Dr. Mustafa KAHRAMAN
Konu: Yenilmeyen Ruhlu İnsanlar
Artık TV izlemiyorum. Eşimden “komandoyu” bulamayacağım bir yere saklamasını rica ettiğim. Elim internet “faresine” uzanmıyor. Kendimi dünyaya kapadım.
1989 Büyük Göçü filmlerine bakarken başım dönüyor.
Ben bir doktorum, işim kanla icranla, kesip dikmeyle, pansuman yapmakla olsa da, bir halka nasıl olur da bu kadar büyük kötülük yapılır, bir türlü aklım ermiyor. Dün akşam kısa bir süre için “Keyif Kahve” ye uğradım. “ATV” Suriye sınırında savaş kurbanı yavruların Türkiye’ye getirilişini gösteriyordu. “Sınır”, “vatan”, “savaş,” “anasız babasız kalma”, “mülteci ya da savaş kaçağı olma” sözlerini bilmeyen çocuklar askerimizin kucağında, pet şişelerden su içmeye çalışıyorlar.
“Ağlayışları” dikkatimi çekti. Belki Suriye tarafında ağlıyorlardı ama Türkiye’ye girince sesleri hemen kesiyorlar, Türk askerine babalarına sarılır gibi sarılıyorlar. Bir kitapta “cennete kimsenin ağlamadığını” okumuştum, işte öyle bir şey, sınırın bu yanı yani TÜRKİYE bir “cennet”.
Son defa, Bulgaristan’ın Blagoevgrat ili Gırmen Belediyesi, Mırçaevo köyünde Çingene İsyanını yazmıştım. Her gün Çingene başkaldırısına rastlanmadığı için olabilir, konu beni çok ilgilendirdi. Hatta ben kişisel sohbetlerimde birçok defa “Çingeneler” ayaklanmaz, çünkü yalın ayak gezdikleri için toprak onların statik enerjilerini çekiyor, stres yapmalarını, içlerinde nefret birikimini engelliyor gibi saçmalıklar gevelediğimi bile hatırlıyorum.
Ne var ki, olaylar büyüyor ve hiç de öyle hafife alınacak gibi değil. Bulgarlar da kaşınıyor tabi. 2 Haziran’da bölgeyi saran ve gece gündüz nöbet tutan jandarma güçleri, Pazar akşam 50 kişilik bir Bulgar kabadayı grubu yakalamışlar. Demir çubuklarla silahlanmış gözü dönmüşler, mahalleyi basıp, “Çingenelere güneşin nereden doğduğunu göstereceklermiş!.” Mahalle, Mırgaevo köyüne bağlı ve ismi “Kremikovsi.”
İki gün sonra yani 16 Haziran 2015 günü Sofya’da Ulusal Protesto düzenlenecekmiş. Plovdiv’te mahkemesinin Karloco “Kurşun Cami” Müslümanların mülkünü Baş Müftülüğümüze geri verilmesi kararını kınayan ve protesto gösterilerinde camileri, mezarlık ve hamamlarımızı taşlayan eli sopalı motorlu gruplar, futbol fenleri ve aşırı ırkçı cepheden sözde “Yurtsever Cephe” (PF) partisi kadroları ve aşırı sol cepheden “Ataka”cı hergelelerdir. Bu defa “Mırgaevo” köyü Çingenelerini kınamak için toplanıp sopa gösterecekler, “bulsalar hepsini kıyacaklar ama zamanlar değişti”, ancak yumruk sallayacaklar. Bilmem sizin bu güzelliği emsalsiz diyarı, o gökleri delen tepeleri yıl boyu kar kalpaklı dağları görme fırsatınız oldu mu, ama görüp de hayran olmamak elde değil.
Başka birinin işine karışmak ne haddime!
Buna rağmen, büyük yerleşim merkezlerinde uzak 72o kişinin yaşadığı bir mahallenin evlerinin yasa dışı olduğu gerekçesiyle yıkılmasında direnmek, bu ailelere birer tapu verip işi noktalamaktan çok daha kolay olsa gerek.
Bu arada Sofya’nın “Orlandovtsi” semti de ayaklandı. Burada da Çingene İsyanı abluka altına alındı. Olaylar izole edilip bastırılmaya ve söndürülmeye çalışılıyor. Bulgaristan’da “kapsüle etme” değimi, izole etme veya yanıltma, dünyadan koparma değimlerinin yerine kullanılıyor. Kapsül bir mühimmat çekirdeği olduğundan, olaya biraz da askeri baskı gizemi zırh gibi bir anlam da veriliyor. Bu uygulama son 26 yılda “Bulgar Etnik Modeli” ile Bulgaristanlı Türk ve Müslümanlara karşı denendi. “Kapsülün” içine devamlı sem eleyici, sendeleyici gaz püskürtüldü. Türklerin geçimsiz, parasız, sefil, bilgisiz, kara cahil, beceriksiz, mesleksiz, geçimsiz vs. kaldıklarının farkına varmaları, bilinçlenip 1989 Mayısında yaptıkları gibi bir daha ayaklanmalarına engel olmalarına çalışıldı.
Bulgaristan nüfusu resmen açıklanmadığına göre, ülke nüfusunun % kaçının Çingene olduğunu bilmiyoruz. Gazeteler bu nüfusun % 24 olduğunu yazmaya başladı. Bu amaçlı yapılıyor kuşkusuz, çünkü Çingene nüfus ne kadar büyükse, sosyal yoksulluk çizgisinin altında bocalayanlar ne kadar kalabalıksa, Brüksel’den koparılan “yardım” dilimi de o kadar büyüktür, yani “pasta dilimini dağıtanların” gasp edecekleri ve istedikleri gibi harcamak için aralarında paylaşacakları para da o kadar büyüktür. “Bulgar Etnik Modeli” nin anlamı budur.
Bu amacın sonu, etnikleri körelterek, kişiliksizleştirerek, sefil eştirerek sıfırlamaktır. Son 26 yılda hiçbir Çingene mahallesine bir okul, bir anaokulu, bir poliklinik kurmayan, açlara bir çorba sunan bir yemekhane açamayan, Çingene sorunlarını çözecek kadro yetiştirmeyen bir “modelden” kime yarar olur, oldu ya da olabilir?
Perşembe gün “Orlandovtsi” isyancılarıyla kalın enseli eli sopalı “yurtseverlerin” Sofya’da ilk yüzleşmesi bekleniyor. Yoksulluk ve çaresizlik Çingene gençlerin ruhuna su vermiş çok ciddi kapışmalar, meydan kavgaları olabilir. 100 yıldan beri Bulgarlaştırılan Çingenelerimizin durumunda değişiklik meydana gelmiyor.
Çingeneleri hedefleyen hiçbir köklü reform yapılmadı.
Henüz ana dillerinde alfabeleri, gazeteleri, radyo yayınları, dergileri, tiyatroları yok desem, kimin var da onların olsun? Diyeceğinizi biliyorum. Öyle ama Bulgaristan’da tek uluslu devlet sisteminin çöktüğü gün gibi ortadadır. Hiçbir gün işe gitmemiş üçüncü kuşak çingene soyları var. Ruhunun derinliklerinde bir reform yapılması için Çingene kimliğinin ne kadar işlenmesi gerek, bunu da hala bilen yok.
Kendisi de baba tarafından bir Çingene olan Ahmet Doğan’ın devletimizi soymaya ve çökertmeye, Türker’i kapsüllerim gibi havalara girip Bulgarları oyalamaya aklı eriyor ama iki “öz kardeşine” sümüklerini silmeleri için iki paket selpak uzatmaya sanki akıl erdiremiyor. Olay vahimdir.
Olaya politik bakıldığında, Çingeneler “sahte demokrasi” den bıktıkları gibi, “kaç kuşak sahte yaşayacağız!” diyorlar. Yasal eşitlik ve hukuksal eşitlik bilincine artık eriştiler. Son gösteri yürüyüşlerinde meclis kapısına “eşit haklı vatandan olmak istiyoruz!” pankartı diktiler.
Konunun temelinde kişilik konusu var.
Türkler 1989 Mayıs’ında olayların çözümüne seferber olmuşlardı. Ayaklandılar. O zaman daha fazla ateşlenmeyeceklerdi. Yurdumuzdan kovulmalarına karşı yeniden ayaklanacaklardı. “Gitmeyin!” diyen iradeye kulak vereceklerdi. Ne yazık ki, göç selini durdurabilecek güç henüz oluşmamıştı.
İnsanımız zulme dayanamadı ve göç seli ansızın boşandı.
Köylerden kasabalardan mahallelerden yolları meydanları sınır kapısını doldurdu. “Herkes nereye biz de oraya!” zihniyeti üstün geldi. “Dur!” diyecek kudret henüz kanatlanmamıştı. Yol kesilemedi.
Bizim iç kudretimiz, zekâmız, irademiz ve bilincimiz o an bu yolda mobilize olamadı. Yüzbinlerce Türkün vatan bildiği topraklardan sökülüp atılması kimsenin aklından geçmiyordu. Dış güçlerse göçü kışkırtmakla Bulgar baskı ve terör rejimine yardım ediyor ve akıllarınca Bulgaristan totalitarizminin kuyusunu kazıyorlardı.
O gün bugün 26 yıl geçti. Göç esnasında, sınır kapılarında, göçmen kamplarında, misafir kaldığımız yerlerde doğan evlatlarımız artık ana baba oldular. Vatan olarak ancak Türkiye’yi biliyorlar. Onların bu mutlu günlere gelmesi kolay olmadı ama onların dede ve nineleri, ana babaları ve yakınları Bulgaristan’da verdikleri haklı mücadele yıllarında olduğu gibi, ana vatanda tutunma, burada yerleşme, güçlenme ev bark sahibi olma yıllarında kimseye el açmadılar. Onlar artık yok oldular diye bayram edenleri şaşırttılar. Evet, hepsi dirildi.
El açmadan, boyun eğmeden, köle olmadan dirildik!
Bu diriliş, bizim Türkiye’ye güçlü bir Türk – Müslüman kişili ile geldiğimize kanıttır. Bizi havuç sanıp baskı ve terör kazanında kaynattıkça yumuşayacağımızı sananlar aldandı. Kişiliğimiz yolumuzdaki en büyük ışığımız oldu.
Yazımı söylemek istediklerimi çok kısa özetleyen bir öyküyle noktalamak istiyorum.
Türkiye bizi sevgiyle karşıladı.
Bir kadın evinden çıktı, evinin önünde beyaz, uzun sakalları olan üç yaşlı adam gördü. Onlara, sizi tanımıyorum, ama aç olmalısınız. Lütfen evime buyurun ve bir şeyler yiyin.” dedi. “Kocanız evde mi?” diye sordular. “Hayır,” dedi kadın, “Dışarıda”. O zaman giremeyiz!” dediler.
Akşamleyin kocası eve geldiğinde kadın onları ona anlattı. Kocası, “Onlara eve geldiğimi söyle ve eve davet et.” Dedi. Kadın dışarı çıktı ve yaşlı adamları eve davet etti. “Biz bir eve beraber girmeyiz.” Dediler.
Kadın “Neden?” diye sordu.
Yaşlı adamlardan biri “Onun adı Zenginliktir.” Dedi, arkadaşlarından birini göstererek ve bir diğerini göstererek: “Onun da adı Başarı, bende Sevgi’yim. Sonra ekledi: Şimdi eşinle konuş ve hangimizi evinize davet edeceğinize karar verin.”
Kadın eve girdi ve olanları kocasına anlattı. Kocası çok sevindi. “Ne kadar harika. Zenginliği davet edelim, gelsin ve evimizi zenginlikle doldursun.”
Kadın, “Neden barışı davet etmiyoruz?” diye sordu.
O sırada onları dinlemekte olan kızları, “Sevgiyi davet etsek daha iyi olmaz mı?” diye sordu. “O zaman evimiz sevgiyle dolar.”
Adam, Bence kızımızın tavsiyesine uyalım. Dışarıya çık ve Sevgi’yi davet et. Sevgi bizim misafirimiz olsun” dedi.
Kadın dışarıya çıktı, Sevgiyi seçtiklerini söyledi ve Sevgi’yi evlerine davet etti.
Sevgi kalktı ve eve doğru ilerlemeye başladı. Diğer iki arkadaşı da kalktı ve onu takip etti. Kadın büyük bir şaşkınlıkla “Ben sadece Sevgi’yi davet ettim. Siz neden geliyorsunuz?” diye sordu. Yaşlı adam cevap verdi.
“Eğer siz Zenginlik veya Başarıyı davet etmiş olsaydınız, diğer ikimiz kalacaktık ama siz beni (Sevgi’yi) davet ettiğiniz için ben nereye gidersem Başarı ve Zenginlik de benimle birlikte gelir!” dedi.
Bizim Türkiye’ye getiren ana vatan tutkusu, Türklük ve insan sevgimizdir.
Suriye sınırını ağlamadan geçen afacanlar da aynı sevgiyle geliyor Türkiye’ye.
Aralarında Kürt çocukların da olması hiç de önemli değildir.
Onların, hepimizin ana vatanımız Büyük Türkiye olacaktır.