Osman BÜLBÜL
Konu: Bayramlaşma ancak anadilde olur.
Bulgarlar ne kadar çırpınsa da Bulgarca bizim için artık bir ara dil olarak kalacaktır. Bizim birinci dilimiz, anadilimiz, Türkçemiz, Avrupa dilimiz de (şimdiye kadar hep İngilizce olacağına inanıyorduk, fakat “brexiten” sonra alınmış yeni bir karar yok) İngilizce olacaktır. Hepimizin bildiği üzere, Avrupa’da çok sayıda lehçe (ağız) ve dil konuşulmaktadır. Avrupa Birliği dillerinden biri Türkçemizdir. Bulgaristan’da bir etnik azınlık dili olarak bakılsa ve önemsenmemesi için devlet ve sağ-sol uç siyasetçiler olağan üstü büyük gayret gösterilse de, anadilimiz bizim en kıymetlimiz, göz nurumuz, asla vazgeçemeyeceğimizdir. Dağıstanlı şair Resul Hamzatov, 1982’de Sovyet idaresi Dağıstancıya saldırınca, “anadilimi bırakın iki gözümü alın” demişti. Anadilini bilmeyen bir adam taş kafadır. Hiçbir işe yaramaz!
Bu konuda bizde de az yazılmadı. Bir defa bir ülkenin yalnız bir dili olduğu baştan sona yalandır. Bir ülkede birçok dil konuşulabilir, esas dil anadildir. Avrupa Birliği’nde ortak kabul edilmiş bir dil olmadığından, belki de gelecekte herkesin kabul edip konuşacağı dil İngilizce olabilir, o zaman Bulgarca bir ara dil olacaktır. AB’nin şu an geçerli Anayası’nda birlik diline işaret edilmemiş, herkesin bilmesi gereken bir dil diye bir şey yoktur. Brüksel’de Genel Kurul oturumları tercümeli işlev görmekte, konuşmacılar kürsüden anadillerinde ya da temsil ettikleri ülkenin dilinde konuşabilirler.
Yıllar önce şöyle bir sorun tartışılmıştı: “Her ülke sadece kendi dilini konuştuğu ve kendi dilini konuşma “hakkı” üzerinde ısrar ettiği için, AB olanaksız bir girişim değil midir?”
Bu sorun, ilk bakışta ilk adımlarını (Demir ve Kömür Anlaşmasıyla, Roma Sözleşmesiyle) daha 1950’lerde atan Avrupa oluşumunu daha baştan başarısızlığa uğratan bir faktör olarak görülebilir. Her ülke kendi dilini konuştuğu için, bugün bu ülkelerin sayısı, kuruluş rakamı olan 12’yi fazlasıyla katlamıştır, “işleyen bir demokrasinin yaşayabilmesi için, gereksendiği şeyler olan “bir” dili, “bir” kültürü, “bir” kimliği yok sayan Babil’e özgü bir dil karmaşası “ ortaya çıkmıyor mu?
2000’li yılların başında, daha Bulgaristan AB’ye davet edilmezden önce, Avrupa’nın klasik ve derin bilgi birikimli üniversitelerinden en saygın bilim adamı, filozof ve yazarlarından 20 kişi arasında konu paylaşımı yapılarak, AVRUPANIN GELECEĞİNİ NASIL GÖRÜYORSUNUZ sorusuna yanıt aranmıştır. Ünlü yazar Umberto Eco, yaşanmamış tarih üstüne yazılsa kurgu olur varsayımına katılmayarak “bir ırmak bin sene aynı yataktan akmışsa, önümüzdeki 100 yüz yıl da aynı yataktan akar” inancıyla, 21. yüzyıl Avrupa’sını çok dilli ve çok kültürlü olarak hayal etiğini yazmıştır. 20 bilim adamının 20’si de “her halk topluluğu anadilini koruyacaktır, sonucuna varmıştır. Dil bilimciler ve filozoflara göre, “kendi dilini konuşmak, kimliğin vazgeçilmez bir kaynağıdır.” Fakat bu kuralın uygulanarak üye devletlerdeki etnik ve dil azınlıklarının haklarının savunulması için gerekli önlemler hala alınmıyor. AB’nin uygulama tutumu sakat. Yahut gönderilen paralar hedefe ulaşmıyor ve kontrol eden yok!
Bu yazımda, bir ara başlık açıp, dili ve işlevlerini ayrıştırmak gerekmektedir.
Tekil bir kişinin yalıtılmış bir ortamda (bizde bazı köylerde bir iki kişi yaşadığını düşünün) dil ve kültür yaratması olanaksızdır; çünkü hem dilin hem de kültürün oluşturulabilmesi ve gelişebilmesi için bir topluma ve toplumsal ortama ihtiyacı vardır. Belli bir topluluk ya da toplum, yaşamsal temel ihtiyaçların giderilmesi için, birliktelik, beraberce yaşama, eşgüdüm, iş bölümü, yardımlaşma ve uzmanlaşmanın ortamıdır. Bir insan bir başına bütün ihtiyaçlarını üretemeyeceğinden, karşılayamayacağından, üretim sürecinde diğer insanlarla işbölümüne girer. Bu süreç içersinde kültür yaratımının ortamı ve temeli olan toplumsallık (sosyalleşme) oluşur. Toplumsallık, eşgüdümün (koordinasyon) ve birlikte üretimin ortamı ve önkoşuludur. Bu ortamın demokratik çoğulculuğa, katılımcılığa, eşitliğe, temel insan hak ve özgürlüklerine olanak sağlayacak nitelikte yapılandırılmış olması, bireylerin bilinçlenmesini, kimlik ve kişiliklerini özgür ve öz eleştirel bir tutumla geliştirebilmeleri bakımından belirleyici önemdedir. Bulgaristan’da kooperatifçilik yıllarında kolektif çalışmayı ve dayanışma kültürünü geliştirdiğimiz gibi üretim dilimiz olarak Türkçemizi de geliştirmiştik.
Bizim Bulgaristan’dan, Müslümanların diğer Balkan ülkelerinden devamlı olarak 100 yıldan daha uzun bir süredir kovulmamızın ana nedeni bu tespitlerde gizlidir. İnsan tek başına dil ve kültür geliştiremez, kendi geçinmesi için gerekli olan üretimi bile yapamaz. İnsan sosyal bir varlıktır. Biz BULTÜRK olarak, “Büyük Göçle” Bulgaristanlı Müslüman/Türk kardeşlerimize karşı kültürel soy kırım yapıldı derken tam olarak bunu kastediyoruz. Biz, Bulgaristan karma bölgelerinde yaşayan Türk öğrencilere serbestçe ve devlet okullarında ana dil eğitimi verilmemesini protesto ederken, ana dilini bilmeyen bir öğrencinin ara dili (Bulgarcayı) ve Avrupa dili olarak İngilizceyi öğrenmede sorun yaşayacağını tekrarlarken bunu düşünürüz. Şimdiki neslin Türkçemizi daha derin ve daha zengin bir lehçeyle öğrenememesi, tamamen körleşmemiz yolunda yeni adım olacaktır. Dilimiz şimdi Türkiye kitle iletişim araçlarımızdan, ziyaretlerimizden ve yeni temaslarımızdan besleniyor. Buna rağmen bugün de anadilimizi öğrenmemiz bütün sorunların arasında en can alıcıdır. Türkçe konuşanların Bulgaristan’da neden cezalandırıldığı açık anlamışsınızdır. Biz Türk’üz ve Türk kimliğimizi oluşturan ve nesilden nesle taşıyan anadilimizdir. Dilimizi koruyamazsak biz biteriz.
Yaptığımız tüm işlerin koordine edilmesi ve iş bölümü yapabilmemiz ancak dil üzerinden gerçekleşebilir. Dil bilmeyen bir kişiyle iş ayarı ve bölümü yapılamaz. “Sap gibi ortada kalırız” değimi bu durumu yansıtır. Soyut (abstre) ya da somut (konkre) her türden kültür ürünü dil kullanılarak gerçekleştirilebilir ve dil yoluyla adlandırılabilir. Bu dünyada her şeyin adı vardır. Türkçe bilmeyen bir kişi yarattığı ürüne Türkçe isim veremez. Konuya bu yönden bakıldığında Türkçemizi oluşturan her sözcük bir kültür üretimini anlatır. Anadilini bilmeyen adat ve geleneklerine, ahlakımıza uyamaz, sanatımızı, edebiyatımızı, tarihimizi bilemez. Halk kültürümüzü, şarkılarımızı, Türklülerimizi, taşlama ve fıkralarımızı, masal ve efsanelerimizin anlatarak yaşatamaz. Göstergelerin, sözlerin, deyimlerin ve bunların işlevli (fonksiyonel) kullanımını belirleyen kuralların toplamı ve dizgesi de dili oluşturur. En basit değimle “selam almak ve selam vermek gerek”. Bulgaristan gibi tek uluslu, devlet siyaseti tek dil (Bulgarcayı) öteden beri egemen kılmakta hırslı ve hırçın davranan ülkelerin hepsinde etnik azınlık topluluklarının anadilleri lehçedir. Bizim konuştuğumuz ağızların belli özellikleri olsa da, hepsi de gramer kuralları olarak, Türk dili temel kurallarına dayanır. TV ve radyoda, tiyatro ve sinemada, okulda konuşulan Türkçe dil kurallarına uyar, tüm kitaplar edebiyat dili yani İstanbul Türkçesi esasında yazılmış ve basılmıştır. Lehçelerin toplayıcısı ve toparlayıcısı edebiyat dilidir. Dolayısıyla dil ya da gösterge dizgesi açısından bakıldığında, kültür, kendisini taşıyan ve gelecek kuşaklara aktararak, kalıcılaştıran dili oluşturan göstergelerin toplamı olarak adlandırılabilir. Dilin zenginliği, kültürün, kültürün zenginliği de dilin gelişmişliğinin göstergesi olduğundan, dil ve kültür karşılıklı olarak birbirini gerektirir ve birbirini tümler (tamamlar). Bu bakış uyarınca, kültür kendisini taşıyan dilde yazılan metinlerin toplamı olarak da algılanabilir. Kültürel değerlilikler ya da değersizlikler adlandırılarak sözcük ya da gösterge biçiminde dilde biriktirirler.
Diller devamlı zenginleşir ya da kısırlaşır. Örneklersek, 1972’de basılan Rusça Türkçe sözlükte 47.700 sözcük varken, bu sözlüğün yenisinde 64 bin sözcük var ki, bu da iki dilin hızla geliştiğine bir işarettir. Bir dilin zenginliğini gösteren bir de klasikleşmiş temel eserleridir. Victor Hugo’nun “Sefiller” romanı 42 bin sözcükle yazılmışken, Yaşar Kemal “İnce Mehmet” romanı 44. 500 sözcükle kaleme almıştır. Bu da Türkçemizin zenginliği ve bir dünya dili olduğunu kanıtlamaya yeter de artar. Anadilimizde yayınlarımızı yıllarca sıkı yasaklayan, yazarlarımızın romanlarını basmasına izin vermeyen Bulgar hükümeti dilimizi kısırlaştırmaya ve sözcük zenginliğini sürekli azaltmaya ve insanlarımız aralarında, nesiller arasında iletişim kopukluğu yaratmaya çalışmıştır. Bu amaçla TC’deki yakınlarımızla mektuplaşmalarımız yasaklanırken, kaset, CD ve DVD dinleme, Türk filmi seyretme yasaklanmış, sanatsal karanlık yaratılmıştı. Bunun adı dil zulmüdür. Anadil çekisi Hak ve Özgürlükler Partisi döneminde devam etmiştir. 2016 Ramazan’ında iftar gecelerinde, T.C. Büyükelçisi Süleyman Gökçe’nin de katıldığı anma, kutlama, açılış törenlerinde çok uzun bir aradan sonra Türkçe ışığı halkımızın gönlüne aydınlık taşımaya başlamıştır. Bu cesur ve kararlı adımları yürekten kutluyoruz. Olayın daha iyi anlaşılabilmesi için şu örnek uygundur. 1989 Ağustosunda 500 bin kişinin sınırı geçtiğini ve ardından 150 bin kardeşimizin geri döndüğünü biliyoruz. Bu dönüşün neden, dil ve kültür uyumsuzluğuydu. Dilimizin ve dolayısıyla kültürümüzün baskı altında ezilişi, kısırlık doğurmuştu ve uyum sağlanmasında problem yaşandı. Yani ruhumuz sakatlanmıştı.
Aktarmak istediğim bir konu da, kültürün sözlü olarak aktarıldığı gibi, yazılı olarak da aktarılabilmesidir. Bizim Osmanlıdan devraldığımız Müslüman/Türk kültürü vatan bildiğimiz ata topraklarımızda, Çarlık döneminde, yüze yakın gazete ve dergiyle, okullarda ve değişik derneklerde yaşatılır ve genç kuşaklarla dünya kültür hazinesine aktarılırken, büyük savaştan sonra da 10’dan fazla yazılı yayın organı bu davaya hizmet etmiştir. En başta Nazım Hikmet olmak üzere, seçkin Türk yaratıcılar Bulgaristan Türk ahalisine modern Türkçeyi direk görüşmelerde etkileyici sunumlarla aşılamıştır. Edebiyat yazılarımıza giren şöyle bir anı vardır. Nazım, Deliorman köylüleriyle 1951’ye yaptığı ilk görüşmelerinde kendi şiirlerini okumuş ve bir köylü Türk kadını ayağa kalkarak “Ben sizin okuduklarınızın hepsini anladım” demişti. Büyük Atatürk insanlarımızı “Türkçe düşünmeye öğretirken” büyük Nazım da geneli somutta anlatışıyla ve fikirleri emsalsiz yalın sunuşuyla Bulgaristanlı Türk lehçelerine İstanbul Türkçesi mayası (şerbeti) serpmiş ve bu tutmuştur. Daha sonra Nazım Hikmetin toplu eserlerinin 8 cilt olarak Sofya’da basılması ve Bulgaristan’da satılması Türkçemizi adeta fışkırtmıştır. Biz, bugün artık, 1990’a kadar oluşan Bulgaristan Türkleri Edebiyatına asil, temel, oturmuş yaratıcılığımız olarak bakarken, yeni bir sayfa açıyoruz. Bu sayfadaki büyük özellik Atatürk’ün Türkçemize bahşettiği kendi kendini yenileyerek zenginleşen anadilimize diyalektik düşünme modülü takarak yeni doruklara yönelmektir. Yaratıcılarımız yaratmadan, şairlerimiz satırları dizmeden, bestecilerimiz bestelemeden, yazarlarımız yazmadan, hepimiz her gün okumadan biz karanlıkta boğulmaya mahkûmuz. O günümüzü bekleyenler o kadar çok ki, şaraplarını mahzenlerde yıllandırıyorlar. Bayram etmeye hazırlanıyorlar. Fakat onlar o güne varabilirlerse bizim artık anadilimiz olmayacak ve aralarında bayramlaşamayacaklar. Çünkü bayramlaşma ancak anadilde olur.
Bayramınız kutlu oldun.
Devam edecek.
Konu 2: Din ve anadil.
Konu 3: Anadil ve Avrupa dilleri.
Konu 4: Türkçemiz bir Avrupa dilidir.