SOYKIRIM YALANLARINA CEVAPLAR (1) ERMENİLERİN BULGARİSTAN’DAKİ OSMANLI ALEYHİNE ÇALIŞMALARI
Bütün dünya koronavirüs olayına odaklanmış durumdadır. Yalnızca Türkiye değil uluslararası bütün basın-yayın kuruluşları, bilim adamları, devletin her kademesindeki yöneticiler küresel kriz halini alan salgın hastalık ile ilgilenmektedirler. Gayet doğal olarak her ülke gibi Türkiye de bu olayı en az kayıpla atlatabilmenin çarelerini aramaktadır. Ama bir taraftan da 24 Nisan yaklaşmaktadır. Başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olmak üzere, dünyanın hemen her köşesine dağılmış olan Ermeniler ve yandaşları her yıl olduğu gibi 2020’de de boş durmayacaklardır. Zira Ermeni Diasporası değil yılda bir gün, yılın her günü bir yalan üzerine inşa ettikleri sözde Ermeni soykırımı yalanını yine gündeme getirecekler ve “ABD Başkanı ne diyecek; soykırım (Genosit) mı, büyük facia (Meds Yeghern) mı? diye tartışılırken bile dünya kamuoyunun dikkatlerini çekmeyi başaracaklar, Avrupa parlamentoları her yıl olduğu gibi bu yıl da 24 Nisan günü bu gündemle açılacak ve yalanlarla dolu açıklamalar ardı adına basına servis edilecek ve yine Türkiye köşeye sıkıştırılmaya çalışılacaktır.
Buradan hareketle Ermenilerin, Osmanlı aleyhine olan faaliyetlerine dikkat çekmek amacıyla bu yazı kaleme alınmıştır. Bu hafta, Ermenilerin Bulgaristan sahasındaki devlet aleyhine olan faaliyetleri değerlendirilecektir.
Coğrafi konumu itibariyle kavimlerin göç yolları üzerinde bulunan Anadolu’nun, Türk hakimiyetine girmesinin ardından ancak huzur ve barış ihdas edilebildiğini tarihi vesikalar göstermektedir. Zira tarihin her döneminde dünya hakimiyeti iddiasını taşıyan bölge ülkelerinin hedefinde olan Anadolu ve Ortadoğu coğrafyası yüzyıllar boyunca savaşların, istilaların ve güç mücadelelerinin yaşandığı bir alan olmuştur. Askeri mücadelelerin yanında semavi dinlerin de doğduğu coğrafya olmasına bağlı olarak aynı zamanda dini mücadele ve baskıların da yaşandığı bu bölge din ve mezhep dayatmalarına da sahne olmuştur. Hatta katledilen Peygamberler vardır.
Türklerin Anadolu ve Ortadoğu coğrafyasına hâkim olana kadar bu baskı ve dayatmalara maruz kalan milletlerden biri de Ermenilerdir. Bizans ile İran mücadeleleri nedeniyle 6’ncı yüzyıldan itibaren İstanbul, Trakya, Makedonya ve Kıbrıs bölgelerine göç ettirildikleri görülen Ermenilerin Anadolu’nun doğusunda istisnai bir kontluk dışında müstakil ve uzun ömürlü siyasi bir yapı oluşturamadıkları[1], Girit, Suriye, Lübnan ve Anadolu’nun bir çok bölgesine tehcir edilerek yerleştirildikleri[2] görülmektedir. Anadolu başta olmak üzere Türk idaresinde olan bölgelerde yaklaşık 10 asır bir arada yaşamış olan Türkler ve Ermeniler, Osmanlı sınırları içerisinde de iyi ilişkilerini 19’uncu yüzyılın ikinci yarısına kadar genel manada huzurlu ve kardeşçe sürdürmüşlerdir.
Türklerin 1071’den sonra akın akın geldikleri Ortadoğu, Anadolu ve ardından Balkanlar ile Avrupa coğrafyalarında fethettikleri ülkelerdeki Hristiyan ve Yahudi halklarını Batı medeniyetinde(!) olduğu gibi ne köleleştirmeye ne de din değiştirmeye çalışmadıklarını tarih kaydetmiştir. Bilakis Türkler, kendi tebaası olarak kabul ettiği için devletin her kademesinde görevler almalarında engelleyici bir sistem uygulamamıştır. Liyakat sistemini uygulayan Osmanlı idaresi altında Paşalığa kadar yükselen Gayrimüslimler içerisinde önemli oranda Ermeni azınlığa mensup olanlar da vardır. Kendi işini yapmak isteyenlere de engel olunmamıştır. Ermenilerin genel olarak kuyumcu, fırıncı, demirci gibi mesleklerde yoğunlaştıkları görülmektedir.
Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’ın Doğu Anadolu, Azerbaycan, Kafkasya, Suriye ve Mısır bölgelerini fethetmeleriyle bu coğrafyada yaşayan bütün Ermeniler Osmanlı idaresine girmişler ve Roma, Pers ve Bizans’ın zulüm ve zorunlu göç ettirmelerinin aksine kendi talepleri doğrultusunda Balkan ve İstanbul taraflarına iskanlarının sağlandığı da görülmektedir. Osmanlı idaresi altında yaşayan bütün Ermeniler gibi Balkanlar ve Bulgaristan bölgesinde yaşayan Ermenilerin ekonomik olarak hem Müslümanlardan hem de diğer azınlık Gayrimüslimlerden daha iyi seviyelerde oldukları hatta kendi dillerinden çok Türkçe konuştukları çeşitli kaynaklarda geçmektedir.
Osmanlı Devleti’nin dış ilişkilerinin yürütülmesi görevlerinde öncelikli olarak Rumlara görev verilmiştir. Rumların 1821 yılında Mora Yarımadası’nda isyan başlatmasının ardından güvenirliklerini yitirmiş olduklarından devlet kademelerinin her alanında Ermenilerin daha etkin hale geldikleri görülmektedir. İşlerine ve devlete olan bağlılıkları ile güvenirlikleri “Millet-i Sadıka” sıfatının verilmesini de beraberinde getirmiştir.
Osmanlı Devleti’nin neredeyse sürekli savaşlarla geçen son iki yüzyılı içerisinde devlet büyük oranda toprak kaybederken, Türk Milleti de ekonomik ve sosyal olarak çok büyük kayıplar yaşamıştır. Lakin bu dönemlerde savaşlara katılmayan azınlıkları, özellikle de Ermenileri sosyal ve ekonomik olarak daha iyi konumlara getirmiştir. 1757-1799 yıllarında yaşanan Fransız İhtilali’nin, ileriki yıllarda Milliyetçilik Fikirlerine evrilmesiyle imparatorluklarda başlayan ayrılıkçı hareketlerden Osmanlı Devleti de etkilenmiştir. Çünkü her imparatorluk gibi çok uluslu yapısı bunu kaçınılmaz kılmıştır. Ama en önemli husus zamanın büyük ve emperyalist devletleri; parçalamayı hedefledikleri Osmanlı Devleti’ni yıkmak ve Türkleri Anadolu’dan çıkartmak amacıyla yüzyıllardır “Şark Meselesi” adını verdikleri ideallerini, azınlıklara milliyetçilik empoze ederek gerçekleştirmenin daha kolay olduğunu anlamışlardır. Bu arada Osmanlı topraklarında açılan yüzlerce azınlık okullarında misyonerlik faaliyetlerini de sürdüren Batılı ülkelerin bu çabaları Ermenileri de etkilemiştir.
Türk tarihine 93 Harbi olarak geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı Devleti için olduğu kadar Balkanlar için de bir kırılma noktası olmuştur. Yüzbinlerce Müslüman-Türk kıyıma uğramış, ilk defa Balkanlardan Anadolu istikametine kitleler halinde göç olayı başlamıştır. 1.253.000 Türk muhacir durumuna düşerken[3], göç esnasında Rus askerleri ile Bulgar çetelerinin katliamları, açlık, soğuk ve salgın hastalık nedenleriyle 450.000 Türk de feci bir şekilde hayatını kaybetmiştir[4]. Geride sağ kalanları ise tecavüzler ve işkencenin her türlüsünün tatbik edildiği ölümden beter bir son beklemekteydi. Dikkat çeken bir husus da Bulgaristan Yahudileri de Müslüman halkın kaderini paylaşmıştır[5].
Savaş esnasında Balkanlarda yer alan Yunan, Bulgar ve Sırplar başta olmak üzere Hristiyan azınlıklar gibi Ermenilerden de Rus ordusuna gönüllü olarak katılarak Osmanlı’ya karşı savaşanlar azımsanmayacak kadar çok olmuştur. Çünkü Selçuklulardan başlayan ve Osmanlı döneminde devam eden süreç içerisinde özgürce yaşayan bu azınlıklar, misyonerlerin ve yabancı istihbarat servislerinin kışkırtmalarıyla bir süredir devam eden ayrılıkçı hareketler için Osmanlı Devleti’nin yenilgisi ile aradıkları fırsatı bulacaklarını anlamışlardı.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı kaybeden Osmanlı Devleti çok ağır koşullar içeren 03 Mart 1878 Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştır. Zira Sırbistan, Karadağ ve Romanya sınırları genişletilerek tam bağımsızlığını kazanmıştır. Tuna‘dan Ege’ye, Trakya‘dan Arnavutluk’a uzanan Büyük bir Bulgaristan Prensliği kurulurken, Bosna-Hersek‘e iç işlerinde bağımsızlık verilmiştir. Kars, Ardahan, Artvin, Batum, Doğubayazıt ve Eleşkirt Rusya‘ya, Teselya Yunanistan’a bırakılmıştır. Ayrıca Girit ve Ermenistan‘da ıslahat yapılması ile birlikte bir de Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya 30 bin ruble savaş tazminatı ödemesi kabul edilmişti.
Savaşın ardından Ermeni ve Makedonya sorunları uluslararası bir boyut halini alırken, Osmanlı yönetimi altında yaşayan azınlıklarda ise bağımsızlık umutlarının kuvvetlenmesine yol açmıştır. Bu açılardan bu savaş çok büyük önem taşımaktadır.
Çok ağır şartlar içeren bu antlaşmayı hafifletebilmek için Kıbrıs‘ın idaresini İngiltere’ye bırakmak koşuluyla Osmanlı Devleti’nin İngiltere’den talebi doğrultusunda; Osmanlı, Rusya, İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya’nın katılımıyla düzenlenen Berlin Konferansı’nın ardından 13 Temmuz 1878 tarihinde Berlin Antlaşması imzalanmıştır. Böylece Girit, Doğu Beyazıt ve Eleşkirt topraklarını geri almayı ve doğu vilayetlerinde Ermeniler lehine ıslahatları da “nüfus yoğunlukları yeterli olmadığından” iptal ettirerek bir nebze olsun Ayastefanos’un ağır şartlarını hafifletebilen Osmanlı Devleti, bir süre daha Balkanlar‘daki varlığını sürdürmeyi başarmıştır.
Başlangıçta olduğu gibi ilerleyen süreçte de devlete sadık ve ayrılıkçı hareketlere katılmak istemeyenlerin de olduğu muhakkaktır elbette ama ikna edilerek veya zorlamayla yanlarına çekmeyi başardıkları olmuştur. İkna edilemeyenleri katletmekten dahi çekinilmediği örgütlenmeler süreci yaşanmıştır. Bu süreç Osmanlı Devleti’nin hemen her bölgesinde yaşandığı gibi Bulgaristan sahasında da yaşanmıştır.
23 Temmuz 1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyet’ten sonra Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş, Bosna-Hersek Avusturya-Macaristan tarafından ilhak edilmiş, Girit ise Yunanistan’a bağlanmıştır. 1912-1913 yıllarında yaşanan Birinci Balkan Savaşında Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ’a karşı savaşan Osmanlı Devleti hazin bir şekilde yenilgi yaşamış Bulgar askerleri Çatalca’ya kadar gelmiş ve 1877-1878 Savaşı’na benzer şekilde sonuçlarla karşılaşmıştır. 1913’te yaşanan İkinci Balkan Savaşı ile Edirne, Kırklareli ve Dimetoka tekrar kurtarılabilmiştir.
Azınlıkların özellikle de 1887’de Cenevre’de kurulan Hınçak ve 1890’da Tiflis‘te kurulan Taşnaksütyun gibi yapılanmalarla örgütlenen Ermenilerin Osmanlı topraklarındaki terör eylemleri durmaksızın devam ettiği bir süreç yaşanırken, 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı; İngiltere, Rusya ve müttefiklerinin Osmanlı Devleti’nin paylaşımı için bir hayli zamandır bekledikleri fırsatı ayaklarına getirmiştir. Çünkü Trablusgarp ve Balkan savaşlarından yenilgiyle çıkan yorgun Osmanlı Devleti, büyük savaşın ardından çok rahat bir şekilde paylaşılabilecekti. O nedenledir ki Savaş başladığında İngilizlerle ittifak kurmak isteyen Osmanlı reddedilmiştir. Zira müttefik bir ülkenin toprağını paylaşamayacağını hesap eden İngiltere, Osmanlı Devleti’ne tarafsız kalmasını tavsiye etmiştir. Ancak ilerleyen süreçte İngiltere, Fransa ve Rusya’nın gizli paylaşım anlaşmaları olduğu ortaya çıkmıştır.
Savaşın başlamasını fırsata dönüştürmek isteyen Ermeni komite ve örgütleri tercihlerini zamanın güçlü devletleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya’nın yanında kullanmışlar ve Türk ordusu içerisinde bulunan Ermeni askerlerinin silahlarıyla birlikte Rusya tarafına firar etmesi kararını almışlardır. Ayrıca 8’inci Kongresini Haziran 1914’te Erzurum’da yapan Ermeni Taşnak Komitesi, Türk ordusunda bulunan Ermeni askerlerinin savaşın gidişatına göre hareket ederek; (firar edemeyenlerin) Türk ordusu ilerlerse sessiz kalmasını ve sükuneti muhafazayı, geri çekilme veya ilerleyemeyecek olursa cephe gerisinde programa uygun olarak faaliyete geçmeleri kararı[6] almışlardır.
Balkanlar ve Avrupa’dan gelerek Rus ordusuna katılmak isteyen Ermeni gönüllüler için Avrupa’daki Ermeni komitelerinin, Türk topraklarına yakın olması ve Türk tarafına kolay geçiş imkânı vermesi nedeniyle Bulgaristan’ı merkez olarak belirledikleri[7] görülmektedir. Bulgaristan’ın çeşitli şehirlerinde yer alan Rusya konsolosluklarının ve Ermeni Cemaati kiliselerinin adeta asker alma şubesi gibi çalışarak Ermeni gönüllüleri Rusya’ya sevk ettikleri çeşitli raporlarda yer almaktadır. Hatta Rus konsoloslukları tarafından sevk edilen Ermeniler arasında Bulgaristan’da ikamet eden yüzlerce Osmanlı tebaası Ermenilerin de yer aldığı bu raporlarda görülmektedir.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti ve Almanya ile ittifak kuran Bulgaristan’ın savaş sırasında müttefiki Türkler aleyhine faaliyetlerine engel olabilmek için ülke içindeki bazı Ermenileri “tehcir”e tâbi tuttuğu görülmektedir. Uzun yıllar Ermeni komiteleri ile yakın ilişkiler içinde bulunan Bulgaristan, savaşta Osmanlı ile müttefik olunca Ermeni komitelerinin çeşitli faaliyetlerinden rahatsızlık duymaya başlamıştır. 1916 yılı içerisinde Romanya’ya yapılması planlanan bir askerî harekât sırasında Varna’da yaşayan Ermenilerin tavırlarından rahatsız olmuş ve bölgedeki Ermenileri Bulgaristan’ın iç kısımlarına tehcir etmiştir.
Sonuç olarak;
1800’lü yıllardan itibaren bağımsız Ermenistan hayalleri kurmaya ve Osmanlı Devleti aleyhine komiteler kurmaya başlayan Ermenilerin; Rus, İngiliz ve Fransızlar tarafından Birinci Dünya Savaşı sonrasında Anadolu’da bağımsız Ermenistan kurulacağı vaatlerine inanan Osmanlı tebaası Ermenilerin büyük bir kısmı, vatandaşı oldukları Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmak üzere düşman ordularına katılmışlardır. Çünkü bağımsız Ermenistan’ın kurulabilmesini Osmanlı Devleti ile savaşan İtilaf devletlerinin başarısına bağlamışlardı.
Ermeni olayları ve Türklere yaptıkları vahşetler denilince Van, Erzurum, Sason, Adana, Haçin (Saimbeyli) ve Zeytun bölgesi ilk akla gelen yerler olacaktır. Doğrudur ancak Ermeni sorununun sadece İstanbul ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yaşanan olaylar üzerinden incelenmesi ciddi bir eksiklik olacaktır. Zira Bulgaristan merkez olmak üzere Avrupa ve Balkan coğrafyası da Ermenilerin Osmanlı aleyhine faaliyetleri için çok önemli bir yer teşkil etmektedir. Balkanlar ve Avrupa devletlerinde yaşayan ve Osmanlı ordusu ile savaşmak isteyen Ermeniler ekseri olarak Bulgaristan üzerinden Rusya konsoloslukları ve Ermeni kiliseleri tarafından Rusya’ya sevk edilmişlerdir.
İtilaf devletleri içerisinde yer alan Ermeni gönüllüleri önemli ölçüde savaşçı olarak değerlendirilmiş olsalar da sadece asker olarak yararlanılmamışlardır. Anadolu coğrafyasını ve Türkçeyi iyi derecede bilmelerinden hareketle istihbaratçı olarak ve öncü birliklere verilerek çok daha kritik görevlerde kullanılmışlardır.
Türk askerleri Çanakkale’de, Doğu Cephesinde Kafkaslarda, Güneyde Yemen, Musul, Hicaz, Suriye, Filistin ve Kanal Cephelerinde, Avrupa içlerinde Galiçya’da savaşırlarken, savaştıkları düşman birlikleri içerisinde kendi tebaası Ermenilerle de savaşıyorlardı. En önemlisi ise cephe gerisinde yaşanan ihanetlerle masum Türk-Müslüman halkı yine Ermeni komitacıları tarafından hunharca katlediliyor, tecavüz, işkence ve gasp olaylarına maruz kalıyordu.
Son söz; Ermeni vahşetlerini ve ihanetleri karşısında tedbir almak zorunluluğu hisseden Osmanlı Devleti cephe gerisinde güvenliği tesis için yeni tedbirler almaya yönelmiştir. 27 Mayıs 1915 tarihinde “Tehcir Kanunu” veya “Sevk ve İskân Kanunu” olarak bilinen “Savaş zamanında hükümet uygulamalarına karşı gelenler için asker tarafından uygulanacak önlemler hakkında geçici kanun” çıkartılmasına uzanan sürecin dilimiz döndüğünce gelecek haftalarda “yazı dizisi halinde” yayınlanması planlanmıştır.
İsmail CİNGÖZ; Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı/M.Sc. – BULTÜRK Ankara Temsilcisi.