Kendilerine verilen formlar İngilizceydi. Doldurtmak için tercüme bürosuna gittiler.
Sonunda onlardan istenen doğru dürüst, okunaklı, fazla bastırmadan, kâğıt hırpalamadan atacakları bir tek imzaydı. Hepsinin elinde cebinde eğri bürü de olsa imza vardı.
– “Nasıl doldurdun kızım,” diye sorduklarında, çevirmen kız başını kaldırmadan hep aynı cevabı, aynı tonla ve aynı inandırıcılıkla veriyordu:
– “Emigrant.” Bu şekil verilen bir cevabın, soranın yüzünde uyandırdığı yankıyı peşin bildiğinden olacak, sağ elini uzatarak, parmakları arasına sıkıştırdığı tükenmezin sivri ucuyla “Vezne”ye işaret ederek, ses tonunun en otoriter ifadesiyle:
– “Git, 50 leva öde ve geri gel!,” demesi beklenirken, müşterisi olan Çingene karısına, adı Bulgar adı olmasına karşın, ve şu ana kadar ona çarşıda pazarda, yolda sokakta nerede görürse görsün hitap etmesi gerekse asla kullanmayacağı bir ses tonuyla:
– “Lütfen parayı kasaya ödedikten sonra geri geliniz!” dediğinde, sanki “Bu gidişle belki Almanya’da sosyal sigortalı olabilirsen, nasıl olsa birazdan biraza birazcık değişirsen, hürmetin ne olduğunu azar azar da olsa, tatmaya başlayacaksındır.
– “İlk lokmayı benden al ve diğer yolcuları da bana gönder de paralarını alayım.,” der gibi havalara giriyordu. Çevirdiği hayal dolaplarını, bir ben bir de sen bilsen, yeter be kızım havalarına giren Çingene karısı ise, birbirine doladığı elleri davul gibi yuvarlak göbeğinin üstünde, bura bura bir sigara haline getirdiği paraları açmaya çalışırken, kimse görmeden, 50 yerine 60 uzatırken,
– “Aman, ne yapılacaksa sen düzeltiver! Ben bir şeyler karıştırırım, şu günlere elim biraz uğursuz!” dedi ve – . “İstedikleri gibi yaptınsa, başına sonuna, yüzüne tersine birkaç mühür daha vur da, olacağı varsa, olsun.” diye ekledi.
Eli kalemli kız, paraları aldı, açtı, buruşuklarını düzlerken
– Sen bir “emigrantsın” unutma “migrant” değil, “emigrantsın” bu sözü ezberle,
seni sorguya çekerlerse şöyle konuşacaksın:
– Yıllardır işsizim, eskiden dokumacıydım, çalışırdım. Fabrika kapandı. Elektriğimi
ödeyemiyorum. Hiçbir gelirim yok. Çocuklarım alıp başını gitti. Nerede olduklarını bilmiyorum. Parasızım. Sığınmaya geldim.
Kadına nasıl hareket edeceğini, ne söyleyeceğini usulca, kandırır gibi, aman şu işi yap da senden de kurtulalım, der gibi, anlatıyordu.
– “Sakın geri dönme!” “Bütün umudumuz sensin!” diyor gibiydi.
Evrak işleri ince işti. Fransız kolejini bitirenler, ilk formlarda yanlış yapmışlardı.
– Gidip gelirsin be, orada kalacak halin yok ya, samimiyetine düşmüşler ve memleket
insansız kalırsa korkusuna kapılarak, forumlara “emigrant” yerine “migrant” yazmışlar ve işte olan o zaman olmuştu. Gel gör sen Çingene kavgalarını…
Forumları Avrupa ülkelerinden getirip 5 levadan satan, gidip gelenlerden biriydi.
– Almanya’ya indiklerinde uçak alanından el kol sallayarak çıksalar da
Gidecekleri ilk yer “Polizeiamt “ (Polis Amirliği) ve ardından “Arbeitsamt” (İş ve İşçi Bulma Kurumu) kapısı olduğunu bilmiyorlardı. İmzalı ve mühürlü formları oralara kadar valizde, torbada, el çantasında değil, koynunda götürmüştü. Polis gişesinden içeri uzattığında,bakan bile olmadı. Al yanaklı, sarışın Alman bayan polis poşetten çıkarmadan, aldığı gibi çöp kutusuna attı. Eliyle başka bir forum uzattı ve soğuk bir sesle
– Lütfen bunları doldurun!, dedi.
Onların dili de dil mi? İçinde ne Bulgarcadan ve Türkçeden çalınmış iki kelime yok! Almanların yabancılar şubesindekilerin Fransız ve İngilizce ile araları açık olduğundan, ne “migretion” ne de “emigretion” formları dikiş tutmadı.
Birkaç dakikada gişe etrafında büyükçe bir grup oluşturan bizim Çingenelerin hepsinin elinde Almanca doldurulması gereken boş formlar belirdi. Sözde herkes birbirinden saklı evrak topluyor, form doldurtuyor da, buraya gelince geçilecek ırmak aynı olduğundan, onlar birer ikişer paçaları sıvarken, hepsinin ayakaltlarının beyaz olduğu göründü. Bizim Çingeneler kendileri kavrulmuş buğday renginde olsalar da, ayaklarının altı bembeyazdır. Diyeceksin ki, vaktiyle onlar topluca bizim oralara gelirken, Mısır’dan geçmişler, çöllerden o geçiş bu geçiş, sarı kum onların ayakaltlarındaki deri renginin kabını soyup almış ve o deri bir daha kap tutsa da, renk alamamış.
O zamanlar, Nil Irmağının yayıla bayıla Akdeniz’e karışmaya hazırlandığı bir yalıda, şimdi buralara gelip Almanlardan mağduriyetten sığınma hakkı isteyerek sosyal emeklilik alma hesapları yapan bizim Çingenelerin karşısına gökten inip dikilen Çingene Tanrısı dile gelmiş ve
– “Yapmayın etmeyin, gitmeyin, bu kıtada kalın! Geçmeyin bu denizi! Size toprak hakkı tanıyayım! Güneş ne kadar onlarınsa, o kadar da sizin. Ağaç diker, gölgeniz olur!” demiş. Demiş ama dinleyeni olmamış.
– “Bize dilenme hakkı tanı, yeter de artar!” demişler ve başka bir şeycik istememişler.
Ogün bu gün bu hakları hep bakidir. Gözleri ve elleri hep hazıra açık olduğundan, boş form kâğıtlarıyla ne yapacaklarını bilmeyen bu kalabalığı buralarda süründüren, kutsal saydıkları işte bu, hiçbir devletin kanunlarına girmemiş olan, ebedi sandıkları haktır. Ve o Hak öyle bir şey ki, her doğan Çingeneyle doğuyor, ada öteki dünyaya göç edenlerle gitmiyor, ne yapıp yapıp burada kalıyor. Genel geçerli bir kuralla yaşamaya devam ediyor: “İsteyen bir dilenci, vermeyen iki!” Yut zokayı yutabilirsen! Kurtar paçayı kurtarabilirsen…
Bizden 10 bin, Romanya’dan 35 bin Çingene tarafından istila edilen Almanya’da “Polisamt” ile “Sosialamt” arasında işsizlik, açlık ve sefalet yüzünden sığınma hakkı ve sosyal emeklilik talep eden evraklar taşırken, Avrupa Birliği Parlamentosu Liberaller Grup Başkanı Hans Lansdorf’a Brüksel dar gelmiş ve Sofya’ya indi.
Sofya’da yeni AB SARAYI açıldı. Hemen ilk konferans çağrıldı: Konusu:
ALMANYADAKİ EMİGRANTLARIN DURUMU.
Başbakan yardımcısı Daniela Bobeva’dan, Etnik ve Demografi Sorunlarında Yardımlaşma Konseyi Sekreteri Rositsa İvanova, AB Komiseri olarak önerilen, eski dış işleri bakanı Pasi’nin yeni eşi Gergana Pasi, AB ülkeleri Büyükelçileri, Bulgar erkânı, hatta Onur ve Özgürlükler Partisi Başkan Korman İsmailov ve yalnız bir Çingene, yazar ve şair, kaleme keskin gazeteci Georgi Paruşev davetliler arasındaydı. HÖH’cüler, yani bizim Liberaller, bu gibi konferanslara katılacak kadar küçük düşmediler.
Bulgaristan Pazar Ekonomisi Enstitüsü’nden Krasen Stançev, ana raporu sundu. Ülkemizde Çingene sorununun çoooooktaaaan çözüldüğünü, 100 yıldan beri sayılarının heeeep 340 bin olduğuna hatırlatır gibi işaret etti. Hepsinin özel programlarla eğitildiklerini, iş bulabilirlerse çalıştıklarını söyledi. Birçok yerde 2, bazı yerlerde 3 kuşak işsiz Çingene kat unları olduğuna değinmeye gerek görmedi. Son 25 yılda Bulgar nüfusun azalma eğilimini gemleyici formül arandığını ve artık bulunduğunu müjdeledi. Bulgar Bilimler Akademisi bu sorunu da başarıyla çözmüştür. Artık 2 çocuk doğuran yüksek öğrenimli genç Bulgar ailelere büyük parasal yardımlar yapılacak. 3 çocuk doğuran üniversite mezunu olan genç Bulgar Bayanlara anne yardımlarıyla birlikte tatmin edici emekli maaşı da verilecek. Genç Çingeneler arasında yüksek öğrenimli oranı sıfırın altında sıfır olduğundan bu yardımlardan faydalanamayacaklar. Ama zarar yok. Zaten gözleri dışarıdadır. Gidiyorlar. Şimdi sayıları birden bire 340 bin çıtasının altına düşerse, kime nasıl hesap verilecek, bu henüz tespit edilmemiş. Ödenecek paralara kaynak da bulunmuş. Emekli maaşları yalnız 15 yıl ödenecekmiş. O günden öte herkes cennet kapısını kendi arasın!!!
İşte böyle çok ilginç bir rapor dinlendi. İyi ki sunum çevirili idi de, 28 devletten 28 Büyük Elçinin hepsine kendi dillerine ayrı tercüme mi edildi, yoksa hepsine tek dilde mi dinletildi, pek anlaşılmadı. Çünkü bana verilen çeviri aracı, dinletme değil, dinleme ayarında olduğu için, ben sustum o da sustu. Salon çok huzurluydu. Belki de bütün araçların ayarı tersti.
Eğer çeviri İngilizce yerine, en önemli konuk olan Avrupa Liberallerinin vekiller şefi Alman asıllı Hans Lansdorf olduğundan, ona saygı ifadesi olarak, rapor Almancaya tercüme edildiyse, anlatılanlardan pek bir şey anlaşılmamış olabilir. Çünkü raporda anlatılanların özünde, anlaşılır bir dille anlatılması gereken iki kelime vardı: Bunlardan biri “migration” ikincisi de “emigration.” İkisi arasındaki fark çok büyük olduğundan karışıklık da olabiliyor. Örneğin biz Suriye’den “migrasyon” (göç) aldık, ama çalıştırmadan besliyoruz.
Bizim Çingenelerin ellerindeki kırmızı pasaportlar onlara “migration” yani iş için, gezi için vatandaşlık aramama şartıyla göç etme hakkı tanıyor. Bulgaristanlı biri gidip oralarda iş bulabilirse “konuk işçi gibi” çalışabilir, gençse okuyabilir, seyahat edebilir, tatil yapabilir. Fakat “emigration” hakkı yoktur. Yani Bulgaristan ve AB vatandaşı olarak, Almanya’dan Alman vatandaşlığı, ardından da sosyal yardımla yaşama hakkı talep edemez. Evlilik halleri istisnadır tabii. Almanya’ya gidip de, “Bulgaristan’da hayat yok, iş yok, insan haklarına saygı yok, doğal haklarımızdan bile mahrumuz. Çingene alfabesini öğrendik ama okuyamıyoruz, okumayı sökenler yazamıyor, Çingene dilinde rakamlar eksik, çok olduklarından gelirken getirmemişiz, Bulgar rakamlarını kullanıyoruz, bizden kira isteyecekler giye korkuyoruz. Bize politik mülteci, siyasi göçmen hakkı tanıyın, bizi sosyal yardıma bağlayın da, bu derlerimizden kurtulalım, deme hakları yok. Olacak iş mi? Bu çok eksik bir yasal durumdur. Çingeneler, dertleri anlatırken, biz bize laf arasında, isterseniz siz bize sosyal yardımlarla yaşama hakkı tanıyın, işlerinizi karıştırmamak manasında, bizi çalışma hakkımızdan men edebilirsiniz, hırsızlık ile dilenmek zaten işten sayılmadığından biz zanaatımıza devam edelim, demişler. Demişler demesine de, düşüne biliyor musunuz? Koskocaman birleşik Almanya’da doğru dürüst Çingenece bilen bir tercüman bulanamamış. Öz vatanları olmadığından olacak, AB ülkelerine dağılmış Çingeneler 28 lehçede konuştuklarından ve hiç olmazsa rakamları yani saati, tarihi, yılları, asırları, paraları, ölüp kalanların sayısını herkesin anlatacağı bir şekilde ifade eden bir edebiyat dilleri de olmadığından, bu önemli sorun da hala çözüm bekliyormuş. Fransa’da Sorbona Üniversitesinde Çingene Kültürü Fakültesi açılmış, Çingenece de öğretiyormuş, ama verdiği diplomaların altında, Çingene ortamında kullanılamaz yazıyormuş. Besbelli Çingenelerin kafasının karışmasından korkanlar var. Bu dil karışıklığından olacak şu “emigratiyon” işinde “E” harfini fazla bulanlar işin içine su kaçırıyor. Al sen şimdi, Bulgaristan, Romanya tercüme bürolarında “emigrasyon” talep ediyorum diye tapu gibi evrak hazırlat, imzalı, mühürlü ve sonunda koskoca Almancada “emigration” sözü yokmuş, yerine “Asyl” kullanılıyormuş. Çingenelerin hepsi “Asyl” hakkı istediklerinden kolektif hak oluyormuş, sosyal yardım işi bireysel kanunlara göre ayarlandığındansa, Çingenelere böyle bir ortak hak tanınması yasalara, anayasaya ve daha ne gibi yazılmış yasa varsa hepsine karşıymış, zaten Çingeneler yasal hak değil, paracık istediklerinden, sosyal tezat belirmiş.
Sofya toplantısında, bu işe açıklık getiren Çingene yazar, şair ve keskin kalemli gazeteci G. Paruşev oldu. Onun anlattıklarını Çingeneler zaten bildiğinden olacak, toplantıda ondan başka Çingene yoktu ve katılımcılar Çingenelerin bildiklerinden bazı şeyleri öğrenmiş oldular.
Paruşev konuşmasına en büyüklerin üstadı sayılan Bulgar şair Boris Hristov’tan bir dörtlükle başladı:
“Aldattılar seni,
Başka birinin mezarı başında ağılıyorsun.
Kaldırmış bıçağını,
Yakınında olana, baksana!
Öldürecek seni”
Salon karanlık olduğundan Çingene şairin ne demek istediğini anlamak isteyenler öteye beriye bakınsa da, pek bir şey göremediler.
Paruşev’e göre anlaşılmayan birkaç nokta vardı.
Bir yalnız para sayan bir adam başka bir şey düşünemezdi.
İki, günde altı defa yemek yiyen bir almanla günde bir defa atiştiran bir Bulgar Çingenesi eşit haklı değildi.
Üç, Yaşanan etnik sorunlar da, sosyal ortama ait olmaktan kaynaklanmıyordu.
Dört, Bulgaristan’dan son göçler yalnız ekonomik nedenle değil, politik nedenle de artıyordu. En fazla çiğnenen yaya yolları değil, insan haklarıydı.
Beş, İnsanların toplum ve devlet karşısında üstlendikleri yükümlülüklerini yerine getirebilmeleri için, onlara demokratik hakların tanınmalıdır.
Altı, Vatandaş olmak, Anayasal engel olmadığı sürece eşit haklı olmak anlamına gelir.
Altı. Almanya’ya göç eden Çingeneler aç kalırsa, Almanya’nın güvenliği için tehlike yaratabilir.
Paruşev’i en dikkatle dinleyen konuk Hans Landsdorf oldu. O, durumun vaziyetine şaştı kaldı. Ve bir “E” harfinin bu kadar iş karıştıracağı kimin aklına gelirdi!