Benim ismim Mergüzel Mehmet ve üniversite öğrencisiyim. Plovdiv Paisiy Hilendarski Üniversitesinde okuyorum. Filoloji Fakültesi bünyesindeki Bulgar Dili ve Türk Dili Bölümü birinci sınıf öğrencisiyim. Her yıl Bulgaristan’daki Türk Konsolosluğu’nun desteği ile bölümümüzün öğrencilerine düzenlenen Türkiye gezisine seçildiğim için çok mutlu oldum. Çünkü geziye katılanlar okulun en başarılı öğrencileri arasından seçiliyor.
Bu gezi olayının ve seçilmemin verdiği heyecanla geçmek bilmeyen günleri saymaya başladım. Aslında daha önce birkaç kere Türkiye’ye gitmiş olmama rağmen hâlâ ilk gidişimin heyecanını ve ilgisini içimde koruyarak günler öncesinden ufak detayların bile planlarını yapmaya başlamıştım.
Yolculuk günü geldiğinde çok manidar bir sabaha gözlerimi açmıştım. Uzaklardaki eski sevgiliyi tekrardan ziyaret etme misali, içimde yeşeren biraz hüzünlü ve hafif huzurlu özlem sarhoşluğuyla bir serdengeçlik kıvamındaydım.
Sadık yarim Bulgaristan’a tekrar döneceğime söz vererek yolculuğumuza başladık. İlk durağımız Edirne’ydi. Bu Edirne’ye ilk gelişimdi ve tam anlamıyla hayal ettiğim gibi gördüm. Yüksek binalardan ve beton kirliğinden korunabilmiş, sıcak ve samimi bir şehir. Ülkenin önemli şehirlerinden olmasına rağmen mütevazılığını kaybetmediği için ona başka bir yer ayırdım kalbimde.
Edirne de konaklayacağımız yer Trakya Üniversitesiydi. Vardığımızda sıcak bir karşılama bekliyordu bizi, üniversitenin ve özellikle rektörün yoğun misafirperverliği karşısında memnun kalmamak mümkün değildi. Edirne’ye akşamüstü vardığımızdan şehir gezimizi planlandığı gibi İstanbul ziyareti sonrasına bırakmıştık. Keyifli bir gün ardından, güzel bir akşam yemeği yedikten sonra yarınki muazzam İstanbul ziyareti için dinlenmeye çekildik.
Erken bir kahvaltı sonrası herkesin sabırsızlıkla beklediği İstanbul yolculuğuna başlamıştık. İstanbul’a girişimizle beraber yol boyunca koruduğum heyecanı saklayamamaya başladım. İlk durağımız Sultan Ahmet idi. Her taşı buram buram tarih kokan, şehrin gerçek İstanbul diye bilindiği ilk merkeziydi. Burada Aya Sofya ve Yerebatan Sarıncını ziyaret ettikten sonra Boğaz turu için Eminönü’ne geçtik.
Ve başlamıştı Boğaz turumuz. Yamaçlardan güneş ışığının süzülerek parlattığı Boğaz büyüleyiciydi. Sol tarafımda Avrupa, sağ tarafımda Asya… Sanki iki kıtayı birbirinden ayırıp ortasından geçiyormuşsun gibi. Sanki Boğaz yolum, kıyıdaki tarihi yalılar da caddem üzerindeki evler olmuştu. Destansı bir şiir, aşkını bekleyen bir sevgili gibiydi, iki yakanın birbirine bu kadar yakın, bir o kadar da uzak oluşu. Bu iki aşık yakayı bir araya getirmek adına köprüler bile kurulmuştu, onların görkemli aşklarını ispatlarcasına. Bu hüzünlü aşk hikâyesinin devamını bir başka sefere bırakarak Edirne yoluna düştük tekrardan.
Sabah gözümüzü açtığımızda yağmurluydu Edirne. Sanki ağlıyordu anlam veremediğimiz bir şekilde. Ziyaret edilmeyi arzularcasına kendini işaret ediyordu Selimiye Camisi. Nasıl reddedebilirdik ki bu yıllanmış hatıranın ricasını. Selimiye’den sonra bir kaç tarihi yer daha ziyaret edip bu şehrin kısa gezisinin sonuna gelmiştik. Ağlamaya devam ediyordu Edirne. Ziyaretimize doyamayan tıpkı sevimli bir yaşlı gibiydi. O yüzden bütün gün ağladı Edirne. Gitmemizi istemiyordu. Oysa kalsaydık daha anlatacak ne hikayeleri varmış bize. Artık anlam verebiliyoruz döktüğü tüm gözyaşlarına. Arada bir ziyaret edilmeyi isteyen sevimli, tonton bir dedeydi Edirne.
Bizlere eşsiz bir gezi imkanını yaratan Filibe Başkonsolosu Şener Cebeci’ye, gezi boyunca bizlere eşlik eden ve göstermiş olduğu sıcak ilgiyle yakınlıktan Muavin Konsolos İmren Çamlıklı’ya, misafirperverlikleriyle bizleri ağırlayan Trakya Üniversitesinin değerli hocalarına, iyi eğitim almamızda bizleri teşvik eden üniversitemizin kıymetli hocalarına tüm arkadaşlarım adına teşekkür etmeyi borç bilirim.