Yılmaz IŞIK
Hayal meyal hatırlıyorum, küçüklüğümde Bulgaristan’da iken yaz tatilinde köye gittiğimde palaz eşeğin üzerinden dayıoğlu ile düşmemizin ardından bile sanıyorum tam 48 sene geçmiş…Dile kolay tabi ki…
Öyle bir düşme idi ki, Güney Rodoplar’ın dik bir yamacında biz binmişiz semersiz palaz eşeğin üzerine… Palaz eşek hızlandı, hızlandı, hızlandı ve taşlı tütün tarlası arasına girerek birden ani fren yaptıydı ve bizde dayıoğlu ile birlikte eşeğin önünden cumburlop tütün tarlasının içine…
Dayıoğlu bir tarafta ben bir tarafta, Allah’tan bir tarafımız kırılmadıydı…
O gündür bu gündür eşeğe binmem…
Ki binmek istesen nereden bulacaksın artık!
Günümüzde bu emekçi “dünyadaşlarımızdan” ancak uzak köylerimizde vardır…
Hayat bu işte kimi zaman eşeğe bindirir, kimi zaman indirir, kimi zaman da düşürtür …
***
Çocukluğumuz il merkezi yanındaki kasaba kalabalığındaki köyümüz olan Sağırlar (Gluhar) ve il merkezi Kırcaali arasında geçti…3 yaşında iken tanıştığım Gluhar köyünün yeni Sağırlar köyünün bende ayrı bir önemi vcar, zira çocukuğumuz Kırcaali’nin bugün en büyük köyü olan ve il merkezine sadece üç kilametre uzaklıktaki bu köyde geçmiştir…Zaten buradan da Türkiye’ye göç etmiştik 1978 yılınnın Temmuz ayında…
Yazları buradan tabi ki, Bulgaristan’da rahmetli dedemlerin bulunduğu doğduğumuz yer olan Alibey’in Konağı (Nanovitsa’ya) giderdik…
Alibey’in Konağı ( Nanovitsa)…
Eskiden dağ köylerinin büyük panayırlarda toplandığı ve bir araya geldiği bir kasaba idi…
Şimdi ise artık insan yokluğunda kimse kalmadığından, Mestanlı (Momçilgrad) kasabasına bir köy yapılmış durumda…
Yaklaşık 39 yıldır görmemişim orayı…
Ben üç yaşında ayrıldığımdan buradan, köy bana hep yabancı ve biraz korkutucu gelirdi…
Onun için dağda taşta yürürken bile ürkek bir halim vardı…
Benim çocuklukta bıraktığım buradaki yaşdaşlarım ise bana göre çok daha bu coğrafyaya hakimdiler…
Hatırlıyorum köye gittiğimde ilk ziyaretimiz haliyle (Paviliyon) Yani gıda malzemeleri satan bir büfe olurdu…
Çünkü burasını Rahmetli en büyük dayım ( Kalın Mustafa) lakaplı olan Mustafa Dayım çalıştırırdı…
Hemen iki adet vafla ( gofret) ile gazozu kaptık mı vururduk bayırlara doğru… O çocukluk kıvraklığımız ve çevikliğimizle, kilitdere’ye inip hemen bayır yukarı Çam ormanlarının arasından Alibey Konağının yukarı bir mahallesi sayılan ve Kayımoğulları, Orta mahalle ve Akçaoğulları gibi üç küme evlerden oluşan Seyidaliköy’e çıkmamız bir olurdu…
***
Ondan sonra hasret gidermeler başlardı. Sırasıyla nur yüzlü Anaannmem, arkasından öbür mahalledeki babaannem, sonra Osmanlı giyimi ve kuşamı olan aba poturlu Annemin Babası Dedem Kasım Hoca, daha sonra yine dimdik yürüyüşü ile tanınan Babamın babası Mehmet Dedem’i görür ellerini öperdim…
Ben baba tarafından Seyidalıköy’den Kayımoğulları’ndan Kayımoğlu Mehmet’in ve Eşi Hafize Ninemin ( Babaannemin)
Ana tarafından da Seyidalıköy Orta mahalleden Kasım Hoca’nın ve Eşi Nefize Ninemin (Anaannemin) torunuyum.
Atalarım o zaman söylediklerine göre Konya Karaman’dan gelmişler bir zamanlar oraya, Balkanlara…
Hepsi çok severlerdi bizi…
Şimdi sıra sıra, Seyidaliköy mezarlığında meşelikler altında yakıyorlar…
Allah rahmet eylesin!
Mekanları cennet olsun inşallah!..
Hepsini çok özlüyorum…
***
…Arda nehrinin ve akabinde Ürpek Dağı’nın hemen doğusunda, Koşukavak kasabasının batısında, Burgaz ırmağının güneyinde yer alan Alibey’in Konağı (Nanovitsa), Osmanlı’da Payitaht- ı İstanbul tarafından Sultanyeri olarak adlandırılıyormuş…
Yani, bu bölgedeki Türklere ve ailelerine kan kusturan Bulgar Komitacı Domuzciyev’den kurtarılan yerlerden ve daha sonra , 31 Ağustos 1913 tarihinde Eşref Kuşçubaşı ve mahiyetindeki bir avuç insan tarafından merkezi Gümülcine olan Batı Trakya’da kurulan Batı Trakya Bağımsız Devleti’niniçinde yer almıştı benim de doğmuş olduğum bu topraklar olan Sultanyeri bir süre…
Süleyman Askeri, Eşref Kuşçubaşı ve mahiyeti, Edirne’den bir avuç cesur yürekle gelip, Koşukavak’ın ortasında çevredeki Türk ahaliye zulüm yapan Sıçanlıklı Bulgar Domuzciyev’i şehir ortasında asıp daha sonra Mestanlı ve Kırcaali gibi Türk diyarlarını kurtarmıştı…
Sultanların balından, cevizine, tereyağından etine kadar bir çok mahsujl buradan gidermiş İstanbul’a.
Serhat Şehir Edirne’ye Yunanistan içinden Karağaç ve Meriç Köprüsü üzerinden kestirme yoldan ise en fazla 90-95 kilometre uzaklıkta bir yerdi…
Ancak Batılı İttifak Devletlerinin ve Bulgaristan’ın İstanbul’a şikayeti üzerine, bu küçük Türk devletçiğinin ömrü ancak 55 gün olmuştu…
Bu kısa ömürlü Türk Devletinin bayrağı ve Ulusal Marşı bile vardı. Marşı da Batı Trakya’da Dedeğaç’ta Süleyman Askeri Bey tarafından bizzat yazılmış…
***
Yani
İnsanları da çok çile, zulüm, yokluk ve gurbet görmüş insanlardı…
Ama yürekleri Rodopların gökyüzü kadar berrak ve güzel idi…
Hiç unutmam dağ köyü Marıflar köyünden bir Halim dede var idi…
Onlar Cuma namazı için dağ köyünden Alibey’in Konağı’na (Nanovitsa) inip camide namaz kıldıktan sonra tekrardan köylerine dönerlerdi. Bizde onların yollarını kesip bize şeker vermelerini beklerdik çocuk olarak…
Bize kuşaklarının arasına koydukları şekerlerden verirlerdi Cuma dönüşü…
Halim Dede hava tahminini bilmede de hünerli idi…
O zaman hava tahmini nerdeee..Kim yapacak?
Bizden daha büyük olanları soruyorlardı : “Halim dedeeee, bugün hava nasıl olacak?” diye…
Halim dede de şimdi rahmetli olanca bilgiçliği ile yolun ortasında dikilip iki elini dürbün haline getirip şöyle Ürpek Dağı’na bir bakış atar, gökteki süzülen kartalı izler, sağ işaret parmağını da ıslatarak yukarıya doğru tutar ve şöyle derdi:
“ Çöcüğüm, hava bugün güzel ama yel (rüzgar) artmaya başlayırı (başlıyor). Yarın hava bozcaak beya…”
Hava tahmini böyle yapılırdı…
İnsanları bütün yaz kışa kadar devam edecek olan tütünle uğraşır iki büklüm tütün tarlalarında geçirirlerdi zamanlarını…
Köyde geçirdiğim yaz tatillerini, anaannemin bana her sabah içirdiği inek sütünü,babaannemlere gittiğimde bana yine sabahları içirdiği keçi sütünü, kekik kokan dağ yamaçlarını, gökte süzülen Rodop kartalını…
Dayıoğlu ile birlikte eşekten düştüğüm durumu…
Ah eski günler ah!
Ama artık sadece anılarda kaldı tabi ki…
Şimdi sadece ıssız yel esiyor oralarda…
Dağı taşı bile ıssız ve sahipsiz kalmış…
Taş üstüne taş bile kalmamış…
O çökmeye yüz tutmuş ve ramak kalmış ata yadigarı evler de, çocuk cıvıltılarının duyulduğu eski günleri özlüyor ve kaderlerini bekliyorlar sanki…
Gidenler söylüyorlar…
Kilitdere’deki o bülbülün sesi halen sabah çok erken saatlerde, meşelikte bulunan köy mezarlığındaki o baykuşun sesi de geceleri duyuluyormuş…
SAĞLICAKLA KALIN!
Alıntı www.Gebzedehaber.com