Ben Varna’dan ayrılalı yıllar geçse de, insanın göbeği nerede kesilirse aklı hep orada. Çocukluk yılları, okul, lise, üniversite, yakınlar, akrabalar hafızamın temellerine yerleşmiş, zekâmın özünde, her an gözümün önünde…
Stratejik araştırma merkezimizin yayınlarını izliyorum, etkileniyorum, öfkeleniyorum, zaman zaman arkadaşlarla tartışıyoruz “boş ver”, “üzme canını bir şey değişmez” diyenler oluyor, “biz de okuyalım” deyip ilgi gösterenler artıyor.
Şu HÖH partisinin Bulgaristan Türk, Pomak ve Türk Müslümanlarını devamlı baskı altında tutup ezme taktiğini açıklayan birçok yazı çıktı, her kalem kendi açısından yorumluyor, her dar cık kendi ipinle büzülüyor. Bizi bir ıstakoz (midya) gibi kabuğuna kapayıp bunaltma konusunda çok yazıldı. Bu örnekte eksiklik görüyorum.
Belki de Varna kızı olduğumdan ıstakoz ve yengeç masallarını çok dinlediğimden olacak, bana anlatımda eksiklik var. Bir defa yengeçlerin ana besin maddesi ıstakozdur. Yengeçler ıstakoz yediklerine göre yaratan onlara neden o kadar çok ayak vermiş, kerpeten gibi parmak (ştipka) vermiş, diye sorabilirsiniz.
Açıklaması şöyle: Yengeçlerin yalnız öldürdükleri ıstakozların etini yer. Öyleyse yengeçler kabukları içine büzülmüş ıstakozları nasıl öldürür? İşte sorunun yanıtı ve gözle görülmeyen tarafı burada gizlidir.
Istakozlar kabuğu dolunayda açılır ve serilir. Bu geceleri yengeçlerin bayram geceleridir. Uyumazlar, bütün gece çalışırlar. Aşılan ıstakoz kabuklarının içine parmaklarıyla koparıp koparıp su bitkilerinden yaprak, çöp, yosun, yerden kum, küçük taş vb. atıp kabukların kapanmasını engellerler. İçine yabancı bir madde düşen ıstakoz kapanamaz ve ölür ve yengece yem olur. Yengeçleri yaşatan işte bu kurnazlıktır.
Bu öyküde yengeç HÖH – ajan liderleri, kapakları kapanmayan ıstakozlar ise, iki ucunu bir türlü birbirine bağlayamayan insanlarımızdır. Bizim bunalmamız devamlı sürünmemizdendir.
Öyküde, dolunayda açılan ıstakoz mutluluk ararken, sinsi yengecin planlı hedefi ve kurbanı olur. Kaderimiz örneğin benzeridir. Türklerin, Pomakların ve tüm Müslümanların başına art arda olumsuzluk gelmesi, kapsüle edilmiş olduklarından ötürü değil, açılmak ve mutlu olmak istediklerinden dolayıdır. Ölümcül kötülük, dolunayda açılmayanın değil, açılan ıstakozun başına gelir.
Bunu şöyle ifade etmek de mümkün: Hayat güzel olsaydı, doğarken ağılamazdık; yaşarken temiz kalsaydık, ölünce yıkanmazdık! Fakat bunun bir de tersi var, “Sürünen düşmekten korkmaz!” Doğrudur, ıstakoz ile yengeç ikisi de ıslaktır, sudadır, birbirlerine sen beni neden ıslattın diyemez. Yengeç ıstakoz kabuğuna kum atarken hile yapar, ıstakozu öldürme ve yeme niyetini belli etmez. Bunun için biz sinsi planlara kurban olduk derken, haklıyız.
Bizdeki olay tam böyle olmuştur. Türkler, Pomaklar, tüm Müslümanlar 1989’da ayaklanmıştı, halkın öfkesi dağları aşmıştı, gizli örgütlenme oluşmuş, legal partileşme kapıdaydı.
Bu durumu doğru okuyan gizli servis DC – bizim Varna’da gizlice ama yasala uygun bir parti (HÖH) kurdurup, “demokrasi geldi, dolunay, ıstakoz kapaklarını aç!” dedi ve hepimizi hak ve özgürlük zehiriyle öyle bir otaladı ki, o gün bu gün biz hiç birimiz kendimize gelemedik.
Istakozun ölümü kapaklarının kapanmamasındansa, bizim ölümümüz ise, yavaşça zehirlenip bunalmamızdandır. Bu öyküde ıstakoz tepki veremez, ama biz insanlarda tepki vermek birinci içgüdümüzdür.
Yayınlanan yorumlarda ana konu olan Ahmet Doğan’la ilgili görüşlerimi şöyle açıklamak istiyorum. Ahmet’i ben de birkaç defa gördüm. Hakikatten onda bizim insanımızdan farklı bir tutum ve davranış vardı. Bizden biri olmadığı belliydi. İlk temasımdan sonra, üniversiteli yıllarında okuduğum “Ben Devletim” kitabını anımsadım. Bu eserde Fransa Kralı XIV. Louis anlatılır. Gözlemim ve intibalarımda hem Ahmet hem de XIV. Louis az konuşan insanlardır. Bu tiplerin kanısına göre, az konuşmaktan etkili hiçbir şey yoktur. Cevapları her zaman “Bakalım” olmuştur. İkisi de hiçbir olaya hiçbir zaman bakmamış, hiçbir sorun çözmemiş ve hiç kimseye yardım etmemiştir. “Bakalım” tüm ricalara karşı verilen son derece kısa yanıtlardan biri olup, “olursa olur, olmazsa Allah kerim” anlamındadır.
Düzgün konuşmasında doğal pürüzler olan ve bu yüzden her konuşmasında sıradan dinleyenlerin anlamadığı “vektör” , “algoritma”, “multi medya”, “multiplıkationen metod” , “subektivna identiçnost” gibi somut pratik anlamı olmayan terimler kullanan Ahmet, bir ara uzun konuşmalar yapmaya sevdalanmıştı da, konuştukça battığını tez anladı. Şimdiki suskunluğunu kendisi seçmiştir. “Laf anlatamayan ve laftan anlamayanlar var!” sözleri onundur.
Aynı zamanda, susmanın bir oyun olduğuna inanıyorum, susmak Ahmet’in kendinden aşağıdaki her kesi şaşırtmak için kullandığı bir eski maskedir.
Yıllar yılı, ta a DC ve KGB ajanı olduğu kitap sayfalarını doldurana kadar, kimse onun fikrini bilmedi ne de taktı maskenin arkasındaki tepkiyi okuyabildi. Yalnız iki defa, Sofya Kültür Sarayı’nda bir defa Sosyalist Partiye bir de III. Simeon Partisine açık ve kesin destek verdi. Bu da, hem faşizm yıllarında dedeniz Ferdinant’ın ve babanız 3. Boris’in Türklere, Pomaklara ve tüm Müslümanlara ettikleri eziyeti ve ayrıca Todor Jivkov’un totaliter rejimle uyguladığı “eritme” politikasını tamamen destekliyoruz anlamındaydı ki, bu tam bir rezillikti. O zaman ayaklanmalıydık, ama olmadı.
Ahmet bizim işitmek istediğimizi hiçbir zaman ve hiçbir yerde söylemedi. Biz de ona işitmek istediklerini söyleyemedik, çünkü onun ne işitmek istediğini asla tahmin bile edemedik. Yapılan yüzlerce görüşme, toplantı, forum ve kurultayda çevresindekiler susan Ahmet ile konuştukça kendileri hakkında çok fazla şey açıklıyorlardı ve Ahmet daha sonra işittiklerini onlara karşı kullanıyordu.
Sonuç olarak Ahmet’in sessizliği etrafındakileri korkuttu.
Hepsinin onun kontrolü altına girmelerini ve orada ezilmelerini sağladı. HÖH MYK’dabn atılanlar dayanamadılar. Ahmet Doğan’ın gücünün dayanaklarından biri konuşmamak oldu.
Artık delirmiş olduğu söylentileri yayılsa da, ben izlenimlerimi paylaşıyorum, devamlı susan Ahmet sözcüklerini, gülümsemesini, bakışlarını satmayı iyi bildi. Onun için her şey değerliydi, her bilgiden yararlanma ustalığı ona verilmişti, bu bakıma o hepimizden çok farklıydı ve başka bir ifadeyle söylersem, Ahmet Doğan gizli, servis DC’nin gemisinde kaptan olduğunu asla unutmadı ve bu bakıma o sözlerinin azlığıyla güçlüydü.
Zaten A.Doğan’a her şey hoparlörde bildiriliyordu, onun konuşmasına gerek bile yoktu. Bu gemi 23 sene böyle yürüdü. Konuşmadan sefa sürenlerin partisi böyle yaşatıldı.
Fakat sesiz kalmanın akıllıca olmadığı durumlar da vardır. HÖH örneğinde olduğu gibi, sessizlik şüphe ve güvensizlik uyandırmıştır, istenmeyen yorumlar yapılmasına neden olmuştur. Sözler, yapmaya çalışılan aldatmaca için bir sis perdesi oluşturmaya da yarar. Bu işi genelde konuşan ama hiçbir şey söylemeyen soytarılar yapar, bizdeki saray soytarılarından biri Osman Oktaydı. O ne kadar çok konuşursa o kadar az şüphe uyandırıyordu. Şu da var tabii, gereksiz şekilde çok konuşanlar, kurnaz ve manevracı olarak değil, çaresiz ve eğitimsiz olarak görülürler. Halkımızın zekâsı O. Oktay’ı okuyabildiği için partisinin ardından kimse gitmedi. Çok konuşmak güçlü kişinin uyguladığı susma politikasının tersidir. Şu da var, çok konuşanın anlatacak fikri olmalıdır.
Değindiğimiz konuların bir başka anlatımı da şöyle olabilir:
Lider ne kadar uzun süre sesiz kalırsa, diğerleri o kadar kısa sürede dudaklarını kıpırdatmaya başlar. Ahmet örneğinde, L. Mestan’a bakınca bu gerçeği görürüz. Çok konuşan çok yanılır atasözümüz derin anlam taşır. Dün BTV’de HÖH Başkanı’nın Peevskiyi dört elle savunması, onun başını yiyebilir, halkın istemediğini, kul asla istememelidir.
Beni düşündürenler bunlardı.
Reklamlar