NERİMAN ERALP Neriman ERALP KALYONCUOĞLU

Kahraman bacımız Hüsnüye yengemizi anıyoruz!

Hüsniye RECEP – İsmini değiştirmez.
Konu: Türklük mayamızdan son damlayı koruyan,  

Toplumsal evrimi ve devrimi etkileyen zekâ değil, duygular olduğunu hep unutuyoruz. Bizim kendimizi Türk hissetmemiz zekâ üstü bir olaydır. Türklüğümüz duygularımızda yaşar.

1984 Aralığını, üzerimize ilk kez kurşun atıldığı anı, ölüme hedef olduğumuzu nasıl unutalım! Birimizi, binimizi öldürüp bireysel Türklük bilincimizi, Bulgar kitle bilinci içinde eritmek ve geçmişimizi izsiz bırakmak istemişlerdi. Unutabilir miyiz?

Hiç birimiz Türklük Akademisi bitirmedik. Bizim Türklüğümüz baba ocağı külüdür. Sıkılan kurşunlara ilk kurban Türkan kızımız oldu. Doğru dürüst ismini bile söyleyemiyordu. Kör kurşunun hedefinde Türkan bebe yani Türk kimliğimiz vardı. Bizim Türklüğümüz bir ve binde tektir, aynıdır. Ve bir zekâ olarak değil, bir duygu dokusu olarak doğup gelişmiş ve kemikleştiği için askerden, tanktan, toptan korkmadı. Biz Kayloba direnişinde ilk kez Bulgaristan Türkleri kitle bilincinin kişiliksiz olduğunu gördük. Anlamı şudur.

Hasan benden büyük Türk ya da Mehmet Mustafa’dan daha az Türk! Deyen olmadan, her birimizin Türklüğünün ortak bütünlüğünde gücümüzü ve yenilmezliğini görebildik. Bu birlik ve beraberlikten doğan ve bir çığ gibi tekerlendikçe büyüyen ve önü alınmaz bir kudrete dönüşen DEVRİMCİ YÜKSELİŞ dediğimiz sosyal olayın içinde birbirine benzeyen ve benzemeyen, birbirini tamamlayan, birbirine örülmüş simalar gördük. Her biri Türklük sembolüydü. Her biri bir kahramandı. Her biri Türklüğümüzün ölümsüzlüğüne inanmıştı.

İsimlerimizin ve kimliklerimizin değiştirilmesine karşı bir devrimci ruh ve eyleme dönüşen ulusal hareketlenmemizin içinde tek tek kahramanların kişisel bilincini yitirdiğini, kolektif bir bilince boyun eğmesine tanık olduk. Bunu en açık ve sade biçimde şöyle yaşadık.

  • Şimdi ne olacak, ne yapacağız?” sorusuna yanıt arayanlar, cevap

vermiyor, sağına soluna bakıyor, arkadaşlarının gözlerini arıyordu.

  • Anlamında, kişisel bilincin, kitlesel bilince boyun eğdiği belirirken,

kolektif bilinç ve ahlakta belirleyici olanınsa, yüreklendiren, yöneten, lider olan kişinin ruh halinin, atılganlığının belirleyici olduğu ortaya çıkıyordu. Mestanlı’dakiler tek yumruk halinde birlikte karşı koyanların dik duruşlarında da bu izlendi. Son anda belirleyici olan, genelde, sözde değil, düğmelerini koparıp göğsünü kurşunlara açan irade oldu.

Konuya bu kapıdan girmemin nedeni, Mestanlılı Hüsnüye Ablamızın hayata gözlerini yummasının 9. yıldönümünde kahramanlığına duyduğumuz sonsuz saygıdır. O, Bulgaristan Türklerini irade ve ruhunu olduğu gibi lekeletmeden, kirletmeden koruyabilen ulusal kahramanımız, baş tacımızdır. O savaş meydanında düşleri yeğlemedi, savaştı ve kazandı.

Ben bir genç kuşak temsilcisiyim. Onu ilk kez keskin kalemlerimizden Hikmet Efendiev’in “Kaynak” dergisinde çıkan bir yazısında tanıdım. Hüsnüye öğretmen artık yarınlarımıza türkü oldu. O yazıda, 1997 -2001 Bulgaristan Başbakanı olan İvan Kostov’un Bursa’ya giderek göçmen kitlesinden özür dilemesi ve kürsüden inerek Hüsniye Ablamızın ellerine sarılarak alnından öpmesi oldu. Daha sonra bir gün babam memleketten döndüğünde çantasından bir “Dırjaven Vestnık” (Bulgaristan’ın resmi gazetesidir) çıkardı ve bana

  • Bak kızım. Bizim hepsimizin adlarımızı değiştirdiler. Hatta kurşunlanarak

ölen kardeşlerimiz bile kara Toprağa Bulgar adıyla girdi. Fakat bizim tohumumuz kurumadı. Şurasını oku, bak Hüsniye yazıyor. O Mestanlı’da öğretmendi. Tutuklandı, “Belene”  Ölüm Kampında en ağırlaştırılmış koşullarda tutulsa da, yüz karası, kahrolası imzayı atmadı ve ŞANLI TARİHİMİZDE ALTIN SAYFA OLDU, dedi…

Sosyalizm yıllarında Bulgar kafamıza eşitlik zehri sokmuştu. İslam dinini her bakıma yasaklarken “Allah’ın kestiği parmak kanamaz ve acımaz!”  propagandası yapıyordu. Hepimizin ismini birden değiştirmek, hepimizin Türk kimliğimizi yasaklayacak ve hepimizi karanlıkların en zindanına kapayacaklardı. Hazırlık yapıyordu. Kafamıza neden kör çivi kaktığını çözememiştik.

Babam bana gazeteyi gösterirken, gözleri yaşarmıştı. Türklük aşımı böyle verdi. Duygu dünyasında en dolu doyumluk örnektir. O zaman, babam aklı duyguya dönüştürmüş ve bana Bulgaristan Türk Kimliği aşılamıştı. Bu, ne silinen ne de sökülebilen bir hissiyattı.

Bulgar devleti ve toplumu bizim Türk zekâmızı 100 yıl zayıflatmaya çalıştı. Bugün de derdi biziz. Mektepsiz, okulsuz, hocasız, öğretmensiz, öndersiz, yol göstericisiz kaldık, ama bizden söküp alamadıkları, yedeğiyle değiştirip yeniden yerine takamadıkları duygu sistemimiz olduğunu ve bunu pes etmenin, kırmanın, dökmenin, kurşunlamanın mümkün olmadığını anlayamamışlardı. Demokrasiyi sınırlayabilirdi, tarlalarımızı, değirmenlerimizi, öküzlerimizi, keçilerimizi gasp edebilirdi, fakat Türk kimliğimizi, dayanıklılığımızı, sarsılmaz irademizi, sabırlı ruhumuzu asla hezimete uğratamazdı.

Ve Hüsniye Abla’nın tutuklandığı gün öyle bir gündü. Yıl 1985, kar-kış bacada, polis kapıda, etraf buz kesmiş, Sütlü boyunca gelen rüzgâr sanki Türklere evlerinize toplanın, etraftan kaybolun sinyali veriyordu.

Hüsniye öğretmeni milis arabasına tıkarken yanına değil anasının ördüğü yün yeleği ve kış paltosunu, kumral saçlarını taramaya bir tarak almasına bile izin vermediler. Kızcağızı kapıda, gözyaşları yanaklarında donup kalmış, komşu Bulgarlarsa kapılarını kapamış, perdelerini çekmişti.

Bulgar bilim enstitülerinde, polis eğitim merkezlerinde hatta Sofya Üniversite’sinin Psikoloji Bölümünde yapılan araştırmalarda Bulgaristan’daki yerli Müslüman Türklerin bir anaerkil toplum oldukları ve ailede kadın sözünün ağır bastığını bir türlü tespit edememişlerdi. Oysa dünyaya “soya dönüş” adıyla tanıtılan isim ve kimlik değiştirme süreci için yaklaşık 40 yıl hazırlık görmüşler, “fıkradan bilimsel teori olarak tanıttıkları saçmalıklara kadar iğneden ipliğe hazırlık görmüşlerdi”, fakat Bulgaristan Türk etnik topluluğunun bir anaerkil halk topluluğu olduğuna ve çok farklı karşı direnişle yüzleşeceklerine akıl erdirememişlerdi. Türk kadında üstün nitelikler olduğunu çok sonraları kavrayacaklardı. Hatta sözde her şey bittikten sonra 1989 Aralığında Sofya Meclis binasını kuşatan kitlenin de değişik yaşta kadınlardan oluşması, ta a 1994’te Cebelli gelinlerimizin katranlı ellerle kara asfalt üzerine yatarak Amerikan Büyükelçisi ile HÖH lideri Ahmet Doğan’a yol kesene kadar bu bilince varamamışlardı. Rodop Dağlarının ve Deliorman’ın Kara Kartalları o yürürken hep yere bakan, karşıdan biri geldiğini görünce beyaz bürgüsüyle yüzünü hafiften kapatan, elleri hep dolu, aydın kafalı kadınlarımız, analarımız, kız kardeşlerimiz ve eşlerimiz olduğu bilincine varamadılar. Analarımızı hiçe saymışlardı.

Onu tutuklarında da imza attırıp salarız, diye düşünmüşlerdi. Hüsniye öğretmenin gözü kalem görmüyor, eli kaleme gitmiyordu. Hele bu işi kendisinin gönüllü olarak ve eşi ve kızı adına istediği konusuna asla girmek istemedi. Bir ara durdu. Kırcaali Milis Şefi Kadirev’in gözüne baktı ve

  • Size bir soru sorabilir miyim? dedi:
  • Evet buyurun dedi, müdür.
  • Bir Müslüman fesini çıkarsa ve papaz külahlı geçirse kafasına, Hıristiyan olur mu?
  • Olmaz!, cevabını aldı.
  • Bulgar ismi alan bir Türkün Bulgar olacağı nereden çıktı!? Diye ekledi.
  • Alışırsınız, dedi Kadirev ve “Çıkarın şunu odamdan,Belene” emrini verdi.

Belene” uzaktı. Yük treni vagonları önce Sofya’ya, sonra Plevne’ye, Veliko Tırnovaya ve en sonunda da üstü açık bir kamyonetle elleri ve ayakları kelepçeli götürdüler Tuna ortasındaki adaya kadar. Ada karla kaplıydı. Bacalar tütmüyor, kurnalar buz tutmuş, Tuna da dayamamış soğuğa ve bu kadar soğuğun bir araya toplandığı bu yerde onun canını acıdan bileklerine yapışmış kelepçelerin “imzalamazsan, etlerini ve damarlarını koparacağız” diye çığlık atmasıydı.

Göçten sonra Bursa’da birçok okul ziyaret etti, başından geçenleri “öğrencilere çok anlattı.” Ve dinleyen körpelerin gözlerine bakarken, yaşadığı zulmü, gördüğü işkenceleri anlatmakla başkalarına bir bilinç olarak aşılayabilmenin adeta bir olamaz olduğu bilincine vardı. Acının duygudaşı olup aynı olayı birlikte yaşamak imkânsızdı. Başına gelenlerde bir gerçek payı ya da bir inanç payı yoktu. Bulgarların iddiaları saçma olduğu kadar akıl dışı ve istenç dışıydı. Ondan istenenlerde zorluk çıkarmadan kabul edilebilecek hiçbir şey yoktu ve dişleri söküldükçe, tırnaklarına çivi çakıldıkça ve buzlu su havuzuna atıldıkça direnci sanki su alıp daha da sertleşiyor ve ruhum teslim olmadıkça bedenim yaşayacaktır, diyordu kendi kendine, daha doğrusu aklından geçenler bunlardı.

Bir gün yine böyle bir görüşmeden, göçmen kızı Ayşe Korkmaz,

  • “Hangi işkenceye en zor dayandınız Hüsniye Anne?” diye sordu.

Başını cama çevirip karşıdaki kestane ağıcına bakarak konuşmaya başladı:

  • “Ben, bedenime yapılan işkencelerin sayısını ve isimlerini bilmem. Siz de

görüyorsunuz ellerim kolların, sırtım bugün de yara bere içinde, sızıları savsa bile izleri kaldı.  Bir gün besbelli dayanamamışım ve öldüğüme karar vermişler. Fakat yukarıdan gelen bir emirde “ne yaparsanız yapın ama “Beşlene” kampından ceset çıkmasın!” denmiş. Ölmüşsem beni yakınlarıma teslim etmeleri, ya toplu mezara gömmeleri yada kayıplara karışmam gerekmez mi? İşte böyle bir karışıklık içinde işkenceciler cesedimi “derin dondurucuya kapama” kararı almışlar. Ellerimden ayaklarımdan yakaladıkları gibi, çengellerde boy boy asılı domuzların yanına beni de uzatıp gitmişler. Derin dondurucu kamara kapısının kaç saatten kaç günden sonra açıldığını bilmiyorum ama can çıkmayınca çıkmıyor işte…  Kendime geldiğimde büyük bir kapalı saha içinde çimento üzerinde yatıyordu. Hangi işkenceye en zor dayandınız, diye sordun ya Ayşe kızım. O donmuş vücudun yeniden ısınması ve buzları eritip canlanması var ya, hiç sorma kızım. Bunu ancak yaşayan bilir. Bunu hiç birinizin yaşamanızı istemem. Bunun için Türklük davası, kimlik davamız dünyanın en zor davasıdır. Türk olmak, Türk kalmak, Türklüğü yaşatmak çok zor kızım!”

Ne mutlu Türküm diyene derin anlamında Hüsnüye Ablamızın saygın anısı, 1984- 89 kavgamızın kanı ve sızıları var. Hiç bir şey unutulmamış ve unutulmayacaktır. Biz Bulgaristan Türklerinin sert omurga kemiği bu kavgalarda oluştu ve her anını ebediyen yaşatmak zorundayız.

Kahramanlarımızı saygıyla anıyoruz.

Onların aziz hatıralarıyla yaşıyoruz.

 

 

 

 

 

 

 

Reklamlar