Hamiyet ÇAKIR
Evet, eskiden insanlar unu, şekeri, yağı çuvalla alırdı. Şimdi ise gramla, kiloyla alınıyor. Ancak bu durum, sadece ekonomik şartların değişmesinden değil, aynı zamanda hayat tarzlarımızın, önceliklerimizin ve tüketim alışkanlıklarımızın da tamamen farklılaşmasından kaynaklanıyor.
Eskiden insanlar, temel gıda maddelerine öncelik verirdi. Yağ, un, şeker gibi ürünler hayatın devamı için en önemli unsurlardı. Bugün ise temel ihtiyaçlarımızla birlikte “lüks”
dediğimiz birçok şey, gündelik hayatımızın vazgeçilmez parçası haline geldi. Bir hamburger menüye ödediğimiz parayla evde koca bir tencere yemek yapabileceğimizi biliyoruz, ama fast food’un hızına, gösterişine ve “anlık mutluluğuna” teslim oluyoruz.
Bir kahve zincirinde içilen “özel karışımlı kahve” belki de bir hafta yetecek çayın ya da kahvenin bütçesi kadar. Ancak burada mesele, kahvenin fiyatı değil; kahve içmenin bir sosyal statü ve kültür haline gelmiş olması. İnsanlar artık sadece ihtiyaç için değil, ait olma, görünme ve “yaşadığını hissetme” duygusu için harcıyor. Sosyal medya çağında, her şey bir gösteriye dönüşmüş durumda.
Eskiden insanlar sade yaşardı. Birkaç kıyafetle yıllar geçer, çocuklar bir-iki oyuncakla büyürdü. Ama bugünün tüketim dünyası bize, sürekli daha fazlasını istememiz gerektiğini öğütlüyor. “Daha iyi bir telefon”, “daha pahalı bir ayakkabı”, “daha lüks bir restoran deneyimi”… Bu öğütler, farkında olmadan bizi kölesi haline getiriyor. Sade yaşam, bugün çoğumuz için neredeyse imkansız hale geldi.
Ama bu değişim sadece bireylerin tercihlerinden mi kaynaklanıyor? Ekonomik koşullar, gelir dağılımındaki dengesizlik, piyasa dayatmaları, kültürel dönüşümler de bu denklemde büyük bir rol oynuyor. Eskiden çuvalla alınan un, şimdi neden lüks hale geldi? Bunun cevabı, bireysel tüketim alışkanlıklarından çok daha derinlerde yatıyor.
Yine de bireysel farkındalık yaratmak mümkün. Eskiden insanlar ihtiyaçlarına göre yaşardı, şimdi arzularımıza göre yaşıyoruz. Belki de çözüm, bu ikisi arasında bir denge kurmaktan geçiyor. Temel ihtiyaçlarımızı önceliklendirmek, “görünmek” için değil, “var olmak” için harcamak… Daha fazla sahip olmak yerine, daha fazla anlam katmak…
Sonuçta, önceliklerimizi yeniden gözden geçirmek, sadece cebimizi değil, ruhumuzu da rahatlatacaktır. Dış dünyadan gelen tüketim baskısına karşı, iç dünyamızdaki dengeyi bulmak belki de en büyük zaferimiz olacaktır.