Yazan: Raziye Çakır

Tarih: 19 Şubat 2018

Konu:  Sabah ektim akşam biçtim diye bir şey yok.

            Nesillerin nöbet değişimi 30 yılda bir olur.

   Son yıllarda Bulgaristan konusunda çıkan yazılarda eksik olan bir şeyler olduğu sonucuna vardım. Olayların yorumunda, dinimizde ve yaşam tarzımızda olmayan bir şey var Hristiyanlar, Şubat ayının ikinci yarısında Af dileme günleri gibi birtakım törenlere toplanıyor. Anıtlara çiçek ve çelenk taşınıyor.  Fakat af dileme gününde birbirleriyle kucaklaşıp, el öpüp, özür dileyip husumeti aşmalarına, herkes kendi şehidinin anıt levhası önünde dua ediyor. Bulgaristan’da da Ulusal Anıtlar var. Örneğin 19 Şubat’ta Osmanlıya karşı 500 komite kuran Vasil Levski anılıyor. Aynı törende Cumhurbaşkanı Radev ile Başbakan Borisov yan yana durmadı. Geçmiş sanki parsellenmiş.  Bu, bir bakıma tepinme gibi bir şey oluyor ve ertesi gün toplum aynı konularda yerinde saymaya devam ediyor.

Bizde kişiler ya da aileler arasında beliren soğukluk ve kırgınlıkların aşılmasında, bayramlaşma, özür dileme, beraber yemek yeme vs gibi geleneksel yaklaşım önemli rol oynar. Bulgarlarda bu işin kriterleri  (kıstasları) sanki kesin değil.

Toplumsal arınmak, bir halkın geçmişte işlenen suçlardan kendisini suçlu görmesiyle başlar. Ne var ki, Hristiyanlarda arınma sanki ötekini suçlamakla başlayıp bitiyor. Toplumda kötü olan için ”Bulgar işi” değimi yerleşmiş, fakat hiç kimse kendisini “Bulgar işi” yapanların arasında görmüyor. Kendisini suçlayan yok. Üzerinden 35 yıl geçmesine rağmen s.o. “Soya dönüş süreci” bizim küstahlığımızdı, zulüm ettik, özür dileriz, diyen çıkmadı. Bu gibi nedenlerle bugün Bulgaristan’da özgürlük yok. Özgürlük olmayan yerde adalet olamaz ve adaletsiz bir demokrasinin bir anarşi olduğunu herkes görebiliyor.

Yeni siyasetçiler “kazanda” kaynarken eriyor.

Bugün 20 Şubat. 7 yıl önce aynı tarihte Boyko Borisov’un 1. hükümeti istifa etmişti. Gerekçesi şişirilmiş elektrik faturaları ve gösterilerde bir gencin öldürülmesi oldu. Bu istifanın gerçek nedenlerinin perde arkası anlaşılamadı.3. hükumetini kuran Borisov reform yapmak istemiyor. Değişikliklere karşı. İkinci ve 3. hükumetinde savaş meydanına kendi partisiyle çıkmıyor. 2. hükumetinde Reformcu Blok partilerini yıprattı ve yok etti. 3. hükumete aldığı ve kendilerine bakanlıkları dağıttığı sözde “Yurtsever Cephe”  aslında bir avuç milliyetçi.

VMRO’nun 11, “Ataka”nın 7 ve “Bulgaristan’ı Kurtarma Cephesi” nin serserilerinin de 9 milletvekili var. Fakat onlara 2 Başbakan Yardımcılığı, Savunma, Ekonomi ve Çevre bakanlıkları ve her bakanlıkta birer bakan yardımcılığı verildi. Öyle oldu ki, aşırı milliyetçi faşistler dediğimiz bu güçler, bugün Bulgaristan’ı yönetiyor. Onların bu yükü taşıyamayacakları ortada, eşek olsalar belleri kırılır. Onun için bugünün kavgası, bugün ve geleceğimiz için değil, geçmişimiz için kızıştı ve serleşti.

Tarihi yeniden başlatmak fikri bir saçmalıktır. Çünkü bugün dünün devamı olduğu gibi yarına  taşıyıcı özdür. Yaşadığı günü tanımayan, yarına adım atamaz. Yarına atlayamaz. Tarihi düşünen, önce kesintisiz akan bir ırmağı düşünmelidir.

“Göl” dedikleri memleketimizdir.

Bulgaristan devletinin yaşı 140. Devlet tarihin de insan gibi emekleme, tay durma, çocukluk, gençlik ve olgunluk çağları vardır. Bu işte, ama ben ömrümün şu yıllarından utanıyorum. Onları hayat yolumdan silin diye bir şey olamaz. Çocuklumda altıma yapmışım, birkaç defa çamura batmış, bataklığa düşmüşüm, ayağım burkulmuş da, bugün topallıyorum. Sızlayanlar gençliğimde kırılan kemiklerimdir. O yılların hepsini silin, denmez. Çünkü yaşlandığınızda sızlayan o kalın kemikler, çocukluğunuzun süt kemiklerdir. Bulgaristan da 4 dibe vuruş felaketi yaşadı ve bugün “bataklıktan” söz ediyoruz. Halk oylamalarından sonuç alınamıyor. Başbakan “Belene” Atom Elektrik Santrali için “göl” dedi. Bu “göl” memleketin içinde bulunduğu durumdur.

Bulgar kazanında ne kaynıyor?

Bu sorunun cevabında, Bulgar kazanında Bulgaristan’dan başka kaynayan hiçbir şey yoktur! dediğimizde doğruyu ve gerçeği söylemiş oluruz. Kazanda büyük bir kemik olduğu dikkat çekiyor. Bu öyle bir kemik ki, kırsan kırılmıyor, çıkarsan çıkmaz. Sanki kaynarken şişmiş ve kazanı hemen hemen doldurmuş.

İç işlerine katışma nasıl anlaşılmalıdır?

Bizim atalarımız ve ailelerimiz de, kazan içindeki bu acayip şeyden, bu ucubeden korktukları için göç etmişler. Olayı şöyle anlatabilirim. Osmanlıdan koptuktan sonra (1878) Müslümanları, evlerinden, köylerinden, topraklarından kovmak amacıyla kazanın içine domuz paçası atan Bulgarlar, bu alçak niyetlerinden hala vazgeçmediler. Hatta geçen hafta, Sayın Recep T. Erdoğan’ın Varna’ya yapacağı ziyareti vesile ederek, Başkan Boyko Borisov’la takışan Cumhurbaşkanı Rumen Radev’in, “Türkiye ile İç İşlerimize karışmasın Bildirisi” imzalanmasında ısrar etmesinin bir tek anlamı vardır:  “Kazanda domuz paçası kaynatmaya devam edeceğiz.” Ne yazık ki, Sayın Radev, Türk börekçi, dönerci, baklavacı, simitçi ve lokantacıların Bulgar köftecilerden daha fazla olduğunu henüz kabul etmek istemiyor. Şöyle bir sorun da var. 3.5 milyon sığınmacıyı, savaş kaçağını barındıran ve Bulgaristan’a geçmelerine engel olurken, T.C. Bulgaristan’ın iç işlerine karışmıyor mu acaba?

Çok etnikli ve çok kültürlü siyasete neden açılamadık?

Daha 1919 yılında, Nöyyi Antlaşmasının imzalandığı tarihte, Büyük devletler Bulgar Çarlığına “kazanı boşalt”, bundan böyle “türlü güveç” yapacaksın demişti. Aleksandır Stanboliyski hükümeti Bulgaristan’da yaşayan, Türkler başta olmak üzere tüm antik, dil, din ve kültür azınlıklarının haklarını ve özgürlüklerini tanımayı kabul etmişti. Stamboliyski insanların okulda, öğretim ve sanatla eğitilebileceğini biliyordu. Ahlakı ancak dinle yaratmanın mümkün olduğu bilincindeydi. Hazıra bekleyen, ambardan yiyen, kalpazan, iş bilmez insanlarda kalkınma, ilerleme, istikrar sağlamanın olanaksız olduğuna kesin inanmıştı. 1919’da seçimle başbakan olup, Çiftçi idaresi kurmasından sadece 3 yıl sonra en gaddar bir şekilde canına kıyılmasının bir tek anlamı vardır. Kazanın içine yeniden domuz paçası atmak isteyenler ocak başına geçtiler. 1923 askeri darbesinin başka bir anlamı yoktur ve olamaz. Şu asla unutulmamalıdır. Aynı yıl Bulgaristan’da bir iç savaş başlamış, halk önderi Al. Stamboliyski’yi öldürenlerden öç almak isteyenlerin, yaba ve tırpanla ayaklananların başlattığı direnişler tam20 sene süren ve 9 Eylül1944–49 hesaplaşmasıyla sona eren bir İç Savaş’a dönüştü. Bu iç savaşta irticaı, tutuculuğu,  Çar II. Borisi ve ülkemizi Nazi ateşine atmak isteyen militarist güçleri temsil edenlere karşı, işçiler, köylüler ve azınlık toplulukları direndiler. Çar parti listelerine göre seçim yapmayı kaldırdı. Milletvekili adaylarını kendisi gösterdi ve istediği kişileri meclise topladı. Adına sözde “yeni demokrasi” adı verilen bu sistem otoriter faşizm ile totaliter komünist rejim arasında bir şeydi. Daha o zaman iç siyasette birbirine giren taraflar arasında uzlaşma aranıyor, fakat bir türlü bulunamıyordu. Dış siyasette Nazilere bağlanan Bulgaristan sömürgeleştirilmişti. Bu dönemin en önemli olaylarından biri 1934 askeri darbesi ve idarenin tamamen III. Boris’in eline geçmesi, demokrasi ve azınlık düşmanlığının tırmanarak şiddetlenmesi oldu. Pomakların isimleri zorla değiştiriliyor, Türkler göçe zorlanıyordu. O yıllarda okullarımız, derneklerimiz, basın yayın organlarımız kapatıldı, Türk kimliğimiz eritiliyordu.

Kısacası faşist şiddet ortamında yetişenler, zulüm yaşadılar, zulme alışamadılar, kendileri de zulümlü rejim kurdular.

Kaynağı olmayan ırmaktan su içmeyiniz!

O dönemin faşizm olduğunu iddia ederken, idam cezalarına, Yahudilerin ve Çingenelerin ölüm kampına gösterilmesi için son imzanın her zaman Çar Boris tarafından atıldığı için rejime totaliter denir. 1923 – 1944 yılları arasında doğup yetişen çocuklar Bulgaristan’ı 1944’ten 1989’a kadar yöneteceklerdi. Bu kuşak faşist diktatörlük, iç savaş, sol ve cephenin birbirine kıyasıya saldırdığı, Devleti Koruma Yasası adlı faşist zulüm yasasının yürürlükte olduğu yıllarda, babalarının kovuşturulduğu, sıkı savaş rejimi koşullarında yetiştiler. O yıllarda Bulgaristan’ın bilgesi olarak bilinen Dınov, “kaynağı olmayan ırmaktan su içmeyiniz” buyuruyordu. Bulgar faşizmi Nazilerden alındı. Dış kökenliydi. İnsan kardeşliğinin düşmanıydı.

Bilim adamlarının gözüyle.

Günümüzde bilge kişilerden biri olarak bilinen Sofya Üniversitesi Rektörlerinden ve tarih Profesörü,  tartışmalı 1944 analizlerinde, idare eden nesillerin değişmesi konusunda şöyle diyor:  Bugün Bulgar kazanında kaynayanlar üstüne halk tartışması kızışıyor. Halk Mahkemesi Buz Dağı’nın (eisberg) yalnız görünen kısmıdır.  Mahkemeye çıkarılmadan, dinlenmeden, suçlanmadan öldürülenlerin sayısı 5 ile 10 bin arasındadır. 1944–1949 arasında Bulgaristan bir salhanedir.

Halk Mahkemesi 1944’ün Ekim ayında kuruldu. İtham eden Başsavcı Georgi Petrov idi. Naipler, 3 başbakan, bakanlar, bakanlar, 67 milletvekili, Genel Kurmay üyeleri, yüksek devlet görevlileri, birçok bilim ve sanat adamı, burjuva sınıfının kaymağı öldürüldü. Yüksek Halk Mahkemesi 3000 (üç bin) mahkeme kararına imza attı, kalem kırdı. Öldürülenlerin sayısı 10 bindir. Halk Mahkemesi politik düşmanla hesaplaşma aracı olarak kullanıldı.

1923’te Başbakan Al. Staboliyski, 1923, 1934 darbeleri ve faşist dönemde öldürülenler için af yoksa Halk Mahkemesi kararıyla idam edilenler için de af diye bir şey olamaz.  Bu 20 yılda toplum kendi kendiyle hesaplaşırken ikiye bölündü. Hiç bir şey unutulmadı. Toplama kamplarından geçen 165 bin kişi de hiçbir şeyi unutmamıştır. 1950 göçünde Türkiye’ye gönderilenler de.

Ve işte böyle bir ortamda, sosyalizm kurmak, barışmak, insanlar arasında kardeşlik kurmak için 1944’te iktidar olan güçlerin hepsi başka bir yerde değil, 1923–1944 yılları arasında kaynayanBulgar Faşizm Kazanı içinde eğitilmişler, su almışlardı. Onlar faşist-monarşı toplumundan başka bir toplum görmediklerinden bilinç, irade ve emelde çarpıktılar. Öç almanın mutluluğu ile yönettiler. Kurmaya çalıştıkları, adına komünizm denen toplum düzeni, çarpık devlet sosyalizmiydi. 1973’ten sonra totaliter devlet rejimine dönüştü ve faşizm uygulamasını tekrar etti. “Belene” ölüm kampı, 1949’da Bulgar rejim düşmanları için açılırken, Tuna ortasındaki Persin adasına 1985’te Türkler toplandı. Bulgar sosyalizminde Marks ve Engels fikirlerinden zerre bile yoktur. İnsan kardeşliğinden, eşit haklılıktan, kişisel ve kolektif özgürlüklerden söz bile edilemez. 1972’de ve 1984-1989 dönemlerinde Müslüman dini azınlık toplumuna devletin terör gücüyle saldırılmış, insanın kutsalları, ismi, dili, dini, hak ve özgürlükleri hiç sayılmış ve ayak altına alınmıştır. Bulgar devleti kolluk güçlerle kendi vatandaşlarını, azınlıkları ezmiştir. Kurbanlar verilmiş. Şehitler düşmüştür. Daha önce Bulgaristan tarihinde olmayan bişrşey olmuş ve 500 bin kişi birdenülkeyi terk etmiştir. Ve işte bu zulmü yapan kuşak, 1989’dan sonra iktidar olmuştur.  Eğitimini komünist totalitarizm yıllarında alan bu kuşağın milliyetçiliğinin Türk, Müslüman, Azınlıklar, İslam, öteki olan düşmanlığına dayandığını görmeyen yoktur. Babaları faşist totalitarizm (1923-1944), kendileri komünist-totalitarizm (1973-1989)  döneminde yetişmiş bu ikinci kuşaktan 1990’da demokratik, özgürlükçü, insanların kişisel ve ortak özgürlüklerine saygılı, mal mülkün dokunulmazlığını, hukuk üstünlüğünü, hayatın her dalında adalet tesis eden bir Anayasa, yasa sistemi beklemek yanlış oldu. Demokrasi özlemiyle mayalanmayan, direnmeyen, ayaklanmayan insanlardan demokratik bir anayasa, adalete dayanan anayasal düzen, hoşgörü ve kardeşlik beklemek yanlış olurdu ve öyle de oldu. Ahmet Doğan’ın 1990’da başımıza sarılması bu gerçeğe, tüm isteklerimizin bastırılması hesaplarına dayanır ve öyle de oldu.

Değişen nedir?

2018’de biz korku içinde yaşamaya devam ediyoruz. Kazandaki ucube büyüdükçe büyüdü. Bugün “Batı Avrupa İslamlaşacak”, “Bulgaristan göçmen ve sığınmacı seli altında kalacak!” yeni düşmanla başa çıkamayacağız gibi korkular şişirildikçe şişiriliyor. Kuşkusuz bu, faşizm yıllarında huzur görmemiş, komünizm yıllarında ezildikçe ezilmiş, kimliğine hançer saplanmış ve sözde demokrasi yıllarında hukuk üstünlüğü sağlanamayan, temel haklarını elde edemeyen, insan haklarından yoksun kalmış vatandaşların, sivil toplum düzeni bile kuramadan yaşamak zorunda olduğunu görüyoruz.

Aynı zamanda bir sıra başka suni korkular da kışkırtılıyor. Bunlardan birisi, terörle savaşı kazanan Türkiye Cumhuriyeti’nin sözde hızla gelişen büyük ekonomisinden kaynaklanacakmış. Türkiye 21. asırda Avrupa Birliği’ne üye olan tüm Doğu Avrupa ülkelerinden daha büyük, dinamik ve devinim gücü yüksek, girimci ve yatırımcı ekonomiye sahip, kendi silahını kendisi üreten ve başına buyruk hareket ederken, ata-toprağı bildiği “Balkanlara Doğru Yönelirse” korkusudur.

Ortada bir de kendi kendini yeniden üretemeyen tolumun, giderek tarihe karışıp yok olma korkusu da var. Bundan kaynaklanan, “benden sonrası tufan” anlayışında, “benim olmayan başkasının da olamaz!”  zırvalığı da var ki, hayatı stop ettiren zaten budur. Devlete katılma, toplumda öncü olma ve diğer en temel edinimlerden yoksun olan azınlıklarımız, ne ekerse eksin karşılığını alamıyor. Devletine güvenmeyen bir halk mutlu olamaz. Kaynağı olmayan bir ırmaktan su içilmediği gibi.. Çok yoksuluz ve zenginlerle göbek atmamız hepimizi düşündürmelidir.

Reklamlar