Rafet ULUTÜRK
Bugün Ukrayna’nın Donets ve Lugans eyaletlerinde seçim var. 7 bin kişi sandık başına davet edildi. Donets sakinleri “Donets Halk Cumhuriyeti’nin Başına Buyuruk Olması Bildirisini Destekliyor musunuz? sorusuna “Evet” ya da “Hayır” cevabı verecek; Lugans eyaletinde yanıt istenen soru ise şöyle biçimlendirilmiştir: “Lugansk Halk Cumhuriyeti’nin Devlet Egemenliği Bildirisini Desteliyor musunuz?”
Bundan tam 25 yıl önce 11 Mayıs 1989’da Bulgaristan’da en doğal haklarımız:
Türk isimlerimizle yaşamak, Türk okullarında okumak, Türk kültürüyle varolmak, öldüğümüzde Müslüman mezarlığına İslam usullerince defnedilmek v.b. ve insan haklarımızdan etnik azınlık olarak yasal haklarımızı kullanma; serbestçe seçme ve seçilme; totaliter rejimin baskı ve diktatörüne son verilmesi; yönetim, yürütme ve yargı sistemlerinin birbirnden ayrılması ve tüm politik tutukluların salıverilmesi için başlatılan açlık grevleri çeklindeki protesto direnişimizin 6. günüydü.
Herkes köy meydanlarına topluca oturmuş, kimileri gölgelerin daha koyusuna uzanmış, kuyu başları, çelme etrafları danışma ve dertleşme merkezleri olmuştu. Açlık grevleri “Hür Avrupa”, “TRT” ve “Bi Bi Si” radyolarından aldıkları haberleri paşlaşıyorlardı. Sabri İskender Münihten yayın yapan “Hür Avrupa” radyosundan Rumyana Uzunova ile bu defa Nova Zagora şehrinden bağlanmış ve yayılan açlık grevi dalgasına katılanlar arasında eşleri hapislerde ve sürgünde olan kadın ve gelinlerin, kızların çok kalabalık olduğunu bildirmişti.
Artık Türkiye’ye kovulmuş olan Mustafa Ömer TRT – dış yayınlarına ilk demecini vermiş ve yarı legal mücadele şeklini seçen İnsan Hakları Örgütü Demokratik Lig’in Tüzük ve Programında silahlı mukavemet ve terör yöntemleri olmadığını vurgulamıştı.
Aynı gün ilk kez olmakla Manolov‘un yönettiği Demokratik Haklar örgütü, “Bi Bi Si” yeyınına katılarak, Türklerin doğal ve demokratik insan hakları mücadelesini tamamen desteklediklerini bildirdi. Pomakların hak ve özgürlük hareketiyle koordineli çalıştıklarını bildiren Manolov, “Bulgaristan’da havanın değişmeye başladığını” bildirdi.
Açlık grevleriyle birlikte hareketlenen Bulgaristan Türklerinin dip dalgası dünyanın dikkatini üzerine çekmeyi başarırken, iktidarın gizli saldırı planları yaptığını duyumluyordu. Bu mücadelenen devam etmesi için, o aşamada, aydın katmandan örgüt başkan ve militanları ülkeden kovulsa da, başkalarının ışığına gerek yoktu. 1945 yılından beri Bulgar ulusuyla birlikte aydınlanmak isteyen Türk azınlığı 1956’dan sonra kendini her gün biraz daha kararan bir dünyada bulduğu gibi 1972- 84 -1989 baskı ve eziyetleri paralelinde ve sapık bir aşırılıktan başka birşey olmayan “soya dönüş” yalanıyla kimlik değiştirenlere karşı gelinmeliydi bunun da ayaklanmadan başka yolu yoktu.
Grevlerin başlamasıyla gündeme gelen en önemli sorun yine de Atavatan ve Anavatan sorunuydu. Bir yandan Bulgaristan’da Türk olmadığını iddia eden Bulgar totaliter rejimi aynı zamanda açlık grevlerinin başladığı gün Türklere yine”zorla göç edeceksiniz” sopasını göstermişti.
Bulgaristan Türkleri için VATAN sözünün anlamı “karnım nerede doyarsa vatanım orasıdır” tekerlemesinden çok daha derindi. Bir defa onlardan bazıları bu diyara 1000 yıl, bir başkaları 800 yıl, daha başka boylar da Osmanlıyla birlikte 600 yıl önce, 1856 Kırım Savaşından sonra gelenler de vardı.
Onlar bu toprakları islah eden, Vatan olarak seven, bütün kimlik ve sanatını burada yaratıp geliştiren, ata kabirleri de burada olan, kendi toprakları üzerinde yaşayan, üreten ve kimseye muhtaç olmadan geçinip giden köklü soylardı.
Gelenekleri ve görenekleri burada kökleşmişti. Dünyanın her bir yanı, 3. kuşaktan sonra herkese vatansa, onlarda burada 25-30 kuşak kök salmıştı. Kendilerinin geliştirdiği öz değerli olan bu insanların bu topraklardan söküp atmak bir de 1000 yıllık bir beraberliği baltalamak anlamına geliyordu. Bu beraberlik yalnız birlikte doymak anlamında değildi, yine bu topraklarda oluşan kültürel beraberliği de tüm faklılıklarıyla birlikte yaşamaktı.
“Soya dönüş” süreci ayrım yapmamış fark gözetmemiş ve hepsini ezmiş ve kimlik olarak sıfırlamış, dillerini yasaklamış, kültürlerini gömmeye çalışmıştı.
Tüm imkânlar imkânsızlaştırılmıştı. Bulgarla Türkün güveni yok olduğu gibi iki tarafın birbirine söyleyecek sözü de kalmamış, ara çok açılmıştı. Türkler çok sabırlı insanlardı. “Sabrın sonu selamet!” dillerinden düşmezdi. Ama besbelli ki artık bütün imkânlar zorlanmış ve iletişim kesilmişti. Böyle yaşamaktansa açlık grevlerinde ölmeyi seçenler, genç kuşağa ölümsüzlük dersi veriyorlardı.
Grevcilerle görüşmeya gelen yetkililerle ilk temaslarda kendilerine verilen yanıt şu oldu:
“Kardeşim git işine bak, o kadar zeki olma, senden daha zekiler hapiste veya Vatandan kovuldular!”
Yine o günlerde “Bize en büyük kötülüğü kim yaptı” sorusu belirdi.
Bu soruyu soranlar kandırıldıklarını anlamışlardı. Onlara en büyük kötülüğü yapan onları kandırandı. Bu büyük bir kaygıydı. Onlar toplu halde kandırıldıklarını fark ettikleri, vicdanlarının uyanabildiği ve kimlik duyumu ile bilinçlendikleri için AYAKLANDILAR. Hedeflerinde olan, sınır yıkmak, hükümet devirmek, ya da bugün Lugabnsk Donets seçimlerinde olduğu gibi başka bir HALK CUMHURİYETİ ilan etmek değildi. En doğal olanı anasının evladıyla ana dilinde konuşma, kendi okullarında okuma, davul zurnalı düğünlerinde oynamak, kendi isimleriyle İslam dininyle, ezanıyla namazıyla, mevlidi ve bayramlarıyla ve Türkler olarak Türklük âleminde Türk gibi yaşamak istiyorlardı. Onların en kutsal ve en doğal haklarına saldırılmıştı. Kafalarındaki aydınlıkta “genel grev”, “iç savaş”, “hepsi için toplama kampı” ya da “toplu mezar” gibi dehşet veren kuruntular dolaşmaya başladı.
Ama onlar bu korkuyu yenmişlerdi. Şöyle ki, gelinlerin kocaları hapiste-sürgünde, kandınlar erkekleri için ayaklanmıştı. Onlar erkekleri yanlarında olmadan hayatı devam ettiremeyeceklerinin biliyordu. Yıllar geçiyor onlarsa dönmüyordu. En fazla söylenen şarkı “Yemen Türküsü” oldu. Onlar bu büyük gerçeğin bilincine topluca varmışlardı. Yarınlar yalnız kadın ateşiyle ne ısınır ne de aydınlanırdı. Bu öyle birşeydi ki, karı koca bütün gece mıkırdaşsalar da Bulgarin nüfus hiç artmadığı ya da Bulgar nüfusun tamamen yok olacağı açlık grevine katılanlardan hiç kimsenin artık umrunda değildi.
Açlık grevini yayıldığı 11 Mayıs günü genç gelinler şu şarkıyı söylemeye başladı:
“Anem beni yetiştirdi,
Bu yerlere yolladı.
Al sancağı teslim etti,
Allaha ısmarladı
Boş oturma, çalış, dedi.
Hizmet eyle Vatana,
Sütüm sana helal olmaz
Saldırmazsan düşmana…”
O gergin günlerde iktidar da uyumuyorda, nereden çıktığı açıklanmayan ve ufak ufak “göreceli özgürlük” sözü gevelenmeye başlandı.
Anlaşılan Türkler kinci bir millet olmasalar da, unutkan bir millet de değillerdi.
1984’ten beri üzerine pudra şeker serperek ikram ettikleri “soya dönüş” masalına kanmamışlardı. Görüldüğü üzere ne Todor Jivkov totalitarizminin yergisi ne de demokratik bir geleceğin övgüsü onları tatmın etmeyebilirdi. Ayaklanma devam edip yayılırken durumun gerginliği de artıyordu. Türkler artık tüm Bulgar siyasal rejimlerinin kendilerine karşı kötü davrandığına inanmıştı. 1908’de Bulgar egemenliğinin ilan edilmesinden sonra ülkede ilk etnik ayaklanması başlamış ve iç ve dış destek toplarken bazı Bulgar demokratik çevreleri ve aydın kesim de onlardan yanaydı. Daha da derin düşünürken, Türklerin aile büyüklerine saygılı olan bir soy yapısına uygun yaşadığı, Çingenelerle beraber olsalar da, onlara kapının dış mangalı muamelesi yaptıkları, Pomakları da din kardeşi bildikleri dikkatlerini çekti. Öte yandan Çingenelerin başkasının kuyusunu kazan kötü yaratıklar olduğunu, bazılarına göre Türklerin ve Pomakların da kurt olduğunu biliyorlardı.
Bu gergin durumda, onların Türk ve Pomak olmayan yeni bir kara koyun bulmaları, Müslümanları içtikleri suyun aynasına bakmada özgür olduklarına kandırırken başlarına “soya dönüş” torbasının yerine yeni bir çuval geçirme zamanı gelmişti. Bu mantığa göre suyun aynasında insan yalnız kendini görebilirdi. Greve kalkışanlarsa birbirlerinde arkadaş, yoldaş, kardeş görüyorlardı ki, bu çok tehlikeli bir bitrliktelik ve savaşın azmi doğurup besleyebilirdi. Kendi aralarında Türkçe konuştuklarında bu birliktelikten hükümet deviren güç doğabilirdi.
Tam o günlerde, doğuştan Dobrucalı olup, uzun yıllar hapis yatan ve lise öğrenimini Panagürişte lisesinde bitirdiğimdem dolayı olacak Bulgarcası, başarılı Türk filolojisi öğrenimine dayanan Türkçesi kadar güçlü ve duru olan Halim Pasajov, toplam sayıları 46 olan Türk demokratik direniş birimlerinden birini Sofya kenarındaki Vitoşa Dağı bayırlarından birine geziye çıkarmış ve güncel direniş problemlerini gündeme getirmişti.
Bu gürüşmede yeni kurulacak direniş hareketine HAK VE ÖZGÜRLÜKLER HAREKETİ adının uygun görüldüğü daha sonra açıklandı. Bu ismin adını koyan H.Pasajov olmuştur.
Burada çok ilginç ve dikkati çeken bir nokta üzerinde durmak istiyorum. Birkaç ay sonra, yani 10 Kasım 1989’da T. Jivkov rejiminin devrilmesinden sonra, 04. 01. 1990 günü A. (Dönek) yönetiminde Varna’da toplanan ve Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) kurulması için yapılan görüşmede hazır bulunan Pasajov yeni hareketin isminin Hak ve Özgürlükler Hareketi olmasını önerdiğinde, A. (Dönek) hazır yazılmış Tüzük, Programı cebinden çıkarıp masa üzerine koydu. Daha sonra bu Program ve Tüzüğün Sofya “Simeonovo” Polis Akademisinde kaleme alındığı ve Varna İl Mahkemesinde bir görevli sivil polis tarafından tescil ettirildiği ortaya çıktı.
10 Ocak 1990’da Hak ve Özgürlük Hareketinin kuruluş toplantısını yine Varna’da yapmıştı. Artık politik nitelik kazanan bu olaydan 25 yıl sonra da olsa, o dönem yöneticilerinin hazırladığı büyük bir tertip, Türklük kapanı, Türkleri, Pomakları ve Çingeneleri topluca Hak ve Özgürlükler sayasına kasaplık koyun gibi kapama planı hazırladıklarını ortaya çıkmış oldu.
Buradaki mantık şudur:
1989’un 10 Kasımından yanı BKP’nin iktidardan düşürülmesinden sonra, demokrasiye geçiş propagandasıyla başlayan bir toplumsal dönüşümde uyumlu yanı özgür bir toplum düzeni insanların bir bütün içinde eritilmesiyle kurulamazdı. Normal bir insanın özgür olmayı arzulayacağı gerçeğinden kaynaklanarak birşeylerin değiştirilmesi ve özgürlüklere yeni kılıf bulunması gerekli oldu. Türkler tiran bir düzene kulluk etmekten vaz geçmişler ve ayaklanmışlardı, totaliter tiran kendiğinden çökerken itmek bile gerekmedi. İtmeye hazır olan güç kullanılmadı. Hak ve Özgürlükler Hareketi Türkleri “özgürlükler” yalanıyla şekerlendirilip tatlandırılmış bir ortama götürürken, aslında gönüllü köleliği dayatıyorlardı.
İyi bildikleri birşey vardı: Halk bir kere kulluklaşmaya görsün, haklarını ve özgürlüklerini, verdiği mücadeleleri öylesine unutuyor ki, artık onun yeniden uyanıp yeniden özgürlüğünü ele geçirmesi olanaksız gibi oluyor. Bu örneklemenin doğru olmadını bugün yapılan Donetsk ve Lugans seçim örnekleriyle karşılaştırmalı anlatmaya çalıştım.
Tabii arada şu bir de başka fark var: O zaman, bu zaman.
Konumuz devam edecek.