. Bir dönem insanoğlu dünyadan çok korkmuş, göğe yönelmiş, Babil Kulesi’nden defalarca yüksek gökdelende huzur bulamayanlar, 200 bin US Dolar ödemiş ve uzaya uçma heveslileri sıra bekliyor.
Dünyadan kaçmak isteyenler, mağaradan çıkıp evlerde, dairelerde yaşayanlar, emekleyerek yürümeyi öğrenenler, harfleri söküp okumayı sökenler, resim yapmayı ya da taş oyup heykel dikmeyi becerenler… Öyleyse, insanlar neden korkuyorlar. Neden hep kendilerini koruyacak sığınacakları birini, bir yeri arama peşindeler! Neden bulduklarıyla yetinmeyip hep yeni bir sığınak aramaktan vazgeçmiyorlar? Paylaşılamayan nedir? Yaratan tüm renkleri baharda, tüm meyveleri güzde, herkese yetecek Sıçak ve soğu yaz ve kışta vermiyor mu? Güzellikler içinde boğulmak isteyip de mahrum kalan mı var?
Yolun sonunda olduğumu hissedip, bu kadar çok çözülmemiş sorunla, sırtında çuval çuval dertle son yola çıkmak ne zor bir bilseniz! Bazen insan delirir ve dünya karasını betonlar, baştanbaşa asfaltlar mı acaba gibi sorular soruyorum kendime. Bbüyün çiçekler birlik olup o hayat düşmanı kara asfaltı kaldırıp hayata yeniden yaşama hakkı verebilir mi sorusu geçiyor aklımdan. Bir defasında, arabamla Almanya’da Nazi faşistlerinin bir metre kalın betonla döşedikleri yollardan birisinin tam ortasında, betonu delmiş, siyah vebaya “ben seni yendim, yani deldim” deyen gururlu bir papatya çiçeği görmüştüm, asla unutamam.
Herodotos “Tarih”inde derinliğin derinliklerini anlattığı çağlarda, insanların yakınlarının bu dünyadan ayrılmasına fırsat tanımamak ve yaşayanlarla birlikte dünya hayatına devam etmelerini sağlamak için, ölülerini yediklerini yazıyor. Hintlilerin ise, vuslata gidenlerin yükünü azaltmak için cesetlerini yaktıkları bilinir. Afrikalıların adetlerini bilmiyorum. Bulgaristan’da Romen Mezarlığı görmedim. Kafamdaki en canlı soru: İnsan doğduğu yere mi gömülmelidir? Dünya cenneti ile öbür dünya cenneti aynı yerdeyse, yerim köyümün kabristanlığıdır demek. Bazen hayatımı bir çırpıda özetlemek istediğim oluyor. Ateşle suyun, yaşamla çürümenin, doğumla ölümün, huzurla kavganın… Kardeşliğini seziyorum. Yokoluşu hiç göremedim. Yokoluş yok gibi… Ben bu dünyadan Bulgaristan Türklerinin vatan türküsünü söyleyerek gitmek istiyorum. Ihlamur kokulu, akasya beyazlı, menekşe morlu, güllerin süt alıyla bezenmiş, rüzgârlarla gönüllere dolup yaşamak istiyorum.
Geriye dönmek, geriye bakmak çok zor geliyor. Hepinizi çok seviyorum.
Bugün Viyana’dan bizim oraları böyle gördüm.
Sağlıcakla kalın. Kendinize iyi bakın.