Nevzat ÖZTÜRK
Düzce İl Milli Eğitim Müdürlüğü,
Maarif Müfettişi, Eğitimci Yazar

Dil, bir toplumda iletişimi sağlayan en yaygın ve en güçlü araçtır.
Dil, insanların gündelik hayatlarındaki ilişkilerinden kültür ve medeniyetin gelişimine kadar her alanda önemli fonksiyonlara sahip olan bir iletişim aracıdır. Çünkü dil, düşünceyle irtibatlıdır. Hayvanlar içgüdüsel haberleşme ile iletişim kurarlarken, insanlar, konuşarak iletişim kurarlar. Anadolu’da; “Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa anlaşırlar” deyişi bunu çok güzel anlatır. İnsanlar arasındaki iletişimi, hayvanlardaki içgüdüsel iletişimden farklı kılan şey, onun düşünmeye dayalı olmasıdır. Çünkü bizler, düşüncelerimizi dil yardımıyla ortaya koyar ve başkalarıyla paylaşırız.

Dinden siyasete, edebiyattan hukuk ve ekonomiye kadar dilin olmadığı bir alan yoktur.
Bugün hepimiz bir dil uygarlığında yaşıyoruz. Şiir, dilsel bir sanat eseridir. Dünya dinleri, büyük ölçüde, törenlere, vaazlara, ayinlere ve din yayıncılığına dayanır. Töre, yönergeler, buyruklar ve yasaklar kılığında bir takım dilsel tezahürler bütünüdür. Hukuk, yazılı yasalar ile bir bakıma bu yasalara yönelik yorumlardan, duruşmalardan, duruşmalara ilişkin sözlü ve yazılı suçlama ve savunmalardan; böylece dilsel yönü ağır basan bir takım etkinlik ve işlemlerden başka bir şey değildir. İster bölgesel, ister ulusal, ister uluslararası düzeyde olsun, her düzeyiyle politika, parlamentolardan kahvaltı sofralarına kadar, konuşmalarda, tartışmalarda, söylevlerde, pazarlıklarda olup biter.

Dille kültür, dinle kültür arasındaki ilişki karşılıklıdır.
Dil kültürü gelecek kuşaklara aktarılmasında vasıta olmanın yanında kültürü şekillendirirken kültür de dilin gelişmesine katkı sunar. Aynı şekilde, din kültürü etkilemeye çalıştığı gibi, kültür de din üzerinde etkili olmak ister. Dinin inanç, ibadet ve toplumsal boyutu bu etkiye maruz kalarak şekilsel değişikliğe uğrayabilir. Dinin esası, temel prensipleri toplumdan topluma değişmediği halde, toplumsal hayata yansıyan kısmı değişebilir. Bunun sebebi kültürel etkilerdir. Dinin kendini muhafaza edebilmesi, kültürel etkiyi asli yapısına zarar vermeyecek şekilde kontrol altında tutmasına bağlıdır. Bu anlamda bir kültürel etki çoğunlukla tali meselelerdeki çeşitlilik ve zenginlik olarak görülür.

Dinin sosyalleşip müesseseleştiği alanlardan biri de dildir.
Dini duygu, düşünce ve tutumların konuşma dilimiz içine yerleşip kullanılması bunun göstergelerindendir. Bu yönüyle dil, imanın psikolojik yönünün sosyal alana taşınmasına ve kişinin dini kimliğini ifşa etmesine aracılık eder. Sosyalleşme esnasında taklit ve sosyal etki ile alıp uyduğumuz dil davranışlarımız, günlük dilde kullandığımız dini içerikli kalıplar dinî sosyalleşmemizin sembollerindendir.

Dil ve dil yoluyla bilinçleri etkileme ve yönlendirme çabası, siyaset, din ve tüketim amaçlı reklam dilinde de kullanılır.
Özellikle bu üç alanda üretilen dilsel bildirimler, olgu ve olayları ve bunlar arasındaki bağlantıları bulandırarak, toplumda ve bireyde söz konusu durumlar hakkında istenen doğrultuda değerlendirme ve yorumlama eğilimi oluşturmaya yöneliktir. Bu amaçla seçilen sözcükler ve kavramlar, akıldan çok duygu yüklüdür; desteklenen görüş ya da siyaset, en olumlu, hiçbir kuşkuya yer bırakmayan doğrudan anlatımlarla; karşı çıkanlar ise, kuşku yaratacak en olumsuz anlatımlarla nitelendirilir.

Gündelik hayatta dil ve din arasında sıkı bir ilişki vardır.
Genel olarak dil, özel olarak konuşma dili, gündelik hayatımızın en önemli unsurlarındandır. Konuşma dilimizde dinî muhtevaya sıkça rastlarız. Bunları kabaca şu şekilde tasnif edebiliriz: İnsan hayatının doğum, evlilik ve ölüm gibi geçiş dönemleriyle ilgili en çok telaffuz edilen kalıplar genellikle dua niteliği taşıyan ve içinde Allah lafzının geçtiği ifadelerdir. “Allah bağışlasın, Allah analı babalı büyütsün, hayırlı evlat olsun; Allah mesut etsin, Allah bir yastıkta kocatsın; Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun; Allah taksiratını affetsin, Allah sabır versin vb.” Doğal afetler, kaza, bela, hastalık gibi beklenmedik olaylar esnasında veya sıkıntı ve buhran anlarında çoğunlukla dini içerikli ifadeler kullanırız. “Allah korusun, Allah kaza bela vermesin, Allah iki iyilikten birini versin, Allah feraha çıkarsın, Allah beterinden saklasın (veya esirgesin), Allah şifa versin, Rabbim dert verip derman aratmasın, Allah düşmanıma vermesin vb.” Bu özel durumlar dışında, gündelik hayat içinde duyguların ifade edilmesinde “Allah” lafzının geçtiği çok sayıda ifadeden bahsedebiliriz. Hayatın genel akışı içinde yer alan doğum-evlenme-ölüm gibi önemli geçiş alanlarında ve gündelik hayattaki birçok faaliyette kullanılan dile yerleşmiş, zengin bir dinî muhteva vardır. Öyle ki bunlar, genel kıstaslara göre dindar kabul edilmeyen, dine uzak, din karşıtı ya da din düşmanı olan kimseler tarafından bile kullanılmaktadır.

Türklerin dil, din ve kültürel kimliği korumak, bulundukları ülkelerde asimile olmamak ve kendi kimliklerini ilgili ülkelerin yasaları çerçevesinde özgürce ifade edebilmek için gerçekleştirdikleri referans arayışları, birtakım sivil oluşumlarla sonuçlanmıştır. Çoğunluğunu cami merkezli kültürel organizasyonların aldığı bu oluşumlar, bir yandan birbirleriyle belli bazı hususlarda benzer yönelimlere sahip olan Türkler arasındaki ilişkileri güçlendirirken bir yandan da ilgili ülke nezdinde, kültürel kimliklerinin tanınması konusunda dikkate değer bir “tanınma siyasetini” somutlaştırmaktadır.

Türkler için “dil”, “din”le neredeyse aynı değerdedir. Bu nedenle dili kaybetmekle dini kaybetmek arasında çok kolay bir bağ kurabiliyorlar. Öyle ki etnisite, dil, kültür ve din birbirinin içine ayrışmaz bir şekilde geçmiştir. Bu iç-içerikler yumağının ürettiği “kimlik” yapısının, özellikle dilin kaybedilmemesi konusunda sergilenen duyarlılık, bir çözüm olarak kurumsal arayışları dili korumanın mümkün tek yolu olarak öne çıkarmıştır.

Türkçenin Avrupa’da giderek zayıfladığı ve genç kuşakların kendi yaşıtlarıyla evlerinde bile Türkçe dışında bir dille iletişim kurduğu özelikle göz önünde bulundurmamız gereken bir husustur.
Bu durum, gençlerin inançlarıyla ilgili kaynaklara erişimini de güçleştirmektedir. Bir ibadet mekânı olarak camilerin veya inanç biçimlerinin tezahürü olarak zaman içinde ortaya çıkmış cemevlerinin Türkçenin varlığı bakımından önemi çok büyüktür. Cami/Cemevi derneklerinin kültürel faaliyetleri, dilin etkin kullanım alanlarının başında gelmektedir. Özellikle kültürel bağlılığını sürdürmekte ısrarlı ailelerin teşvikleriyle bahsedilen mekânlara düzenli giden gençlerin Türkçeye hâkimiyeti şüphesiz dinleme ve konuşma becerileri bakımından iyidir. Ancak ana hatlarıyla ifade edecek olursak, Türkçe okuma ve yazma becerileri bilhassa dördüncü kuşak gençlerde son derece zayıftır.

Avrupalı gençlerin kimlikleriyle ilgili sorular zihinlerini meşgul ederken ailelerinden ve çevrelerinden aldıkları bilgilerle inançlarına dair soru işaretlerini gidermeleri, içinde bulunduğu baskın kültür karşısında onları zayıf kılmaktadır. Türk kökenlilerin çoğunlukla Hanefi/Maturidi İslam anlayışlarını Türkçe dışında başka bir dille öğrenme güçlükleri onları zor durumda bırakmaktadır.

İslam’ın bir kültür ve davranış olarak insanın hayatında yer edinmesi öğretme sürecinden ziyade edinme süreci ile ifade edilebilir. İnsan hayatının her safhasında, kültüründe ve davranışında inanç unsurları doğrudan belirleyicidir. Dolayısıyla Batı Avrupa’daki Türk göçmenler arasında Müslümanca bir tavrın ve davranış biçiminin edinilmesi ve kültürel yapının sürekliliği için gençlerin anadilleri olan Türkçeye hakimiyeti son derece önemlidir.

Her toplum yeni kuşaklarına kendi inançlarını, kültürlerini, örf ve âdetlerini kültürleşme yoluyla aktarır. Yani bir kültürün içine doğan bireyin annesinden başlayarak halkalar hâlinde genişleyen kurumlar ve unsurlar üzerinden içine doğduğu o kültürü öğrenmesi süreci bir kültürleşmedir. Bu süreç doğumdan ölüme kadar devam eder.

Din ve dil edinimi kültürlenme içerisinde gerçekleştiği takdirde önce aileye uyum, sonra yakın çevreye uyum sağlanır. Kendi kültürünü anlayıp içselleştiren birey bütün unsurlarıyla kendine ait olan bir bütünü kavramış ve özgüvenle sosyalleşme imkânı bulmuştur. Burada kültürün inançlardan ve geleneklerden bağımsız olamayacağı, inançların ve geleneklerin de ancak anadil ile aktarılacağı göz önünde bulundurulması gereken bir gerçektir.

Bazı ülkelerde Türk çocuklarına İslam dinî içerikli derslerin Türkçe dışında başka bir dille verilmesi süreciyle karşı karşıyayız. Bu durum şüphesiz doğrudan hikmet dini olarak tanımlayabileceğimiz İslam’ın Türk kültürüyle bütünleşmiş Anadolu’ya özgü anlatım biçiminden de mahrum bırakılması anlamına gelecektir. Nitekim bugün Türkçede referansını İslam’dan alan deyimler, atasözleri, şiirler, deyişler çok önemli bir yer tutmaktadır. Bu aynı zamanda Ahmet Yesevi’den başlayıp günümüze kadar gelen Anadolu’ya özgü Müslüman/Türk kimliğini oluşturan mefkûrenin dildeki ifadesidir.

Kuzey Afrika ülkeleriyle hemen hemen aynı tarihlerde Arap dili ve nüfuzuyla karşılaşan Türklerin İslamlaştığı halde Araplaşmayıp milli benliğini korumasının bir takım dinamiklerinin olması gerekir. Bunun birincil sebebi Türkçenin farklı ses, söz ve gramer yapısı ile Türklerin istilacılara karşı milli tarih ve devlet bilinci ile direnme refleksidir. Bunlara gelişmiş sözlü edebiyatı, farklı hayat felsefesini, hayat tarzını, sözlü hukuk olan töreyi ve sosyal yapıyı ekleyebiliriz. Arapça Kur’an’ın dilidir; ama Arap kültürü İslam kültürü demek değildir.

Arapların yaptığı her şeyi İslam olarak nitelendirme eğilimi doğru bir yaklaşım olmadığı gibi Arapça konuşmak da bizi daha çok Müslüman yapmaz. Bizler Müslümanız ama aynı zamanda Türk’üz, Türklüğün İslam’ın dışında kültürel özellikleri var. Bunları kaybetmek kimliğini, kişiliğini de kaybetmek asimile olmak esasında yok olmaktır.
Bugün Avrupa’da özellikle Arapça ile İslam’ı özdeşleştirme, Arap kültürünü Müslümanlık olarak benimsetme çabası vardır. Bunu gerek sivil toplum örgütleri, gerekse vakıf, cemaat görünümlü yapılar yapsın sonuç itibariyle, bilinmelidir ki iyi niyetli bir çaba değildir. Bu çabalar bize tarihi hatırlatıyor, Osmanlı’nın son dönemlerindeki isyanları ve öze dönelim diye başlayan dini hareketin, tahribe dönüşümünü hatırlatıyor. Dolayısıyla dünyanın neresinde olursak olalım, dilimize, dinimize ve özümüze bağlı kaldığımız sürece asimile olmadan ayakta kalabiliriz.
Bizler, olayları değerlendirirken çok boyutlu ve öngörülü olmak zorundayız. Gönül coğrafyamızdaki soydaşlarımıza hizmet götürürken dini müesseselerin işleyişine, yapılan hizmetlerin kalitesine, soydaşlarımızın öz kültürüne katkısını göz önünde bulundurmak durumundayız. Aksi takdirde bizim desteklerimizle soydaşlarımızın dinden uzaklaşmasına, hatta birilerinin dini kullanarak dilimize ve dinimize yabancılaşmasına vesile olabiliriz. Hatta karşı görüşteki Müslümanları müşrik veya bid‘atçı sayan, onlarla savaşmayı cihat olarak değerlendiren aşırı gruplarla mücadele etmek zorunda kalabiliriz.
Onun için soydaşlarımızın yaşadığı her ülke veya coğrafyadaki dini faaliyetler, dini faaliyetlerin yürütülmesi, etkin grup, kişi veya kurumlar bizim için son derece önemlidir. İşte bunun için Türkiye’nin dışında özellikle Türkiye Cumhuriyetinin destekleri ile yapılan tüm bu çalışmalar Türkiye Türkçesi ile olmasına çok dikkat edilmelidir.
“Bana ne?” diyemeyiz.

Reklamlar