Nedim AKIN
22 Kasım 2017
Konu: Aşılamayacak hiçbir engel yoktur. En büyük yardımcımız hayatın kendisidir.
Şiirimiz Mehmet Fikri Bulgaristan Türk gençleri için yazdığı bir şiirinde şöyle der:
“Korkma yürü, ümidisin milletin
Her manii yıkar, ezer himmetin*
Tuttuğun yol terakkinin* yoludur
Kalbin fikrin emel ile doludur.
(* himmet – kudret)
(** terakki – ilerleme)
Kuşkusuz bizim için en iyi ve en fazla umut verici olan zamanımızın dolmamış ve enerji dolu olmasıdır. Biz tüm diğer halklardan ve topluluklardan, millet ve halklardan farklıyız. Çünkü büyüyoruz, güçleniyoruz ve atılım halindeyiz. Geçen yüzyıl 8 milyondan 80 milyon olduk. Birkaç yüzyıl önce biz cihan devletiydik. Bugün de dünyanın geleceği çizilirken kapı çalan değil, davet edileniz. Biz lider yetiştiren bir halkız. 20. yüzyılda milli devletimizi, Cumhuriyetimizi Atatürk kurdu. 21. yüzyıl kapısını başbakan ve cumhurbaşkanı rejimiyle, kitle partisi başkanının halk lideri olduğu Sayın Recep Tayip Erdoğan çaldık. Yarının dünyası bizi bekliyor.
Biz Bulgaristan Türkleri bileşik bir sistem içindeyiz. Bu sistemin güçlü üyesi, arkamızda duran güç, hepimizi ileri sürükleyen Türkiye Cumhuriyetinin varlığıdır. Görkemini yaşatmak için kırk devletle birden savaşmak zorunda olan Osmanlı devletinin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti bugün de zavallı yeni 40 devletle boğuşmak, savaşmak ve onları dağıtıp kovmak zorundadır.
Bundan tam 100 önce İngilizler Sakarya Savaşında Yunanlara 1000 (bin) kamyon destek, yardım, mühimmat göndermişti. Yenildiler.
Bugün Yakın Doğuda PKK, YPG, DEAŞ ve daha birçok Kürt asi grubuna 3 500 (üç bin beş yüz) TIR silah gönderdi. Bize hayat vefasız kuldan vefa beklememeyi öğretmişti. Bildiklerimiz hep doğru çıktı. Biz yaşadığımız topraklarda 10 000 (on bin) yıl varız gibi marur, onurlu ve gururluyuz. Dünyamız ruh suyunu 10 bin yıl derinden aldığı için yenişmez bir gücüz. En büyük kudretimizin sabır olduğunu bilmediklerinden yanlış üstüne yanlış yapıyorlar. Bilmedikleri bir şey daha var. Başkasının sofrasından çalınan ekmekle bir defa doyulur. Mutluluğu köle olmakta arayanlar, yanlış yolda olduklarını yakın zamanda anlayacaktır.
İnsanlar yeni vardıkları, giderek yerleştikleri topraklarda önce hep azınlıktır. Bul Rumeli’ye azınklık olarak gelmişiz de git giden çoğunluk ve egemen olmuşuz. Sebebine gelince yeni olanı, insanların daha sağlıklı ve mutlu yaşam sırlarını birlikte getirmemiz ve hiç kimseden kıskanmadan karşımıza çıkanı kardeş bilip ona yardım eli uzatmamız bizi son söz sahibi yani hükmeden durumuna getirmişiz. O zaman bu ilişkilerin mürekkep olduğu gibi bu gün de bir halk topluluğu olarak bileşik ilişkiler içinde yaşıyoruz. Arkada kalan yıllarda suların akıp gittiği gibi, eski ilişkiler de zamanını doldurdukça yerini yenilerine bırakmıştır. Bu açıdan ben toplumsal ilişkileri deniz dalgalarının sahile döküldüğü gibi bir ileri bir geri ve yine ileri hamleler içinde görüyorum.
Sosyal analizler, büyüklüğü yıllar içinde azaldıkça azalan ve bütün içindeki oranı yüzde 3-4’e düşen bir azınlığın bütünü (hepsini) kendi iradesine bağlayabildiğine pek çok kanıt sunuyor. Ve öyle olurken oluşan duyumsal ve optik tabloyu karşıdan seyreden birinde hiçbir şeyin değişmediği, azınlığın çoğunluk üzerinde egemen olduğu yeni durumun henüz belirmediği izlenimi (hayali) henüz belirmiyor. Bunun sebebi de bileşik oluşumlarda tasavvurun bazen gecikmesinden ileri gelir. Oysa, gerçeklikte artık hiçbir şey çoğunluğun istediği gibi değil, azınlık hükmüne geçmiştir. Yazımızda buna örnekler vereceğiz. Gerçeğin görülebilmesine hakikati söylemekten korkan bilim enstitüleri de mani olduğuna sayısız örnek vardır. Bir örnekle desteklersek, 1970’lı yıllarda Pomak kardeşlerimize kan kusturan isim ve din değiştirerek Bulgarlaştırma sürecinde ve daha sonra Bulgaristanlı Türklerin yaşadığı “soya dönüş zulmünde” insanlarımız devamlı “başına bela gelesinin tohumu kurumuş” derdi. Basın ve radyoda böyle bir haber olmasa da, daha snra daya 1970’ten başlayarak Bulgar sorunun kendi kendini üretememe sürecinin başladığı, 1985’te Türklerin isimleri değiştirilirken Bulgar etniğinde nüfus “artışının” binde – 5 olduğu gizleniyordu, zamanla ortaya çıktı. Demek oluyor ki 1878’de çoğunluk olan Müslümanların giderek nüfus olarak azalmasına rağmen, Müslüman Türklerin dışında olan bazı nedenler yüzünden ( 20. yy savaşlardaki kıyım, ulusal felaketler, yarın korkusu, dikta rejimlerinin yönetim kabiliyetsizliği, uygulanan baskı, terör, zulüm, ardı arası kesilmeyen hesaplaşmalar, başbakanların öldürülmesi, ayaklanmalar, darbeler, bozgunlar, talanlar, peşkeş çekmeler vb) gibi sebeplerle Bulgar halkının hayat şevkinin söndüğüne, çocuk yapmak istenmeyişine, üremekten korktuğuna, hayattan bezdiğine tanık oluyoruz. Yani bizim kuşağımızın hayatı içinde, hayat dalgası geri döndü ki, bunu kabul etmek istemeyen Bulgar milleti, acısını Müslümanları Bulgarlaştırmakla çıkarma yolunu seçti ve tamamen tosladı. Bu çok acı bir gerçektir. 3 milyon vatandaşımızın vatanını bırakıp gurbetçiliği seçmesinden daha acı bir gerçek olamaz. Şöyle de ifade edebiliriz. Bulgar halkının yüreğinde bir ateş var ki, kendini soğutmak için onu başka yerlere götürüyor.
Bileşik sistemler, yani birçok etnik topluluktan oluşan bir halkın durumu sürekli değişim, titreşim, ölüm ve doğum, sağlıklı ve rahatsız olma gibi durumlar içindedir. Bunu anlaya bilmek için, mutlaka büyünü oluşturan parçaları ayrı ayrı görüp analiz etmek gerekir. Yani Çingeneleri çingene, Türkleri Türk, Bulgarları Bulgar, Ulahları Ulah, Pomakları Pomak, Tatarları Tatar olarak görmek zorundayız. Çünkü durumu belirleyen somut olandır. Konuyu farklı bir örnekle açmak istiyorum. Daha önce de yazmıştım. Türklük dendiğinde, Türkiye Cumhuriyeti, Orta Asta ve Kafkaslarda bağımsız 7 Türkî Cumhuriyet, 14 otonom bölge ve kendi kendini yöneterek yaşayan toplam 80 adet soy boy kabilemiz var. İkinci Dünya Savaşında (AVAZ TV’de filmini izledim) Havaz boylarımızdan birinde ne kadar eli silah tutan erkek varsa toplamışlar ve Hitler Almanlarına karşı cepheye süğrmüşler ve 2 yıl eve dönen, haber ileten, selam gönderen olmamış. Bu durumda bu kavimde üreme durmuş, kavmi yaşatmak için kadınlar erkeklere sormadan, onların görüşünü almadan boşanma kararı almışlar, kavmi aksakallar yerine yöneten yaşlı bayan heyeti bu kararı onaylamış ve İslam ahlak kurallarının hepsi rafa kaldırılarak, kadınlara kavmin hayatını yaşatma hakkı tanınmıştır. Kuşkusuz bu bir istisnadır. Fakat olmuştur ve bir ibret dersidir.
Nüfusun yaşlanması da varlığını sürdürebilmesine büyük bir tehlike oluşturur. İkide bir hatırlattığım 1878 yılında Bulgaristan’da kalan Müslümanlar bir topluluk olarak yaşlıymışlar, çünkü Osmanlı devleti varoluşunun son 200 yılda askeri yalnız Müslümanlardan aldığı ve gençlerin savai cephelerinde kırıldığı için, bizim atalarımızın topluluğu gençleşememiş. Bulgarlardan asker alınmadığı içinde onlar üremişler, dinçleşmişler ve genç toplum yaratabilmişler. Ne ki, bizim Anadoluya göç etmemizle ateşlenen Türk toplumunun üreme ateşi iyice alevlenmiş ve bugün Türk milleti eski kıtanın en gen.ç ve dinamik toplumuna dönüşmüş. Sayın Erdoğan’ın “üç çocuk istiyorum” çağrısı ancak böyle anlaşılmalıdır. Demek istediğim haklklar bileşik sistem oluşturur ve içindeki azınlıklar ayrı ayrı incelenmeden, gerçek durum anlaşılamaz. Bizde yılda binde 27 çoğalma kaydeden Çingelerin isimlerinin geri verilmemesi de tam bu açıdan okunmalıdır.
Şu da çok önemli bir özelliktir. Bir defa HALK dedik, iki bu halkı oluşturan etnik topluluklar dedik ve bunların ayrı ayrı her birinin içindeki durumun farklı dinamiklik kaydeyyiğine işaret ettik. Belirleyivi olan bir de burada Bulgar, Türk, Pomak, Çingene, Ulah, Makedon, Tatar, Tatar, Yahudi ve Gagavuz etnik grupları, Hıristiyan, Müslüman ve Katolik gruplar arasındaki etkileşim durumuna bakmak zorundayız. Topraklarımızda 600 yıldan beri var olan gelenekler var. Bir Hıristiyan bir Müslüman kız istese Müslümanlığı kabul etmek zorundadır ve doğan evlat Müslüman’dır. Bir Hıristiya bir Yahudi kızla evlense, Yahudi dinine geçmeye bilir, fakat doğan evlat annesinin dininden ve milletindendir vs. Burada kurallar Müslümanlığı çoğaltan yönde olduğundan halk topluluklarımız kendilerini karışmaktan korumuştur. Ulusal mensubiyetin önemli öğelerinden biri anadil olduğundan, Bulgar hükümetleri anadilde okumamıza,konuşmamıza, iletişim araçları oluşturmamıza engel olmakla, yasak koymakla, ceza kesmekle ve insanlarımızı sindirmekle, aslında asimilasyon siyasetine devam ediyorlar. İyi kki halk kültürümüz, sözlü edebiyatımız, şarkı ve türkülerle bezenmiş yerel kültüğrümüz, TRT ve TC radyo, TV vb kültürel yayınları var ki, Türk maneviyatımızı yaşatabiliyoruz. Avrupa Birliği devletlerinin Bulgarların bu eritme ve asimile etme siyasetine susarak ve göz kırparak arka çıkması, eşi olmayan bir iki yüzlülük ve eşekliktir. Durum şöyle ki, farklı etnik kültürleri birbirine karıştırarak bir yeni bileşim meydana getirme çok denenmiş ve asla olumlu bir sonuç vermemiştir. Bunun en kesin örneğini Rodopların bülbülü Kadriye Latifova ve Bulgarların “çirkin bülbülü” Lili ivanovayı yan yana getirerek en iyi görebiliriz. Bu iki yaratıcılık ve sanatın kaynaşması imkandızdır. Bunları için halkımız birisinden ekçi ayran zevki alırken, diğerinden de tatlı hoşav tadı almaktadır, ikisi de güzeldir, ikisinin de yeri ayrıdır, ikisi de sevilesidir, kimseye gönül koymuyoruz. Ama birisinin daha fazla sevilmesi için ötekinin yasaklanmasından daha anlamsız bir şey de olamaz…
Biz burada ayrı ayrı etnik toplulukları, tek tek şarkı ve türkülerini ve hatta insan olarak her birinin ayrı ayrı kokularını analiz ederken tam gerçeğe asla varamayız, çünkü bu gerçek canlıdır, kaynama halindedir, özgündür ve etkileşim içindedir. Çok saygın arkadaşım Şakir Aslantaş Beyin yazısında sıkça kullandığı karınca örneğine dönelim. Sonu sonunda bir Türk ulusuna ait olsak da Bulgaristan’da yaşayan Türkleriz ve eğer Bulgar vatanı bir karınca yuvası ise, bu, yuvada çok sayıda karınca vardır, anlamına gelir. Biz bir karıncayı alıp analiz edip, onun yolunu, kaynayan yuvasını, topladığı yiyecekler üzerine attığı asidi, kokusunu, uyumasını ve her şeyini ve her şeyini öğrenebilsek, o yuvanın nasıl soluduğunu, nasıl yaşadığını, kendini nasıl ürettiğini, nasıl koruduğunu öğrenemeyiz. Bu işe, karınca duası da yetersizdir.
Demek istediğim şudur: Bulgar devleti bize kişisel haklarımızı verdiğini iddia ediyor.Kişisel haklarla ne yapabiliriz. Hiçbir şey yapamayız. Bize tanınan kolektif haklar birlikte dua edip, cenazelerimizi beraberce kaldırmaktan ileri gitmiyor. Yuvanın kaynaması için tek karıncanın bilmediği ama var olan, binlerce başka kural var. Örneğin karıncaların çiftleşmesi, eş seçmesi, yumurtlaması, yumurtaların korunması, karınca yavrularına özel ilgi ve onları hayata katma, kışlama, baharda uyanması vs vs.
Bugün Bulgar devletinin ve faşist olarak nitelendirdiğimiz (aşırı sağcı lideri) Başbakan Yardımcısı Valeri Simyonov’ın Bakanlar Kuruluna Bağlı Etnik ve Nüfus Sorunları Başkanı olarak en büyük baş ağrısı (çözemediği sorun) nedir biliyor musunuz? En başta, yönetmeye çalıştığı ülkemizde bir yılda 46 bin çocuk doğarken, nasıl olur da 49 bin çocuk aldırılır bilmecesidir. Bu gerçeğin gün ışığına çıkması Bulgaristan’ı sarsan dinmeyen ve durmayan depremdir. Bu doktorların, jinekologların veya ebelerin işinden fazla toplumsal bir bilmecedir. Halkın devletinden ve sosyal düzenden soğuması ve “böyle yaşamaktansa ölmek daha iyi” atasözünü kılavuz etmiş olanların nüfusun çoğunu oluşturmasıdır. Ki bu çok büyük bir acı, yıkım, trajedi ve dramdır. Ölüme sorunmuş insanları yönlendirmek ve yönetmekse kolaydır. Çoğunluk olmaları hiç önemli değildir. İçlerinde Türk ve İslam düşmanlığı kaynayan Hıristiyanların oruç sofralarında kuyruk oluşturmaları sözlerime en parlak örnektir.
Çingene kızların 15 yaşında hamile kalması ve 16 yaşında doğurmaları, Simyonov için bir gizem düğümüdür. Çingeneleri eritip asimile etmek isteyenler, Nazilerin yakmak için topladıkları Yahudilerle temas kurmak istemediği, onlarla konuşmadıkları, dertlerini ve sorunlarını dinlemedikleri gibi, Bulgarlar da Çingene problemlerine eğilmek istemiyorlar. 28 yılda 678 Çingene doktor ve 1000’e yakın mühendis ve iktisatçı eğitmişler ve onlarla problemleri çözeceklerini sanıyorlar. Ülkede hala Çingene avukat, savcı, yargıç yok. Yargı sisteminde temsilcisi olmayan bir azınlığın yaşadığı toplum sivil vatandaş toplumu olamaz tabii. Bunun için iktidardaki GERB partisinin en gözde temsicileri de, “bizde sivil toplum örgütü yok”, bizdeki “büyükelçiliklerle ilişkilerde aracılık yapanların toplumudur” diyorlar.
Bizde sivil vatandaş toplum örgütü olmamasının başlıca sebebi ise, azınlıklar arasında en kalabalık topluluğu oluşturan Çingenelerin kapalı getto-mahallelerde yaşaması, Bulgar kültür ve eğitim sistemini kabul etmedikleri için okula gitmemesi, cahil ve işsiz olmaları, meslek öğrenmeyi ve çalışmayı kabul etmemeleridir. Üç kuşak işe gitmemiş getto-mahalle sakinleri var. Çingenelerimizin avrat pazarı kurup 15 yaşında kızlarını satması sorunların sorunu değil midir?! Yanıtı, 800 yıldan beri bu topraklarda var olan Çingene geleneklerinde aramamız yeterli olur mu? Şurasını dikkatle okuyun lütfen. Ben bir önceki yazımda ve burada okurlarıma azınlığın çoğunluk üzerinde egemen olmasının mümkün olduğunu ve bunun için kaba tavrı seçip minnettar, hoşgörülü, toleranslı olmaktan kurtulup, soy, boy, etnik ve ben buyum bilincine ulaşmak ve eyleme geçmek yeterlidir. Bizde Çingeneler bunu yapamaz ve bizde ve Avrupa’da bunun çok esaslı nedenleri var.Yapamazlar, çünkü tüm sosyoloji araştırmalarının gösterdiği üzere, azınlık olan ulusun çoğunluk üzerinde egemen olması ancak kapalı ortamda (getto-mahallelerde) yaşamayan ve ana nüfus arasına dağılmış olarak yaşayan etnik azınlık için geçerlidir. İsa Peygamberin çarmıha gerilmesinden sonra Avrupa’ya gelen Yahudileri düşünün. Şehirlere, fuarlara, Pazar yerlerine girmelerini yasaklayan özel kanunlar çıkarılmış, sıkı rejim içinde Yahudi gettolarında yaşamışlar. İzinsiz hiçbir şey yapamamışlar. Almanların, Fransızların, İyalyanların arasına dağılamamışlar. Kendi bildikleriyle ve kendi aralarındaki etkileşimle yetinmeye zorlanmışlar. Bizde Çingeneler getto-mahallelere sıkıştırılıyor, Asenovgrat’ta /Stanimaka/ getto-mahalle girişine kapı monte edildi, içine de polis karakol binası yapıldı. Filibe /Plovdiv/ Yeni Mahalle (Stolipenovo) semtinde durum aynı değil mi? “Boğuluncaya kadar kokuşsunlar?” demiyorlar mı! Filibe sakinlerinin balniyo trenine (motritsa) binip Hısar şehri hamamlarına aktığı, insan gibi arınıp paklanıp nefes almaya çırpındığı dikkatinizi çekmiyor mu? Olayda benzerlik yok mu? Yaşadıkları yerde halkın arasına yayılamayan azınlıklar egemen olamazlar. Aynısı biz Türklerin 1989’dan önce kasabalara inip ev ya da daire alamadığımız, köyden kente akma sürecini yani sosyalleşmeyi ve medenileşmeyi yaşayamadığımız gibidir bu. Köyden köye izin kâğıdıyla gittiğimizi unuttunuz mu? Çocuklarımızı otobüsle alıp şehirdeki okula götüreceğine köye öğretmen gönderilmiyor muydu? Bunun sebebi sosyalleşmemizi engelleyip önlemekti. Uygarlaşmamızın yolunu kesmekti ve totalitarizm döneminde bunu yapabildiler.
Bizde Çingene köyü olmadığı gibi, Çingene kasabası da yoktur. Onlar ancak kent kenarlarında ayrı yoksul mahallerin sakinleridir. Bu da onların sayıca giderek hızla çoğalmalarına rağmen, çoğunluğa boyun eğdiren egemen etnik azınlık olabilmelerine en büyük engeldir. 1990’dan sonra demokrasi kapılarının açılmasıyla sahneye çıkan Çingeneler “Çalga” müziğiyle çoğunluğu gönlünü kaptılar. Fakat tek dilli, tek uluslu ve yalnız Bulgar sanat ve kültürünün egemen olmasında direnen devlet organları bu dalgayı kırdılar, en başta yasaklarla olmak üzere “Çalga” müziğine mezar kazdılar. Oysa 2007’de Bulgaristan Avrupa Birliğine kabul edilmesi vesilesiyle verilen resmikabulde “Çalga” – orkestra ve ses sanatçıları konser vermişti. Bakû’de düzenlenen “Eurovizyon” yarışmasında Bulgaristan’ı bir Çingene Bayan sanatçı temsil etmişti. Çingene genç sanatçılar Bulgaristan’da yapılan “Yılın Sesi” yarışmalarında jüriyi iyice zorlamışlardı, fakat bu ateş giderek söndürüldü.
Bizdeki getto mahallelerden hiç birinde Çingene Okulu, Çingene hamamı, Çingene sineması, tiyatrosu, kütüphanesi, gazetesi, radyo yayını ve daha aklınıza ne gelirse yoktur. Çünkü bunların belirmesi Çingene bilincinin çakmak çakmaya başlamasına zemin olabilir. Bulgar devleti bunun bilincindedir ve onların hırsızlıktan geçinmesine ve istedikleri kadar sürünmelerine göz yumuyor. Onlara 2 köfteye karşı 1 oy veren bir yumurtlayan tavuk gözüyle bakıyor.
Türklerde bu iş farklıdır. (devam edecek)
Okuduğunuz için teşekkür ederim.
Paylaşmaya unutmayınız.