Yazan: Nevzat ÖZTÜRK, İlahiyatçı, Eğitimci Yazar

Atalarımız, “Bir musibet bin nasihatten evladır” demişlerdir. O nedenle bazen, büyük kötülükler büyük iyilikleri doğurur. 15 Temmuz Hain Darbe Kalkışması, uzun zamandır kendini geleceğe hazırlamış olan dini görünümlü bir hareketin, yeryüzündeki en kutsal değerlere açıkça saldırma hezeyanına sahne olmuştur. Darbe kaosu yaratarak devleti ele geçirmeyi amaçlayan FETÖ/PDY, hem devlet hem de millet tarafından gösterilen tepkiyle etkisiz hale getirilmiştir. İyilik ile kötülüğün, ihanet ile sadakatin aynı sahnede boy gösterdiği 15 Temmuz, bilincimizde sadece bir tarih olarak değil, temel değerlerimizi yeniden hatırladığımız bir simge olarak, geleceğimizi de aydınlatacaktır.

15 Temmuz bizi, toplumumuzun temel kodlarını yeniden gözden geçirme ve yeniden yapılanma zorunluğu ile karşı karşıya bırakmıştır. 15 Temmuz’un bize söylediği şey en genel anlamda siyaset ve toplum teorilerinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğidir. Aydının ve entellektüelin görevi, tam da bu dönemlerde toplumun önünü açacak düşünceler ortaya koymasıdır. Ancak, aydınlarımızın bu görevi yerine getirmediğini görmekteyiz. Kendi teorik dünyalarında zihinsel problemleri ile uğraşırken topluma yön verecek fikirler üretememişlerdir. Hatta 15 Temmuz’a giden süreçte; dini çevrelerin, dini ihtisas kurumlarının, İlahiyat Fakültelerinin FETÖ/PDY ile ilişkisi tartışmalıdır. Devletin kurumlarını, toplumu sarih bir şekilde uyarma ve bu konularda akademik çalışma yapmaları gerekenler, 15 Temmuz sonrasında TV ekranlarında boy göstererek “Fetösavarlık” yarışına girişmişlerdir.

Toplum olarak geleceği inşa etmek, geçmişi anlamak ve onu arkaya almakla mümkündür. Sağlıklı toplumlar, geçmiş ile gelecek arasında anlamlı bağlantılar kurarak bir kimlik oluşturmayı başaranlardır. Geçmişi aşağılayıp ve inkâr ederek bir gelecek arayışının içine giren toplumlar, bu radikal reddedişin bedelini her nesilde farklı krizlerle ödemek durumunda kalmışlardır. Bunu aşamada, yenilenme ile kimliği koruma arasındaki hassas dengenin daima korunması son derece önemlidir. Kendi tarihini anlamak, bunu yaparken de eleştirel düşünceyi titizlikle uygulamak gerekir.

FETÖ sürekli olarak dinî olmanın yanında milliyetçi bir camia olduğu vurgusunu yapmaktaydı. Ancak onun genel olarak İslâm coğrafyasının temel sorunlarına Müslüman kitlelerden farklı baktığı anlaşıldı. Filistin-İsrail meselesinde ve özellikle de ‘Mavi Marmara’ konusunda FETÖ liderinin yaptığı açıklamalar vicdanları yaraladığı gibi tepkileri de kendine çekmiştir. Aşırı duygusal FETÖ liderinin vicdanî duyarlılığının Müslümanları kapsamadığı anlaşıldı. Diğer yandan kendini daima ayrı ve ayrıcalıklı bir yere koyma tarzları da duygusal ve düşünsel olarak Müslüman coğrafyadan koptuğunu göstermiştir.

15 Temmuz akabinde gündemi en çok meşgul eden konulardan biri dini grup/tarikat/cemaat/meşreplerdir. Bu gruplara; sosyolojik açıdan bakıldığında toplumsal hayatın bir parçasıdır. Asla bir sorun olarak görülmez. Ancak İslâm ve toplum ilişkileri ekseninde bakıldığında, üstelik FETÖ gibi bir tecrübeden sonra “bunlar tarihsel ve sosyolojik birer olgudur” naifliği içinde bakılamayacak derecede ciddi bir problem haline gelmiştir.

Dinin toplumsallaşması açısından dinî gurupların eski ya da yeni örgütlenmeler tarzında olumlu işlevler gördükleri bir gerçektir. O nedenle FETÖ olayı bahane edilerek toplumsal hayatı dinî her türlü yapılanmadan arındırmaya çalışmak, ancak bu işi eksik bıraktığını düşünen 28 Şubatçı ve ulusalcıların amacıyla örtüşür. Dengeli bakış açısı geliştirmek adına bir çözüm üretmek gerekir.

Öncelikle dini gurup/tarikat/cemaaatlerin kendilerini sorgulamaları gerekiyor. İnsan yetiştirme politikalarını gözden geçirmek zorundadırlar. Küresel savrulmalar karşısında İslâm’ın nasıl daha iyi anlaşılıp anlatılacağı üzerine daha çok çalışmalıdırlar. Kendilerini devlete ve kamu kurumlarına adam yetiştiren ve yerleştiren birer arka bahçe olarak görmek yerine, bulundukları alanda yani sivil toplumda daha esnek, estetik ve kültürel çalışmalarla renk karabilirler. İslâm’ın amaçlara sadece güç artırarak değil aksine bilgi ve değer üreterek ve yayarak ulaşılabileceği düşüncesini ilke edinmelidirler. Bu arada diğer gruplarla ve kurumlarla (Diyanet İşleri Başkanlığı, İlahiyat Fakülteleri, İmam-Hatip Liseleri) olan ilişkileri yine Kur’ân’ın kullandığı bir kavram olan ‘hayırda yarışmak’ ilkesi üzerine kurmalıdırlar. Anlamsız ve acımasız İlahiyat, Diyanet İşleri Başkanlığı, İmam Hatip Okulları düşmanlığı yapmak yerine bu kamu kurumlarına karşı daha saygılı ve dengeli bir üslup içinde olmaları beklenmektedir.

Türkiye’de dini grup/tarikat/cemaatlerin takiyyeye başvurdukları da bir gerçektir. Takiyye İslâm öğretisi açısından arızi (geçici ve istisnaî) bir uygulamadır, normal bir davranış değildir. Hz. Peygamber’in baskı altındaki bazı Müslümanlara tanıdığı ruhsat, takiyyeye örnek gösterilmektedir. Asıl olan insan hayatının korunmasıdır. Tıpkı Kur’ân’da yemesi haram kılınan bazı nesneler sayıldıktan hemen sonra zorda kalanın aşırıya kaçmamak şartıyla bunlardan yiyebileceği söylenmiştir. Takiyye ve ruhsat zorluklar karşısında hayatta kalmayı tercih etmek ilkesi altında birleştirilebilir. Her ikisi de düşmana ve zorlu şartlara karşı uygulanır. Düşman da zorlu şartlar da cana kast ettiği için aynı mantık yürürlüğe girer. Ancak takiyye ve tedbir yöntemlerinin Müslüman toplumda bir hayatta kalma tarzı olarak kullanılmasının anlaşılabilir meşru bir tarafı olamaz. Türkiye’de bir dönem seküler ve laisist politikaların sert biçimde uygulandığı bir ortamda kendini koruma adına takiyye ve tedbir yöntemlerine başvurulmak zorunda kalınması anlaşılabilir. Bunu tercih etmek yerine direnme ve karşı koyma yolunu seçen İslâmî ve gelenekçi guruplar olmuştur. Sonuçta bu farklılık ‘grubun ya da tarikatin/cemaatin kendi içtihadıdır.’ denilerek tolore edilmiştir.

Demokrasinin gelişmesine bağlı olarak din ve dindarlar üzerindeki baskıların kalktığı bir aşamada, hâlâ takiyye ve tedbirin uygulanması ciddi anlamda şüpheler uyandırmıştır. Müslüman bir gurubun, din karşıtı seküler çevrelerin yanında diğer Müslüman guruplara karşı da takiyye ve tedbir yöntemlerini uygulamaya devam etmesini, en azından dinî bir mantıkla açıklamak oldukça zordur. Zorlukları aşmak ve kendini güvene almak kaygısıyla belirli bir süreçte uygulanan “dönemsel bir uygulama”nın, zamanla grubun temel yaşam ve davranma tarzı haline gelmesi patolojiktir. Üstelik bunu kendisiyle aynı inanç sistemini paylaştığı bir topluma karşı uygulamaya devam etmesi meşru, anlaşılabilir ve makul olmayan amaçlar beslediğine dair kuşkular oluşturmuştur.

FETÖ’nün gnostik-batınî damardan beslendiği görülmektedir. Örgüt liderinin belirli periyotlarla Hz. Muhammed ile görüştüğünü ve atılacak her adımı ondan öğrendiği inancı, Şiîliğe benzer bir disiplin ve karizma doğurmuştur. Lider ile kitle arasında kurulan ilişkinin tüm romantizmi, irrasyonelliği ve yoğunluğu bu karizmadan kaynaklanmaktadır. Bu ilişki biçiminin cemaate özgü olmadığını daha yaygın bağlamda tarikat yapılanmalarında hâkim olduğunu belirtmek gerekir. FETÖ’de farklı olan şey, gnostik yöntemin, ısrarla Müslüman toplum ve coğrafyanın çıkarları aleyhine kullanılmış olmasıdır. Milliyetçi vurguları söyleminde eksik etmeyen bir yapı için bu durum ‘açıklanamaz’dır. Ancak gnostik yöntemi ustaca kullanan yapı, bu açık tutarsızlık için de bir tevil bulmakta zorlanmayacaktır.

Şu halde açık, dürüst ve kendisiyle barışık bireyler yetiştirecek bir kültürel ortamı inşa etmek zorundayız. Gizem, sır, batın peşinde olma arzusu sanatsal, entellektüel, gerçeküstücü bir bağlamda oldukça keyifli ve insana derinlik katan bir değerdir. Ancak bunun toplumsal politik bir örgütlenmeye dönüştürülerek İslâm’ın, ahlâkın, eğitimin, kamu düzeninin altını oyacak ve işlevsiz bırakacak bir boyuta ulaşması, üzerine gidilmesi gereken bir sorundur. Hiç kimse bireysel hak ve özgürlükleri, sivil toplumun dokunulmazlığını, örgütlenme hakkını öne sürerek toplumu yeni ve derin vesayetler altına sokacak bu tarz girişimleri savunamaz.

İlahiyatçı-Yazar Prof.Dr. Cemil KILIÇ[1], Türkiye’deki dini grup/tarikat ve cemaatleri değerlendirirken dini görünümlü mafyatik örgütlenmelerden, FETÖ gibi devleti ele geçirme uğraşısı içinde olan başka grupların da varlığından söz ederrek; “FETÖ’nün Türk toplumuna ve devlete vurduğu ağır darbenin sarsıcı etkileri hala devam etmekte olup bu örgütle mücadele, toplum ve devlet olarak en önemli gündem maddemizi oluşturmaktadır. Ancak bilinmelidir ki FETÖ benzeri bir güce ulaşma ve muhtemelen FETÖ gibi devleti ele geçirme uğraşısı içinde olan başka cemaatler de mevcuttur.

Türkiye’de bugün cemaat ve tarikatların büyük bir kısmı dinsel bir maske takmış organize suç örgütleri yahut ticari organizasyon ya da siyasi nüfuz teşekkülleri halinde çalışmaktadır. Neredeyse hepsinin şirketleri, holdingleri, yayın kuruluşları vardır. Hatta içlerinde parti kuranlar bile bulunmaktadır. Öte yandan pek çok cemaat ve tarikatın çeşitli siyasi partilerle öteden beri ilişki içerisinde oldukları da malumdur. Öyle ki, bu ülkede cemaat yahut tarikat lideri olup da bakanlık yapanlar bile vardır.

Cemaat ve tarikatlar arasında dini görünümlü mafyatik örgütlenmelerden dahi söz etmek mümkündür.

Lailahe illallah sözüyle ilan edilen tevhid ilkesi, Allah’ın birliği söylemi üzerinden aslında insanların, halkın, toplumun, Müslümanların birliği ve eşitliği düşüncesini ifade etmektedir. Sınıfsal, grupsal ve zümrevî ayrılıkları reddetmek ve İmran Ailesi Bölümü 103. Sözde / Al-i İmran Suresi 103. Ayette belirtildiği üzere; “… Allah’ın ipine sımsıkı sarılıp ayrılığa düşmemek…” İslam’ın Müslümanlardan istediği temel davranıştır.

Cemaat ve tarikatların varlığı bu Kur’anî ve Muhammedî ilkeye aykırıdır.

Nihayeten ifade edelim ki; Türkiye ve Türk toplumu özelinde kendilerini geleneksel olarak Sünni diye niteleyen kitleler, büyük İslam bilgini Ebu Hanife’nin ve İmam Maturidî’nin düşünsel birikiminden istifade ile daha da ileri bir akılcılığa evrilmeli ve laik cumhuriyet esasına sarılarak dinsel yaşamlarını özel hayatlarına hasretmelidirler.  Din – devlet ilişkileri temelinde yaşamakta olduğumuz sorunların kesin çözüm yolu budur.

Sözlerimizi yine büyük Atatürk’ün bir sözüyle nihayete erdirelim:

“Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sade din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.”

 

[1] http://www.cemilkilic.com/makale-63-turkiyede-cemaat-tarikat-devlet-iliskisi-uzerine.html Erişim:26/10/2018

Reklamlar