Seyhan ÖZGÜR

Ben bu yazımda da şu Sofya hükümetini konu etmek istiyorum. Bulgar’ın bir atasözü şöyle der: “Dadılar çok olunca, çocuk çelimsiz olur.” Parlamentoya 8 parti girdi diyoruz ama aslında içerdeki parti, hareket ve grupların sayısı 49. Seçimlerden önce ülkede 153 parti ve cephe olduğu açıklanmıştı yani arzu edenlerin üçte biri mecliste yer aldı. Çoğunluk olması iyidir de, “nerde çokluk orada….,” deyen de ben değilim.

Şimdi bir de şöyle bir durum var. Meclise girenlerden bazıları neden içerde olduklarını bilmiyorlar. Ama göl bataklığında nilüfer gibi açtılar. Gölünse tam temizlenme zamanıydı. Temizle temizleyebilirsen, açan nilüferler halkın iradesidir. Hatta kutsal bile sayılırlar. Demokrasi bahçesinin çiçeklenmesini bekliyorduk, bizim çiçeklerin bataklıkta açacağına akıl erdirememişiz.

Çoğunluk diktatörlüğün, tek partililiğin yerine gelirken beraberinde demokrasiyi getirir.

Demokraside toplumun ayrışması yani sınıflara bölünmesi, tabakalaşması zorunludur. Demokrasi bir sınıflı toplum yani kapitalist toplumdur. Kapitalist toplumda sermaye sahipleri ve işçiler vardır. Emekçi tabaka toplumun alt kısmında yer alır ve üretim ilişkilerinde belirleyici olandır. Ne yazık ki, bizde zarlar böyle düşmedi.

Demokrasiye razı olan halk kitleleri diktatörlükten kurtulmak istiyordu. Diktatörlükse üretim araçlarının tek elde toplanmasından doğmuştu. Tek Partili komünist rejim üretim araçlarından maada, yönetim, yürütme ve yargı sistemlerini birbirine sımsıkı bağlayıp kontrolüne almış ve baskı ve terör araçlarıyla yani polis ve jandarma, savcılık ve mahkemelerle hüküm sürerken halka kan kusturuyordu. Halkın değişiklikler özlemi de buradan kaynaklanıyordu.  Bu zulüm rejiminden en fazla çeken Bulgaristan’da yaşayan azınlıklar oldu. Bulgar toplumu burjuva düzenin gereği olan ulusal devlet kurmayı 1886’dan sonra bir asır boyunca başarılı bir biçimde tamamlayamadığından, etnik halk topluluklarını asimile ederek yani onların öz kimliklerini zorla değiştirerek, özgün kültürlerini yok ederek, ana dillerinde eğitim almalarını yasaklayarak, edebiyat, sanat, gelenek ve göreneklerini, din ve ibadet haklarını hiçe sayıp baskıyla yok ederek Bulgar Ulusal Devletini kurmaya çalıştı. Bu da ters tepti. Millet ayaklandı.

Bu geleneksel ahlakı hiçe sayan ve insanlık haysiyetini ve farklı yaşayış biçimlerini tanımayan gelişmeler daha 1877–78 Rus –Osmanlı savaşından hemen sonra başladı ve giderek şiddetlenerek gelişti, biçim değiştirerek sürekli uygulandı. Bu pratiğin katı kalan yöntemlerinden biri azınlık topluluklarındaki aydınları ya yok etmek, ya sindirmek ve bu da olmuyorsa ülkeden kovmaktı. Biz 140 seneden beri yurdundan kovulan bir kahraman halk topluluğuyuz. Bu ikiyüzlü sinsilik o denli gelişti ki, 5 Ekim 2014’te yapılan erken genel seçimlerinde Bulgar devleti birkaç oy toplamak için 40 devlette sandık açmak zorunda kaldı. Türkiye’de de 138 sandık açıldı. Öz vatanında insan gibi yaşama olanakları bulamayan, kendilerini rahatsız hisseden, öz yurdunda iş bulamayan, aç kalan, iki ucunu bağlayamayan ve nasibini dış dünyada arayanlar 2.5 milyondan fazladır. Bunun gerçek anlamıysa Bulgaristan’da yaşayan her 3 kişiden birinin ülkeden çıktığı, nafakasını, mutluluğunu başka dünyalarda aramayı tercih ettiği gerçeğidir ki, daha da somut ifade edersek, ülkedeki doktorların ve hemşirelerin % 80’i 2015 sonuna kadar Batı Avrupa’ya çıkmaya çalıştıklarını, bu amaçla dil kurslarına yazıldıklarını gizlemiyor.  Türkiye’deki soydaşlarımızın sayısı da artıyor. Türkiye okul ve üniversitelerinde okuyan Bulgaristanlı Türkleri sayıca büyüme kaydediyor.

BUNUN SEBEBİ NEDİR?

Berlin Duvarı yıkılmazdan önce Doğu Avrupa ülkeleri olarak geçen Bulgaristan gibi eski sosyalist ülkelerden bazıları, Avrupa Birliği içinde demokratikleşebildiler de, bizde işler neden yürümüyor. Bu demokrasi nasıl bir hayvandır ki bizim ahırı beğenmedi, suyumuzu içmiyor, yemimizden yemiyor? Nasıl oldu da 25 yılda gerçekten demokratik bir topluma açılamadık, kurumlarımızı halka açamadık, eğitim, sağlık, sosyal hizmetler gibi kurumlarımızda halk lehinde, halk için adımlar atamadık. Nasıl oldu da 15 672 irili ufaklı sanayi üretim tesisini kapattık da yerine 100 adet yenisini kuramadık? Nasıl oldu da 1.600. 000 (bir milyon altı yüz bin) sığır ve 15 milyon koyuna bakılan ülkemizde süt alamaz duruma geldik ve tüketilen etin % 80’nini dış ülkelerden ithal etmek zorunda kaldık. Nasıl olur da her gün 380 vagon meyve ve sebze ihraç eden Bulgaristan maydanoz ve dereotunu Makedonya’da alıyor, sofralık üzümü Yunan ve İtalyan bağlarından getiriyor? Sıralamaya devam etmek istemiyorum.

Bizim sosyal hayatta, üretim sektöründe, demokratikleşmemizde ve serbest Pazar ekonomisine geçme çabalarımızı frenleyen biri, birileri, pek çokları var. Son 25 yılda ileri dört adım atamadıysak bunun gerçek nedenleri olmalı! Geçiş Dönemi’ne yeniden başlayacakmışız.  Ve halkımızın dediği gibi, artık inat tekenin boynuzları çıktı, maskeler düştü ve bizim demokratik toplumu kurmamızı engelleyenler gün ışığına çıktılar.

Birinci sebep, bizde yeni olanın eskinin içinde oluşmamış olmasıdır. Eski olanın yani totaliter devlet yönetiminin ret edilip yenine çok partili demokratik, çoğulcu bir yönetimi hayata çağıran gerekliliğin doğup, gelişip, olgunlaşıp biçimlenmemiş olmasıdır. Başka bir ifadeyle, totaliter toplum demokrasiye gebe kalmamıştı. 1990’da demokrasi doğmadı.  Sizden Bulgaristan’da demokrasi fikirlerinin ilk çiçeklendiği enstitü, kent, köy, formel ya da formel olmayan arkadaş ya da direniş grubu, kulübü hangisidir, adı nedir ve ne zaman etkin olmuştur, gonca verip açmıştır?,  diye sorsam yanıtlamakta inanıyorum ki, zorlanırsınız. Herkesin aklına ilk gelen kuşkusuz “demokrasiye geçiş koşullarında” 2 süre Cumhurbaşkanı seçilen Jelü Jelev ve onun FAŞİZM eseridir.

Dönüşümlerimizde kılavuz olan bu ana eser Bulgar halkına ve dünyaya şunu haykırdı: DEVLET YAPISI OLARAK SOSYALİST REJİM ALMAN FAŞİZMİNİN KOPYASIDIR. Biricik tespitle belki de devrimsel dönüşüm yapabilmiş olan ülkeler vardır. Ne var ki,  ben hiç işitmedim, böyle bir örnek gösteremiyorum.  J. Jelev eseriyle duyurmak istediği büyük ve son söz şudur: Başımızı yukarıya kaldırmadan gölgesinde yattığımız ağaç çınar değil cevizdir, ceviz gölgesi serin olur, tehlikelidir, insan kendini üşütür. Gölgenin iyisi alaca olanıdır, gelin kestane gölgesine gecelim. Evet, kitabı yeniden okuyun ve üzerinde düşünün, kafanızda süzülecek olan fikir bu olacaktır ve aslında bir ULUSAL ÇAĞRIDIR, HASTA OLMADAN UYANIN anlamındadır. AMA BU ÇAĞIRIDA CEVİZİ KESELİM VE GÖLGESİNDEN KURTULALIM HİTABI YOKTUR.

Bu eserde farklı bir çağrı da yoktur. Jelev ve çevresindeki politik birikim ne 1989-1990’da“yuvarlak masa” eş başkanı olarak, ne  Demokratik Güçler Birliği (CDC) başkanı olarak ve ne de 8 yıl B.C. Cumhurbaşkanı olarak Bulgaristan halkını, azınlıkları, kamuoyunu, hatta en fazla sevdiklerini ceviz gölgesinden kestane gölgesine geçiremedi. Bizim Türkçemizle kara koyun sıçrayıp suyu geçmedi. Toplumun özü hareketlenmedi. Ceviz gölgesinden kalkıp kestane gölgesine koşarken suyu geçmediler. Bundan dolayı ölen ceviz gölgesinde öldü. Sürünen şükür “gölgedeyim” deyip kendini avuttu. Süründü de süründü…

Bu işi (toplumsal yenilenmeyi) frenleyen birçok sebep ve güç vardı. Olabilir ya belki de, iyilerin iyisi ceviz ağıcını kökünden söküp almak oludu. Gölgesini de cehenneme gömmek olurdu. Fakat eski düzen bekçileri dönüşüm planlarını hep suya düşürdüler. Koyunların ceviz yaprağı ve ceviz yemediğini bildiklerinden, cevizleri toplayıp toplayın sattılar ve paralarını kendi ceplerine koydular. Yapraklarından da boya yapıp koyunları işaretlediler. Yoksul halkımıza kölelerin hürriyet beklediği gibi nafaka beklettiler. Başka bir değişle “ölme eşeğim ölme bahar gelecek” masalıyla bekletip oyaladılar.

İkinci sebep: Toplumsal ilerleme düşmanları açısından değerlendirildiğinde, yapılan çok başarılı bir operasyondur. Klasiklerin terimlerinden faydalanırsak, bu bir aksi devrimdir. Bulgaristan’daki totalitarizmden demokrasiye Geçiş Dönemi sosyal ilerlemeyi frenleyen bir başarılı aksi devrimdir. Bulgar makamları bunun değerini bildiklerinden Ahmet Doğan’ı “saraylarda” yaşatıyorlar, “zırhlı Jeep” le gezdiriyorlar, istediği kızı yatağına getiriyorlar. Türklük tarihi çok karanlık dönemler yaşamıştır, hele Arap Çin Savaşlarından sonra Arap hanedanlarına kölelik, kulluk etmişiz, ama bir gölgeden bir gölgeye değişemeyecek kadar aciz, takatsiz, umutsuz ve sıska kalmamışızdır. Halen öyle bir duruma geldik ki, kendi oyumuzla kendi vekilimizi seçemez duruma geldik. Demokrasinin ana silahı olan oylarımızla Çingeneleri Çar, Baron, Meşere Başı vs. vs. ettik, dalavereci, dolandırıcı, yalancıları, mafyayı oligarşiyi (bizimle uzaktan yakından ilgili olmayanları) başımıza taç ettik. Biz bugün yine yeşermeye çalışıyoruz, hiç olmazsa dinimizle dilimizi kaybetmeme uğraşısı içindeyiz. Bugün de Bulgar toplumu varıyla yoğuyla karşımıza dikilmeye başladı. Irkçılık hortladı. Kendi isteklerimiz doğrultusunda bir adım atacak olsak yine aydınlarımız kovuluyor ve ülkeyi terk etmek zorunda kalıyor, bin bir güçlükler çıkarılıyor, el freni ellerinde “biz bir şey yapmadık” deyip, her şeyi frenliyorlar.

Hükümet kurma meselesine geldiğinde orada da el freni sımsıkı ellerinde. Toplumun dönüştürülmesinden, mahkemelerde reform yapılmasından, kanunların değiştirilmesinden, davacı olanın soyulmasına son verilmesine karşı, davaları parası olanların kazanmasına karşı yenileşmeyi durduran frenler ellerindedir. Bu sene KTB bankası 4.2 milyar leva ile çöktü. Paraların beş yüz milyon levası yargıç ve savcılarınmış. Kaybetseler de acımıyorum. Çünkü haydan gelen huya gider ve haram paradan hayır gelmez! Fakat nasıl olur da maaşla çalışan kesimde yarım milyar birikmiş para olur? Akıl erdiren söylesin. Anayasaya göre biz bir sözde hukuk devletiyiz!

Yeni hükümet hala kurulamadı. Sözde GERB partisi ile Reformcu Blok iktidar öncelikleri üzerinde 20 maddelik bir metinde mutabık kalmışlar. İnanır mısınız? Bulgaristan’da yaşayan nüfusun % 24’ü Rom yani Çingenedir. Hükümet programında esemeleri okunmuyor. Adları bile geçmiyor. Türkleri, Pomakları ve diğer Müslümanları ne düşünen ne sayan ne de haklarını vermeye niyeti olan var. Fren ellerinde ve istedikleri zaman çekip, gelişmeyi, dönüşümleri, iyi yaşama azmini, refah isteklerimizi frenliyorlar. Yaşasın el freni! O da olmasa yüzde yüz kaza yapardık. Oysa kaza olmadan hastanelik olamayız, taburca olmadan da yeni bir umutla adımlayamayız. Neyse bekliyoruz.

İnandığım bir şey varsa o da şudur:                                                                                                                 

Ulusu bir dil ve bir dinle tanımlayanlarla; böyle bir tanımlamaya karşı çıkanlar ve farklılıkların bütünlüğünde mutluluk arayanlar arasındaki yüzleşme er ya da geç olacaktır. Bu çarpışma olmadan hiçbir yeni uygarlıktan söz bile edilemez! Hiçbir el freni tarihsel ilerlemeyi durduramaz!

Reklamlar