Nafiye YILMAZ

Kim ne derse desin, düşünen her kişi için yazmak okumaktan daha çok hayırlıdır. Her Pazar sabahı siz okurlarımla birlikte olduğum anları özlemişim. Şu Temmuz sıcağında penceremi açıp serinlik esmesini beklerken, gerçek serinliğin sizinle içsel sohbetlerimde gizlendiği bilincine beyaz bayrak kaldırıp teslim oldum. Düşünüyorum da yazıyı icat eden belki de anlatmaktan ya da sözlerle kendini anlatamamaktan bıkmış usanmış biri olabilir diye düşünüyorum.

Nasılsın Nafiye diye soracak olursanız, bende pek değişiklik yok. Herkesin gibi benim de bir hayat çizgim var tabi: sabah başlayıp Güneşle batan, sonra şafakla yeniden sökülen ve insanı günle kucaklayan… Değişmedim gibime geliyor. Bir yıl süren bir olgunlaşma yaşadım. Çok müzik dinledim. Konserler izledim. Diğerlerin zevklerinin değişip değişmediğini gözledim. Burada öz olan,  eskiyi bir daha yaşamak ya da hatırlayarak sevinme ya da üzülme değil, yaşanmıştan yaşanacak olana açılan bir köprü olabilmekti.

Her sabah saat 10 suları sütlü kahvemin tembelliği yenemeyen dumanını seyrederken sigaramı tüte tip tül perdelerimin ardından şu an yemyeşil mumya gibi kıpırdamadan duran yapraklarla eskisi gibi konuşuyorum. Yapraklarla konuşmak çok keyif verici, bir şaire olaydım her mevsim için değil, her sabah her yaprak, her çiçek için şiir döktürmeyi denerdim. Aslında yaşamda büyük ve küçük şiir diye bir şey olmamalı, çünkü her şey her an yenileniyor ve şiir de yenilenmenin sadece gelip geçen bir anını yansıtıyor. Çocuğun dünü, bugünü ve yarını gibi.. Şöyle demiyor muyuz: “Çocuğum büyüdü!” yani bunu söylemekle çocuğumuzun dünkü çocuğumuz olmadığını kabul etmiş oluyoruz, aynı şey yaprak ve çiçekler ve her şey için tamamen geçerli değil mi? Neden olmasın!.

Her gün karanlıktan aydınlık fışkırıyor. Benim sorum şu: Karanlık nereden fışkırıyor? Kendi kendime soruyorum. Bir de şu var. Karanlık yaratıcının bize bahşettiği ana yani temel renklerden biri değil. Ne öyleyse, hayatı belirleyen çakma bir renk mi?. Karanlık değişmeden hep var olan bir şey mi yoksa?

Biliyor musunuz, kitaplarda Büyük İskender’in Hindistan’ı işgali Hint halkı için çok bir kanlık talan dönemiymiş. Ne ki, İskender ordularının büyük yarımadayı terk etmesinden sonra aynı topraklar üzerinde asırlarca süren zindanın zindanı olağanüstü sert diktatörlük rejimleri uygulanmış ki, hani derler ya, en sık eleğin unu en ince olur diye, o dönemde Hint edebiyatı da ince eleyip sık dokurken şaheserlerinin şaheserlerini yaratmış, Nasıl mı? Yaratıcılar halkı diktatörlerin zulmüne karşı uyandırabilmek için tüyle sıvazlamışlar, tüyle sevilmek kimin hoşuna gitmişse, bir veren bir daha verir havasıyla, hem tüyle okşanmışlar hem e ince kıvam öyküler ve dörtlükler dinlemişler. Dinlerken dinlemeye alışmışlar, kimileri de yaza yaza yazar olmuş ve dünya zeka hazinesine incilerin incilerini bırakmışlar…

Tanıdıklarım, hep az işe çok para bekliyor. Hani fare fiil doğurdu, değimi yok mu, öyle bir şey işte. Bir hayvan ne kadar uzun süre hamile kalırsa, yani doğuracağı yavrusunu ne kadar uzun zaman taşırsa, yavru da o kadar daha büyük olur. Bu gerçek, hayvanına göre değişse de, örneğin fiil 24 ayda doğum yaparken, tavşanlar üç ayda doğuruveriyor. Ama yavrular arasındaki farka bak! Varlıklar sıralamasında bizler gibi dokuz aylıklar orta sırada yer alıyor.

İşler de öyle, biz daha önce hiçbir küreğe sap olmamış kişilerden hemen büyük işler bekliyoruz. Boşuna tabii. Böylece boşa zaman kaybediyoruz. Hayvanlarda gebelik dönemi sabit bir boyutken, sosyal yaşamda, uzayan ya da kısalar boyutlar ortaya çıkıyor. Örneklersek, HÖH /DPS partisinin iktidarda kalma süresi devamlı kısalıyor. Çar uzantısı Saks Koburgotskı hükümetinde 4 yıl sefa sürüldü, Oreşarski kabinesi 1 yıl zor dayandı. Şimdi anlaşılan Bakanlar Kurulu mangalı değişecek ve bizimkiler avucunu yalayacaklar. Seçimler, halk oylamaları, hükümet kurma işi pahalı işler olduğundan hepimizin belini bir defa kırmakla bırakmıyor, ikide bir kırıp kırıştırıyor.

Şu benim pencere önündeki ağıcın yapraklarına baktıkça, doğal olgular ile sosyal ve politik yaşam arasında benzerlikler aramaya çalışıyorum. Güz gelince, yapraklar sanki ağaca kızıyor, sen bu yıl kışın gelmesini uzatacağım demiştin, ama yine bir şey yapmadın, biz yine üşümeye başladık değip, hep beraber isyan ederek sararıyorlar ve ardında dallarda dökülüp, ağıcı çıplak bırakıyorlar. Şu birlikte kararlı, yeminli hareket etme olayı çok önemli aslında, on çekiç ve tokmakla bir örse vurma gibi bir şey. Bir de bu olan biten hep pozisyon gerektiriyor. Yani herkesin aynı konuda aynı davranışı benimsemesi önemli oldu.

Buna örneğini ararken, aklıma bir YANGIN VE KIARINCA fıkrası geldi.

Bir mahallede yangın olmuş, herkes elinde kofayla su taşıyor. Yardıma koşmuş ve kısa sürede alevler söndürülüyor. Su dolu kofasını eline alan ve söndürmeye koşanlardan biri de karınca. Söndürmeden dönenler ona rastlamışlar ve “ne zahmet ettin, senin taşıyacağın sudan ne olur ki!,  Karınca geri kalmamış ve “Önemli olan benim niyetimdir!” demiş. Yani karıncanın yangın ve yardım konusundaki pozisyonudur!  Yardım etme azmidir. Yollara düşmüş olmasıdır. Biz hayatta birçok zaman pozisyonumuzu açıklamıyoruz. Yani ne yapraklar ne de karınca kadar olabiliyoruz. Hele politik konularda pozisyon sahibi olmamak iki yüzlülük doğuruyor. Bir de bu işin içinde ikircimli olanlar var. Camiye gitmeden ben Müslüman’ım diye böbürlenenlerin tavrı da bunlardandır. HÖH konusunda şöyle bir tablo parlamaya başladı. Bir yandan biz hırsızlığa dolandırıcılığa karşıyız diyenler, hemen ardından sorgulanıyor, bir sonra mahkeme ve “Dönek” Ahmet ile sıkı fıkı olanlar hemen milletvekili oluveriyor ve hapishaneden kaçıyorlar. Ben buna konu komşu dayanışması demek istemiyorum. Partinin şerefi, ahlakı, gururu olmalıdır.

Oysa milletvekilliği bir şeref ve onur yeri olduğundan, aptesiz camiye girilemeyeceği gibi, sabıkalı kişilerinde meclise girmesi iyi olmuyor, politik vicdan kirleniyor. Birde ne pahasına olursa olsun “Bulgarlara karşı olalım”. Onlar bize ettiler biz de bu sayfayı kapatmayacağız hesaplarıyla kurulmuş niyetler var.

Geçen hafta T.C. Dış İşleri Bakanlığımızın çıkardığı Osman Kılıç ağabeyimizin “46 Yıl Sonra Bulgaristan’da”  kitabını okudum. Bulgaristan Türkleri arasında çektiğimiz eziyetlerin karanlığında en önce uyanan ve mücadele bayrağını yükseklerde dalgalandıran, 14.5 yıl “Belene” ölüm kampı, Varna Hapishanesi ölüm zindanı ve başka cehennem yuvalarında çekmediği işkence kalmamasına rağmen, Türk ruhunu koruyarak yaşatan Osman Kılıç, izlenim kitabında Şumnu, Şeytancık (Hitrino) ve başka yöre köylerinden halkla yaptığı görüşmelerde her şeyin yenilenmeye, değişmeye, Türk ruhunun yeniden yeşermeye ve güçlenmeye başladığını, Koca Yusuf abidesi açılışına katıldığında yaşadığı coşkuda başarılı bir şekilde dile getirmiştir.

Demek oluyor ki, 100 yıllık karanlığa gömülmeye çalışılsa da, halkın ruhu demokrasi sıcağı alınca, hak ve hürriyetlerin ışığını hissedince yerden fışkırarak ben “GELİYORUM!”  diyebiliyor. Demeye hazır olmuş ve göz açmış yani.

Bu durumda son yıllarda hepimizi çok üzen şu HAK VE ÖZGÜRLÜKÇÜ lider takımının Türklerin hakları, Türklük özgürlükleri ve özgün kültürümüzün bahar güneşi görmüş gibi yeşil ekin tarlalarına kırmızı gelincikler şeklinde serpilip açma özlemlerine ne diyeceksiniz? Bu çok yerinde bir soru. Bu konuda ben 25 yıl beklememiz, sabır tasımızı taşırdı, demeye hazırız. İzninizle sözlerimi şöyle bir çocuk masalıyla bağılayayım:

Bir varmış bir yokmuş bir avcı varmış:

Avcı göl kıyısında kuşlara tuzak kurmuş, koca bir ağla birçok kuş yakalamıştı. Fakat kuşlar o kadar büyüktüler ki, ağı havaya kaldırıp uçarak kurtulmuşlar.

 Bunun üzerine avcı başlamış peşlerinden koşmaya. Dere tepe koşarken yolda bir çiftçiye rastlamış:

Çiftçi:

“Nereye koşuyorsun? O kuşları peşlerinden koşarak yakalayacağını mı sanıyorsun?” demiş…

Avcı şöyle karşılık vermiş:

“Eğer o ağın içinde sadece bir kuş olsaydı, onu yakalayamazdım. Ama göreceksin bunlar çok kalabalık ve birlikte olmaya alışmamış oldukları için ben onları yakalayacağım.”

Akşam olunca, ağdaki kuşların hepsi kendi yuvasına gitmek istemiş ve her biri ağı gitmek istediği yöne doğru çekiştirmeye başlamış. Biri ormana, öbürü bataklığa, bir diğeri de tarlalara doğru sürünmeye çalışırken sonunda hepsi birden yorulmuş ve ağla birlikte yere düşmüşler ve acıya av olmuşlar. O da onları birer ikişer toplamış ve o zaman bu zaman istediği gibi kullanıyormuş.

Bu masal çocuk masalı olsa da bizim yakın geçmişimize çok benzeyen imgeler taşıyor. Biz 20. Yüzyılda Bulgar Çarlık-faşist ve 2. Dünya Savından sonra Moskova’nın totaliter – sosyalist ağına düştük. Bire varıncaya kadar hepimiz kurbandık. Büyüklüğümüz eski gururumuz, içimizde biriken öfke ve zafer elde etme hürriyet kutlama özlemiydi. Bizden yalnız birimizin ası değiştirilmeyeydi, ben gider o kişiyi bulur ve kendisine şu soruyu sorardım: “Sen Türkler arasında ayrıcalıklı pozisyonu olan biriymişsin! Düşmana ne hizmette bulundun da onun bu onuruna laik oldun?”  Evet, direk sorardım. Ama böyle birileri yoktu.

Yani bir hepimiz aynı ağın içindeymişiz. Ağın içine düşen değişik kuşlar gibi, kimimiz ördek, kimimiz kaz, kimimiz keklik, kimimiz de karga dili konuşsak da, hepimiz kuş olduğumuz ve her birimizin kanadı olduğu için biz Mayıs 1989’da Ayaklanabildik. Beraberimizde totaliter rejim ağını da havaya kaldırdık. Masaldaki avcı Todor Jivkov. Çakalları peşimize takıldı, 10 Kasım 1989’da  onun  ayağı köke takıldı ve bir daha ayak üstü kalkamamak üzere düştü ve telef oldu.

Fakat düşman Havalanan kuşların farklı yerlerde yaşadığını, kimisinin ormana, diğerlerin ırmak boyuna, başkalarınınsa bataklığa gideceklerini bildiğinden, beraberce konmalarını ve dağılmalarını bekledi. Bizi 1989 ağustosunda Bulgaristan’dan “kış” dediklerinde biz uçarken birliktik, ayaklanmamız örgütlüydü, ama bizi daha öte yönetecek siyasi partimiz henüz kurulmamış ve hepimizi yüreklendirememiş, yol gösterecek bayrağı yükseltememiş olduğundan konmak zorunda kaldık. O zaman bu zaman avcı çırakları bizi seçimden seçime yemliyorlar. Biz de yumurtalarımızı gidip onların bildiği yuvalara yumurtluyoruz. Onlar oylarımızı toplayıp yeni seçimlere kadar ya sucuklu yumurta pişirip sıcak ekmekle banıyor ya da politik çarşıda yumurta satıyorlar. Ne sofraya davetliyiz ne de çarşıdan yumurta alacak halimiz var. Bu iş 25 yıldan beri böyle gidiyor. Kimilerimiz bakıyor, kimilerimiz sefa sürüyor.Yumurtamız olmadığından civciv de çıkaramıyoruz yani üreyemez olduk, bir de yaşlanıyoruz.

Bizden istenen nedir.

Şu şimdiki vahim durumdan kurtulma yolunu bir daha birlikte uçarak denemek zorundayız.  Bu defa bizim oylarımızla seçimden seçime sultan olanları aç susuz ve oysuz bırakmalıyız. O aman bak sen nasıl görecekler Hanya’yı Konya’yı…Gerçek hürriyeti yeniden havalanmamızda görebiliyorum

İyi pazarlar.

Reklamlar